“Geçtiğimiz seçimlerden sonra kazananlar haklı galibiyet şarkılarını çalarken, kaybedenler de her halde içten içe “Ben nerede hata yaptım?” sorusunu kendilerine sormaktalardır.” Diye düşünürken birden bire “hayır” dedim. Hayır.
Kaybedenler de aslında kendi iktidarını yaşıyorlar. Kaybedenler de aslında daha kaybedecek şeyleri olduğu için onun telaşında başarısızlıklarına dışsal bahaneler uyduruyorlar. Kabuklarını atacaklarına, maalesef kabuklarını güçlendiriyorlar. “Ben nerede hata yaptım?” sorusu maalesef çok içsel olarak soruluyor. Maalesef en yakın arkadaşlara bile bu duygu anlatılmıyor.
Ülke siyaseti açısından, geçtiğimiz on yılın analizini doğru veya yanlış her parti kendine göre yapıyordur. Biz gelelim kendi meselemize…
Son zamanlarda haklı olarak TEMAD’a başarısızlıklarından dolayı demediğimizi bırakmadık. Yaptıkları hataları bir muhalefet edasıyla eleştirdik. Sorulduğunda tarafsızız dedik ancak kendi listelerimizi gruplarımızı oluşturmak isterken tam bir taraftık. “Tarafsız olmak” spor müsabakalarındaki hakemlere yakışır. Onlar her iki takımdan da değildir. Bizim sitemiz eleştirilerin yoğunlaştığı bir sitedir. Düşünün bir kere TEMAD lehinde yazı yazan ve bizim fikirlerimize ters düşen kişilere neler demedik ki… Demek ki biz tarafsız değiliz. Demek ki biz tarafız. Sakın TEMAD iyi bir şey yapsaydı yazardık demeyin. Çünkü biz artık her şeyi birbirine bağlayan bir döngünün içindeyiz. Maalesef TEMAD şu ana kadarki uygulamaları ile bizi iyi bir şey yapmasını bekleyemeyeceğimiz, gözlerimizle görsek de inanamayacağımız depresif bir hale soktu.
Bizim taraf olduğumuz bir çok konu TEMAD’ ın da taraf olduğu konudur. Ancak bizi TEMAD’ dan farklı kılan bizim farklı söylemlerimizin olmasıdır. Yapılanları eleştirip alternatifini sunmaz isek, taşın altına elimizi sokmaz isek, muhalefet olmayı kabul etmez isek, şikayetlerimizi bir nevi tarafsız serzeniş olarak sürdürür isek bir adım öteye gidemeyeceğimiz bir gerçektir.
Peki bu sitede bizim yapmamız gereken nelerdir?
Herşeyden önce demokratik bir ortam oluşturmaktır. Eğer tarafsız isek yorumların altına “Yönetici notu” düşmemektir. Bırakınız fikirler tartışsın. Ancak sitenin hukuksal olarak sıkıntı yaşayacağı konularda kendini düşünerek bir takım şeyleri yayınlamaması gayet normaldir. Çünkü her ne kadar bu site benimdir, bizimdir desek de faydalanıcı olarak haklıyız, ancak sorumluluk olarak hiç de öyle değildir. Tabii ki sorumluları vardır. Ancak site yöneticilerinin bu olgunun dışına çıkarak; üyeler fikirlerini beyan ederken “sizden bunu beklemezdik.” yaklaşımından vaz geçmesi gerekmektedir.
Bu sitede yazan yazarlar da bizlerden biridirler. Ben de onlardan biriyim. Ancak bu demek değildir ki ben yüzde yüz doğru yazıyorum. Biz yazarlar bu sitenin renkleriyiz. Biz soldukça yerlerimize yenilerinin gelmesi kaçınılmaz olmalıdır. Belirli sıklıkta yazı yazmayan köşe yazarının köşesini işgal ettiği düşünülmelidir.
Son olarak OYAK hakkında kamuemekçileri.org adresinde yazılan bazı yazılar ile oluşan istenmeyen hukuksal sonuçlar hakkında bir yorum getirmek istiyorum. Sayın Gürpınar Abimizin Sayın Adilhan Şanlı’nın konu ile ilgili köşe yazısına yaptığı yorumu iki kere okumanızı rica ediyorum. Mesaj ortadadır. Kendisi her zamanki kırıcı olmayan üslubuyla söylemek istediğini söylemiştir.
Kamu emekçileri sitesine üye olmayın veya yazmayın demiyorum. Sadece söylediğim şudur. Bizim her yazdıklarımızı sadece bizlerin okuduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz. İnanın küçük bir hatada kendimizi hakim önünde buluruz. Çünkü kapitalist bir sistem ile karşı karşıyayız. Onlar OYAK’ın parasıyla dava açıyorlar. Ancak biz sadece kendi paramızla komik ama haklı halimizle savunma yapıyoruz.
Ben bu sitede OYAK hakkında bazı yazılar yazdım. OYAK’ın 2001 yılında dolarize olarak haksız kazanç elde ettiğini söyledim. OYAK neden bana dava açmadı? Sayın arkadaşlarım benim OYAK hakkındaki fikirlerim sabittir. OYAK kapanmalıdır. Geriye yönelik olarak Asteğmenler başta olmak üzere hak kaybına uğrayan herkesin hakkı verilmelidir. Çünkü yönetiminde üye temsil dağılımı adaletli değildir. Çünkü iştiraklerinde çalışanlar objektif kriterlerle işe alınmamaktadır. Tıpkı bir zamanlar Ordu Pazarlarında olduğu gibi…
OYAK’ın hukukçularının bana söyleyebileceği söz yoktur. Bu nedenle de hakkımda dava açamazlar. Bilakis bahsettiğim 2001 yılındaki OYAK’ın haksız kazanç elde etmesi OYAK dergilerinde yayınlanmıştır. Hal böyleyken Savcıların OYAK hakkında soruşturma yapmaması da düşündürücüdür. OYAK iştirakleri kâr sağlama amaçlı kuruluşlardır. Ancak bu iştirakler de çoğu zaman OYAK vesilesi ile TSK güvenilirliğini ticaretlerinde diğer şirketlere karşı haksız rekabet anlamı taşıyacak şekilde kullanmışlardır. En basitinden Oyakbank reklamlarında “Emrinizdeyiz” ibaresi kullanmıştır. OYAK iştirakleri büyüteç altına alınınca başta vergilendirme ve devlet olanaklarının kullanılması olmak üzere altından çok şey çıkacağına inanıyorum. Ancak şu an sadece birkaç gazete köşesinde devede kulak misali bir takım şeyler duyuyoruz. Umarım savcılar bu haberlere de, şikayetçi emekli generale gösterdikleri duyarlılığı gösterirler. En üzücü olanı da bazı meslektaşlarımızın “geç bunları sen, OYAK olmasaydı o kadar parayı nerede biriktirecektin.” yaklaşımında olmasıdır.
Biraz da zülfiyare dokunmak lazım. Saygılarımla…Saatçi dükkanları çarşılarda en güzel yeri süslerler. Bazı saatler pahalılığıyla, bazıları ise görünümüyle göz doldurur. Eskiden evlerimizde tahta çerçeveli, ve cam bir dolap içinde altta sallanan sarkaçı, değişik sesler çıkaran metal çubuklarıyla duvar saatleri olurdu. Şu an duvarlarımızda duran çoğu promosyon saatlerden çok farklıydı bu saatler. En güzelleri de, saat başlarında içinden kuş çıkan guguklu saatlerdi. Bellirli zamanlarda çıkan bu kuş, sakin ve sessiz evlerin bir yörüngede, bir döngüde olduğunu anlatırdı bize. İlk aldığımız zamanlardaki ilgimiz, yerini sessiz bir içten rakam saymaya bırakırdı. Kaç defa çalacaksa ona göre yapılacak işler planlanır, namaz vakti ise akabinde ninemin gözleri yelkovanı sık sık takip eder, gece uyku vakti ise geciktiğimizi anlar ve yatakta uyuyabilmek için gözlerimizi sıkardık. Ninemin tespih çekme transını dahi guguklu saatin sesi bozar, tarhanasını yapma emrini verirdi. Evlerin zenginliğinin göstergesi ve gitgide bizi düzene sokarak yöneten guguklu saatin esiri olurduk. Pencereden dışarı baktığımızda yağan kar ve yağmur hayatın tekdüzeliğindeki yegane sıra dışılık gibi görünür, insanı öyle bir çaysatır öyle bir sevindirirdi ki, bakarken dalar giderdik, sıladan gelen sıcak bir mektup gibi…
Şimdi düşünüyorum da, nostaljinin tekdüzeliği ve yeknesaklığı bırak orada kalsın. Onu yaşadık ve bitti. Biz yine insanoğlunun yapması gerekeni, istemesi gerekeni istiyoruz. Bizi diğer canlılardan ayıran da zaten tekdüzeliğe karşı duruşumuz ve yenilik yapma isteğimiz...
Önümüzdeki hafta milletvekili seçimleri olacak. Herkes sakin, sorumluluk bilinci takılı yüz ifadesiyle sıraya girecek oylarını verecek. Ancak bir şeyler farklı olabilir. Belki bu kez gidip oylarını verenler son kez merakla seçim sonucunu bekleyecekler. Son bir heyecan, son bir özgüven, son bir muhalefet, son bir cezalandırıcı, son bir ödüllendirici olmanın yetkisini ve gururunu takınarak oylarını kullanacaklar.
Sanırım demokrasilerde en büyük tehlike muhalefetsizlik. Sanırım muhalefetsiz bir iktidar halkın heyecanlarını bile çalar. Sanırım bir gün hesap verme korkusunu hissedenler güçlerini pekiştirmek isterken halkı etkisizleştirmek isterler. Tıpkı bizim “Guguklu Saat”e bakarak geçirdiğimiz gençliğimiz gibi. Tıpkı 12 Eylül sonrası gibi… Tıpkı 12 Haziran’dan sonra yaşanabilecekler gibi… Ha dikta olmuş, ha dediğim dedik öttürdüğüm düdük diyerek aldığı çoğunluk oyunu, halkın tümüne bir kabulleniş dikte etmeye kalkan radikaller olmuş ne fark eder…
Saygılarımla…
Bugün sabah internet haberlerini gözden geçirirken bir haber dikkatimi çekti. Müteahhitler Birliği Başkanı Sayın Çakır yabancılara ev satış prosedürlerini kolaylaştırma yolunda kolaylıklar getirildiğini, bu nedenle de yabancılara mülk satışında patlama yaşanacağını, sektörün önünün açık olduğunu bildiriyor. Bu bildirisinde aşağıdaki paragraf ilgimi çekti. Okudum. Önce saf saf okudum. Sonra da art niyetli okudum. Her iki halde de Gönül’e bak Gönül’e dedim.
'MÜTEAHHİTLERİN ÖNÜ AÇILIYOR'
ÇAKIR, kısa süre içerisinde işlemlerin Tapu'dan yapılacak oluşunun müteahhitlerin önünü açacağını ve satışları patlatacağını belirterek "Bu sorunu 2010 yılında MÜTBİR'in ev sahipliğinde Alanya'da yapılan toplantıda gündeme taşımıştık. Bu toplantı sonrası Milli Savunma Bakanı Sayın Vecdi Gönül, iki kez beni arayarak sorunu çözeceğini söylemişti. Şu anda protokol hazırlandı. Bu da en büyük engelin kısa sürede kalkacağı anlamına geliyor. Artık sektörümüzün önü açılıyor. Sayın Başbakanımıza ve Sayın Gönül'e çok teşekkür ediyoruz" dedi.
Sayın meslektaşlarım ben de konuya yakın olduğum için bir kez de benden dinleyin. Yabancılar ülkemizden gayrimenkul edinirken ilgili ordu komutanlığından müsaade yazısı verilir. Bu işlemler biraz uzun sürer. Belediyeden harita çıkartılır. Kadastrodan bilgi alınır. Bu işler hem zaman olarak hem de maliyet olarak ülkemizden ev alacakları ya da onlara ev satacakları ilgilendiren prosedürlü ve bir o kadar da haklı bir süreçtir. Dolayısıyla bu süreci yok etmek ya da basite indirgemek isteyen sektör işini kolaylaştırmak için Milli Savunma Bakanlığından yardım istemiştir. Milli Savunma Bakanı da Sayın Mütbir Başkanını iki kez arayarak sorunu çözeceğini söylemiş. Dikkatinizi çekerim Bakan arıyor. Yani telefonun tuşlarını Bakan çeviriyor ya da çevirtiyor. Yani Mütbir Başkanı çevirmiyor.
İşte böyle Sayın Arkadaşlar… Gelelim yorumlarımıza;
Ay akşamdan ışıktır yaylalar yaylalar
Yüküm şimşir kaşıktır dilo dilo yaylalar.
Uzar gider…… Benden yorum bu kadar. Kalanı sizin yorumunuza ve satılmamış bir basın parçası kaldıysa onların alakasına.
Hiç bu kadar üzüntülü yazı yazmamıştım. Başım ağrıdı. Saygılarımla...
Dün oğlumun okuluna gittim. Kantinin yanında bir masa vardı. Masanın üstü o kadar kirliydi ki yanındaki sandalyeye oturamadım. Kantin görevlisine sordum. Bu masayı temizlemek kimin görevi dedim. Kendisi bunun kendi görevleri olmadığını, okul idaresinin görevi olduğunu söyledi. Pekala dedim ve okul idaresine gittim. Okul müdürü bana çok yakın ilgi gösterdi. Hemen benimle ilgilendi ve benimle kantine gelip hesap sormaya yeltendi. Müdür yardımcıları müdürü ustaca yerine oturttular ve bana;
Dediler. Ben kantinciler ile yüzleşmek istediğimi ve kantincilerin bana söylediğini aynen müdür yardımcısına söylemesi gerektiğini söyledim. Müdür bey tekrar yerinde atıldı;
Dedi. Ancak yardımcılar tekrar ustaca oturttular. Biri benimle geldi. Kantine gittik. Kantinciye masayı neden silmediklerini sorusuyla birlikte, silmeleri gerektiğini söyledi. Kantinci sildiklerini söyledi. Birlikte masanın yanına doğru gittik ve katılaşmış pislikleri olan boş masanın yanına geldik. Masanın az ilerisinde altı yedi kadın duvar taşlarına oturmuş örgülerini örüyordu. Bir tanesi bana öyle bir baktı ki… Sanki “…ya nerden çıktın. Başımızı şişirmeye.” der gibi… Ben masanın yanında görevliye dönerek;
dedim. Kendisi bana dönerek;
diye cevap verdi. Ben de burasının okul olduğunu ve dolayısıyla burada çocukların olacağını, yetmiş yaşında insanları beklememesi gerektiğini söyledim. Sonra müdür yardımcısı silmeniz gerek diyerek kantinciye baktı. Kantinci;
Diye cevap verdi. Ben müdür yardımcına döndüm ve;
dedim. Kantinci müdür yardımcısına dönerek;
Dedi. Müdür yardımcısı hemen bana dönerek;
dedi. Mesele çözülmüştü ancak böyle çözülmesi karşısında bozulmuştum. Oradan uzaklaştım. Çarşıya gittim. Fakat yaşadıklarım aklımdan çıkmıyordu. Resmen kantincinin cüreti ve müdür yardımcısının “nerden çıktın be adam?” tarzı hoşuma gitmemişti. Tekrar okula döndüm. Okul müdürünün yanına gittim. Müdür bey;
dedi. Sonra sitem dolu sözlerle;
dedi. Daha çok derdi vardı. Ancak o anlatmak istemedi. Ben de sormak istemedim. Çünkü kendisine usulsüzlük nedeniyle soruşturma açılmıştı. Üstüne üstlük yerel gazetede de manşet yapılmıştı. “Müdür neden gitti?" Kendisi “Ben ne edeyim? Nerelere gideyim? Derdimi Kimlere anlatayım?” psikolojisindeydi. (Basın devletten önce müdürü yollamıştı.)
Neyse yaşandı bitti. Ofise geldim. Bir çok konuda hemfikir olduğumuz bir abim vardır. Kendisi 12 Eylül döneminde içeri girmiş çıkmış. Halen siyasi yaklaşım olarak da sol görüşlüdür. Durumu kendisine anlattım. Kendisi Trakya şivesiyle;
Yutkundum bir şey diyemedim. Ancak içimden kendi kendime konuştum. "Yahu sen de böyle düşünüyorsan ve beni haksız buluyorsan ben nerelere gideyim? Kimlere anlatayım?"
Sonra bir enstantane daha aklıma geldi. Ama nereden geldi bilmem. Çok tanınmış, Atatürkçü, aileden Atatürk’e yakınlığı ile bilinen milliyetçi görüşlü, eski bürokrat gazeteci bir beyefendinin eşiyle kendilerine kiralık büyük ve güzel bir ev arıyoruz. Dedim ya adam milliyetçi, Atatürkçü, Atatürk’e yakın bir aileden gelme… Hanımefendiye bir daire gösterdim. Aynen dediği kelime “Leşşş….”
Galiba kendi sosyokültür seviyesinden aşağıda olan daireye yakıştırdığı “Leş” sıfatı da bana aynı şeyleri düşündürmüştü. Nerelere gitsem. Kimlere anlatsam…
Sonra Sayın Kılınç’ın köşe yazısını okudum. Köşe yazısının takıldığım bölümü dernekteki bazı kişilerin serzenişiydi. Bu sözler karşısında, sağduyulu, mücadelemizin sesi ve yüreği olan tüm meslektaşlarım hep bir ağızdan “... Laaa havle vela… Ben nerelere gitsem. Kimlere anlatsam…” demişlerdir.
Sonra aklıma Türkiyeli Donkişot lakabı takılan Profesör Orhan Kural geldi. Adam toplumun görmediği ya da gözardı ettiği haklı çıkışları nedeniyle ne kadar alay konusu olmuştu. Dayak bile yemişti.
Bir TUNCER KÜÇÜK’ün onur yürüyüşünü bile sahiplenemedik ya… Kendisi yürüyüşü bitince, kendisine yapılan uygulama karşısında, bu uygulamaya sessiz kalarak destek veren emekli astsubay toplumuna aynen şu kelimeyi söylemiştir. “Ben ne edeyim? Nerelere gideyim? Derdimi kimlere anlatayım?"
Saygılarımla…
……..
Ben yıllarca vatanın dört bir tarafında çalışarak emekli olmuş bir assubayım. Allah razı olsun devletten. Çalıştık çabaladık. Emekli maaşımızı hak ettik. Şimdi torun torba sahibiyim. Kızım hemşire. Eşi doktor. Büyük oğlum Kurmay Yarbay. Şimdi Amerika’da görevde. Eşi de öğretmen. Torunlarım hepsi kendini yetiştirdi. Her yıl askeri kampa giderim. Bu yıl da Uludağ’a gittim. Gerçi kasım ayında idi ama yine de güzeldi. Aslında herkese her yıl kamp çıkmaz ama sağ olsun bazı tanıdıklarım var onlar araya sıkıştırırlar. Çalışırken biraz birikim yapmıştım. Sonra da babadan biraz miras kalınca birleştirip güzel bir ev aldık. Emekli ikramiyemi bankaya koydum. Bir ara OYAK emekli sistemine emekliler de bir kereye mahsus dahil edilmişti. O zaman ben de üye oldum. Allah razı olsun oradan da gelirim var. Torunlara harçlık yapıyorum.
İyi ki buraya yerleşmişim. Oturduğumuz muhitte bir çok emekli subay var. Herşey çok düzenli. İnsanın emekli olunca birbirinin dilinden anlayacağı kişilerle komşuluk etmesi güzel. Karşı komşum Emekli albay. Sağ olsunlar Albayım çok mütevazi insan. Bazen akşamları Albayımla tavla atarız. Onu yenmek benim için keyif verici. Yendiğim zaman "-Albayım öğrenin de gelin." dediğimde kızarır. "-Yahu Mahmut zar tutuyorsun." der. Günler böyle akıp gidiyor işte.
Eski arkadaşlarla çok sık görüşme imkanı olmuyor. Bazılarından haber alıyorum. Çoğunun durumu iyi değilmiş. Eeee zamanında düşünmezsen öyle olur. Biz yarınları düşündük. Şimdi maaş yetmiyor diyorlar. Ara sıra orduevine uğradığımda bizim TEMAD’cı arkadaşları görüyorum. İyi hoş da beni açmıyor.
Günümün çoğu evde çarşıda geçiyor. Kahveye pek çıkmıyorum. Etraftaki komşularımın çoğu benim emekli astsubay olduğumu bile bilmiyor. Çok soran olursa Silahlı Kuvvetler'den emekliyim diyorum.
Geçenlerde emekli astsubay bir arkadaşla biraz tartıştık. Kendisini arasıra grosmarkette alışveriş yaparken görürüm. Selamlaşırız. Biraz entelektüel biri. Bana dedi ki… “ Mahmut bey haklarımız için mail kampanyası var katılır mısınız?” Tabii ki güldüm. "Yahu ne maili, ne kampanyası hiç haberim yok" dedim. Bana uzun uzun anlattı. Yok emekli assubaylar diye bir site varmış, bir oluşum varmış, etkililermiş, birlikten kuvvet doğarmış. Ben de dedim ki; "Yahu kardeşim ben bu yaşıma kadar hiçbir subaydan bir kötülük görmedim ama assubaylardan çok gördüm. O nedenle ben o defteri kapattım. Hem ben TEMAD’cılarla görüşüyorum bazen. Hiç bana bir şey anlatmadılar".
Aslında ben arkadaşlığa dostluğa önem veren biriyim. Her yıl devre gününde arkadaşlarla bir araya geliriz. Eski günleri yad ederiz. Şimdi ne yaptıklarından haberdar oluruz. Ancak herkes gelmiyor. Toplasan 30-40 kişi. Ama helal olsun hepsinin de durumu iyi. Kiminin çocuğu Amerika’da, kiminin torunu. Kimi ticarette başarılı olmuş. Kimi emekli olduktan sonra bir firmada müdürlük yapıyor. Aslında bizim devrede 500 kişi idik. Demek ki ben hayırsız değilim. Diğer 460 kişi hayırsız.
Hal böyleyken böyle. Artık yaşlandık. Yengenizde de bende de ihtiyarlık rahatsızlıkları çıkmaya başladı. Geçenlerde safra kesesinden ameliyat oldum. Sağ olsunlar hastanede profösör ilgilendi. Bölüm başkanı özel ameliyatıma girdi. Şimdi çok iyiyim.
Ben Sosyal Demokrat adamım. Atatürk’ün ilkelerinden taviz vermem. Ordumuz bu ülkenin bekçisidir. Ordumuzun üstünde oynanan oyunlara bir son verilmelidir. Ordu bunu fark edip gereğini yapmalıdır. Bazı emekli arkadaşlarımız da orduya karşı oynanan oyuna alet oluyormuş gibime geliyor. Ona buna uyup da muvazzafları komutanlarına karşı kışkırtıp onların istikballerini mahvedecekleri endişesini taşıyorum. Nitekim bizim Hakkari’deki ufaklık haylaz da kafasına göre bir şeyler öğrenmiş ileri geri konuşuyor.
Bu yazım vesilesiyle 1 Mayıs işçi bayramını canı gönülden kutlarım. Kalın sağlıcakla…
Eğer sen kirliysen arkadaş her şeyi yaparsın. Sen kirini sağa sola da bulaştırırsın, kirletirsin!
Bir zamanlar temiz eller operasyonları yapılırdı. Rüşvetçilere, vurgunculara, halkın genel sağlığıyla oynayanlara televizyon yapımcısı Uğur Dündar suçüstü yapardı. Bizler de bu programlardan sonra herkesin ayağını denk alacağını düşünür aynı simitçiden, aynı dönerciden karnımızı doyurur dururduk. Sonra o programların izlenme oranı düşmüş olacak ki yayından yavaş yavaş çekildiler. Hoş, Avrasya gemisine, kameramanların hilesine sığınarak, havadan iniyormuş süsü vererek halkı kandıran bu tür programcıların esas amacının reyting olduğunu sonradan anlamıştık.
Ülke olarak ne kadar kirliydik!.. Bu kir ne kadar bulaştı hepimize!.. Bir cumhurbaşkanımızın “Dün dündür bugün bugün” , diğerinin ise “ben zengin severim.” Demesi balığın ne kadar baştan koktuğunu gösteriyor. Bir Başbakanımızın yurt dışında kumarhanelerde yumruklanması, diğerinin Kaddafi’nin çadırında azarlanması, bir başkasının da ilgisizliğini belli eden gaflarının ayyuka çıkması bizi sadece magazin olarak güldürdü. Yani ağlanacak halimize gülüyorduk. Sonra final yapar gibi elini kolunu sallayamayacak derecede hasta olan bir başbakan tarafından yönetilmeye ses çıkaramadık.
Sorunu biliyorduk ve çözümü bulmuştuk. Liberaller gelip toplumu düzeltecek idi. Böylece krizler ülkesi olmayacak idik. Artık kirliliği arz taleple yıkıyoruz. Soğuktan donanı buzla ovdukları gibi… Liberal Başbakan basından hiç tepki almayan yüz yılın gafını yaptı. “Ülkemizde yüz bin Ermeni kaçak çalışıyor. İstersek yarın kapının dışına koyarız.” Kendisine “One minut” demesi gerekenler o sırada parti binalarında yatak fantazisi yapıyorlardı. Bu sırada başbakan azı almış gidiyordu. Yargıyı kendine bağlı görüyor ve fırça atıyordu. Polis ve imamlara padişahın hassa ordusu muamelesi yapıyordu. Basın özgürlüğünü eleştirenleri yerli yabancı demeden azarlıyordu. Tıpkı Kaddafi gibi… Tıpkı Ahmedinecad gibi… Tıpkı Hügo Chavez gibi…
Ellerinde kılıç yerine keser tutan askerler zaman zaman sahneye girip semirirlerdi. Ülkenin anayasal vasiyetli sahibi, turnusol kağıdıyla ölçülmüş en vatansever insanları olmanın dayanılmaz hafifliği vardı üstlerinde. Ancak muhafazakar liberaller çok acıkmıştı. Onların araya girmesine ve oyuna dahil olmasına müsaade etmediler bu kez. Ayrıca yılların birikimi olan bilinçaltılaşmış bir öfkeleri de var idi. Biz gazete sayfalarında onların didişmesini okurken, mührün Süleyman’ın elinde olduğunu gören rütbe avcılarının saf değiştirmesi zor olmuyordu.
Artık patronlar ve müteahhitler de yeni duruşlarını sergiliyorlardı. İhale ve hak edişler bir tarafa göz yine fakirin ekmeğine dikilmişti. Artık herkese asgari ücret, köle gibi çalışma koşulları. Beğenmezsen kapıda bekleyen binlerce insan parmakla işaret ediliyor. Kirliliğin globalleştiği, şifrelerinin yapıldığı günler yaşıyoruz. Kim bilir geçtiğimiz yıllarda kaç kişi hiç hak etmediği halde üniversiteyi, liseyi, mesleği, tazminatı, iltifatı aldı şifreli yolsuzluk sayesinde. Kapsama alanı genişlemiş bir vurgunculuk almış başını gidiyor. Bankalar, GSM şirketleri alenen halkı soyuyor. Sabit ücret iadeleri sadece itiraz edene iade ediliyor. Hukukçular üç maymunu oynuyor. Timur’un filleri arttıkça artıyor.
Parsa büyümüş, iştah kabarmış. Arttıkça artıyor. Benim bir sözüm Yunus Emre’nin ağzından sözüm ona muhafazakar liberallere…
Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil.
Sen halkı temsil etme görevinde iken onu sömüren vicdan hırsızı; yalnız değilsin ve her ülkede varsın. Cennet ve Cehennem de belki senin için lazım oldukça kullandığın kapitalist masaldır. Kapı arkasında asılı duran seccaden, aslında bencil bir umut taciri olduğunu ne kadar betimliyor. Rahat ol ve heyecanlanma. Çünkü biz gazete sayfalarında sizleri fotoroman gibi okuyoruz. Yüzde yüz kontrolünüz altındayız. Ellerimizdeki kirler gazete mürekkebinin bulaşığı gibi görünse de aslında sizin bize bulaştırdığınız kirler. Ve biz birazdan gidip o kirleri birbirimize süreceğiz, sizi çoğaltacağız tıpkı transformers gibi…
İnsan bazen yalnız kaldığında nerede hata yaptım diye düşünür ya… Bazen bizim onur mücadelemizde nerede hata yaptığımızı düşünürken yolun sonu zülfiyare dokunan yerlere de çıkıyor. Lap diye konuya girmek istiyorum. Çünkü aforozluk bir konuyu sulandırma niyetinde değilim. Düşündüğümü olduğu gibi söyleyeceğim.
Saygıdeğer Mehmet Ali Kılınç büyüğümün mesaj panosundaki yazısını okuyunca kendi kendime ne kadar haklı dedim. İnsanlar kendi içine düştükleri ataleti örtbas etmek için sıradanlaşabiliyorlar. Bazen kendi düşünceleri böyle olmasa bile, genel söylenti tezgahına alet olabiliyorlar. Mışlar mişler üzerine kurulan haklılık yalanları birbirini izliyor.
OYAK konusunda bazı hatalar yapıyormuşuz gibime geliyor. OYAK’ı eleştiriyoruz. Her tesisinin başında emekli subay var, ancak yüzde altmış temsil oranımıza rağmen hiç emekli astsubay yok diyoruz. Biliyoruz ki OYAK iştirakleri kâr amaçlı ticari kuruluşlardır. Bu kuruluşların çalışanları da orada çalışarak bir gelir elde ederler. Türkiye’de yaklaşık yirmi bin emekli subay vardır. Bunların en fazla 100-200 tanesi OYAK iştiraklerinde çalışmaktadırlar. Bu kişiler bu görevlere objektif bir kıstas ile getirilmemektedir. Ayrıca ilgili iştirakin konusu ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan kişiler de amiyane tabirle kayırma yöntemiyle görev başında tutulmaktadırlar. Bu durum diğer aklı başında olan subayları da rahatsız etmektedir. Dolayısıyla bizlerin objektif bir değerlendirme yapılmaması nedeniyle savunmamız gereken düşünce şudur. OYAK ve iştiraklerinde OYAK üyelerinin ve birinci derece yakınlarının görev alması yasaklanmalıdır. Eğer emekli assubaylar biz de OYAK’ta oranımız nispetinde görev almalıyız derlerse hangi objektif kıstas devreye girecektir?
ASLANLAR ve öküzler hakkındaki meşhur hikâyeyi bilirsiniz. Bizim OYAK ile mücadelemiz aslında bu hikayeye uyarlanması gerekmektedir. Heyhat değer yargılarımız öyle değişmiş ve bencilleşmişiz ki olaya sadece para gözüyle baktığımız için objektifliği ve “diğerlerinin hakkı” kavramını göz ardı ediyoruz.
Sayın TEMAD Başkanı bir açıklama yapmış. Açıklamasının sonuna kendince ustalıkla şu satırı ilave etmiş. “Yönetim Kurulu üyemiz Kadir Kocalar MHP’den aday adayı olmuştur.” Sayın Başkan doğal olarak yönetim kurulundan birini bir partiden milletvekili yaparak bir taşla üç dört kuş vurmayı düşünebilir. Düşüncesinde de haklıdır. Zaten “Aramızdan bir milletvekili çıkaralım.” diye yanıp tutuşan camiamızda bu fikre karşı çıkmak orduya karşı tek başına durmak gibi bir şey olsa gerek. Ama ben bunu yapacağım. Ben "hayır" diyorum. Hayır Sayın Genel Başkan herkesi yanınıza alabilirsiniz. Her şey söyleyebilirsiniz. Benim gibi düşünenlere de bin bir türlü ithamlarda bulunabilirsiniz. Ben şu haliyle Sayın TEMAD hukuk komisyonu Başkanı Kadir Kocalar’ın adaylığına “hayır” diyorum. Kendisine bir şartla “evet” derim. Mevcut TEMAD yönetiminin çalışmalarını yetersiz bulduğunu itiraf eder, yönetim kurulundan istifa eder veya Sayın Mustafa EROL’u istifaya davet ederse destek vereceğim. Mevcut TEMAD yönetimi emekli assubayların hakları üzerinden yakınlarını ve etrafını kayıran bir yönetim tarzı izlemektedir. Bunu destekleyen göstergeler mevcuttur. Hal böyleyken Sayın Kadir Kocalar’ ın aday adaylığını da aynı şekilde değerlendiriyorum. Ben böyle düşündüğüm için klasik suçlamalarla karşılaşmaya hazırım. Büyük resmi görememekle itham edilebilirim. Bir araya gelememizin ve birlik olamamamızın nedenlerinden birine örnek olarak da gösterilebilirim. Hayır hayır. Kesinlikle Hayır diyorum.
Hazır başlamışken biraz daha zülfiyare dokunalım. Sitemizin köşe yazılarını okuyorum. Ayrıca bir şeye de çok dikkat ediyorum. Hangi başlığa kaç kez tıklama yapılmış? Yani hangi yazı ne kadar okunmuş? Kendimce çıkardığım sonuç şudur. İçinde zam, para, OYAK veya bunlarla ilgili tartışma olan yazılar okuyucular tarafından daha çok tıklanıyor. Ortalama bir yazının okunma sayısı 400-600 civarında iken (…ki küçümsenecek bir rakam değil), bu tür yazıların okunma sayısı çok daha fazla oluyor. Aslında örneğin “zam geliyor” diye yanıltıcı bir başlık atıp bunun doğruluğunu ispat etmek mümkündür. Peki sonuç… ???????
Bir sözüm de TEMAD şubelerine… TEMAD şubeleri sorunlarımızın en iyi bilindiği ve şekillendirildiği yerlerdir. Birlik beraberlik olma uğruna feda edilebilecek şeyler vardır elbette. Ancak şubelerde üyeler kendi aralarında konuşurlarken gösterdikleri tepkiler acaba Genel Merkeze yansıyor mu? Ortalığın güllük gülistanlık olmadığı ortadayken tozpembe tablo çizmenin imkanı yokken Genel Merkezi ve Sayın Başkan’ın tutumunu eleştirmemenin sebepleri nelerdir? Aksi taktirde en basit düşünceyle TEMAD şube başkanlarının ellisinden veya altmışından sonra başkan olmanın tatminliğini yaşadıklarını düşünmek hepimizi üzer.
Bir de düşünüyorum da, aramızdan yaprak dökümü gibi ebediyete intikal edenlerin yanı sıra, davamızdan kopanlar da olmaktadır. Acaba bazılarımız neden soğuyor davamızdan? Mücadele güçlerinin kalmadığı için mi? Yoksa birlikte mücadele ettikleri kişilerle aynı şeyleri düşünmediklerini geç fark ettikleri için mi? Sonra birdenbire aramıza yeni arkadaşlar dalıyorlar. Bizim yıllardır söylediklerimizi hiç söylememişiz gibi yersiz itham ediyorlar. Üstüne üstlük bizim araştıra araştıra hazırladığımız “Biz kimiz? Ne istiyoruz?" açıklamamızı okumadan kendilerince verilmeyen haklarımızı sıralıyorlar. Biraz tahribattan sonra onlar da sıralara katılıyorlar. Tıpkı benim gibi, senin gibi…
İlkokul sıralarında Türkiye’den sonra ilk öğrendiğimiz ülke idi Japonya. Onlar TRT’de sık sık izlediğimiz Amerikan filmlerinde çekik gözlü acımasız insanlardı. Daha sonraki yıllarda Japonya ve Japonlar hakkında bir çok şey öğrendik. Çok uçlarda yaşayan bir halk Japon halkı. Samuray filmlerinde onurları için harakiri yapabilen bu cesur halkın İkinci dünya savaşında ABD donanmasının neredeyse tamamını denizin dibine gömdüğünü, kamikaze uçakları ile milli kahramanlığın en uç noktasını sergilediklerini öğrendik. İkinci dünya savaşının sonunda iki kentini yok eden atom bombasının acılarını ve yıkımlarını yıllarca yaşayan bu millet, yetmişli yıllarda dünyanın bir numaralı elektronik devi olmuştu. Süper güçler arasında yerini hemen alan bu ülke adını depremlerle alay edişiyle de duyuruyordu.
Japonlar tarih boyunca insanlığın en büyük sınavlarına tabi tutulmuşlar ve hepsini başarıyla geçmişlerdi. Geçtiğimiz günlerde Japonya’da korkunç şeyler oldu. 8,9 şiddetinde depremin ardından oluşan dev tusunami ve yine nükleer felaket Japonya’yı hedef aldı. Japon halkı yiyecek ekmeğe bile muhtaçken yine vakur davranıyor, kendisine günler sonra verilecek olan bir dilim ekmeği için sırayı bozmuyor, bir yandan da evlerini suların götürdüğü bahçelerinde kurdukları barakalarda yağan kar ile mücadele ediyor.
Tanrı bu halkı can fedakarlığı ile sınıyor gibi. En son olarak da Nükleer santral’den daha fazla radyasyon yayılmaması için 180 Japon yirmi birinci yüzyılın kamikazeleri oldu.
Bu yüce değerlere sahip büyük halkı saygıyla selamlıyoruz.
Japonların bu özelliklerini başka bir millet ile kıyaslamaya çalışırsak söyleyebileceğimiz şey “Japonlar ve diğerleri” dir. Peki neden bu halk diğer halklardan farklıdır? Neden vatanlarını çok severler? Neden? Neden? Tabii ki hepimizce bir nedeni vardır.
Vatanseverliğinin boyutları, geleneklerine bağlılığı kuvvetli olan bu toplumun acaba bizimle hangi ortak noktası var biliyor musunuz? Eve girerken onlar da ayakkabılarını çıkarırlar. Başka ortak noktamız yok desek yeri var…
Allah dağına göre kar veriyor. Japonlara da, bize de kaldırabileceğimiz kadar yük veriyor.
Biz emekli assubaylar yıllarca kanun emrinde disiplinle idare edildiğimiz için bazı adımları atmakta zorlanıyoruz. Miting yapalım dedik ancak 9 Ekim 2010’da yaptığımız miting o kadar düzenli idi ki neredeyse içtima gibi geçti. Sanki resmi geçit yaptık. Polis hayatının en kolay görevini yaptı bizim mitingimizde…
Bazen olumsuzluk saydığımız özelliklerimiz çok olumlu özelliklere dönüşebilir. Biz neden içtima yapmıyoruz? Evet yanlış duymadınız, biz neden içtima yapmıyoruz? Bizler en iyi içtimayı biliriz. Eylemimiz de içtima gibi oldu. Öyleyse içtima yapmalıyız.
Önce tüm TEMAD şubeleri içtima yapmalı. İçtima tarihleri verip tüm üyelerini içtimaya çağırmalıdır. Daha sonra 87 şubenin katılımıyla Genel Merkezimizin önünde içtima yapmalıyız. Hiçbir pankart açmadan ve hiç kimseden izin almadan Atatürk bulvarından yürüyüp Genelkurmay Başkanlığı önünde Sayın Genelkurmay Başkanımıza içtima halinde durum vaziyet bildirmeliyiz.
Bizim şu an 87 şubemiz var. Üye sayısının onda biri kadar bir şube katılımı mecburiyeti istenirse ve bunun haricinde gönüllü gelmek isteyenleri de serbestçe aramıza alırsak en az 10 bin kişi oluruz. Bandomuzu da çağırırız. Bandomuz eşliğinde İstiklal marşımızı da okuruz.
Sayın Meslektaşlarımız, bizim her şeyden önce itiraz etmemiz gereken bir konumuz var. Bizim yerimizin diğer emeklilerin yanı değil gazilerin yanı olması gereğidir. Gazi kelimesinin anlamı; vatanı uğruna savaşmış kahraman demektir. Bizler çoğumuz terörle mücadele ettik. Türk bayrağını sınırlarımızda ve karakollarımızda canımız pahasına dalgalandırdık. Biz, gazi tanımının içinde olan insanlarız. Bizim şu anki öncelikli tanımımız emekli astsubay değil VETERAN’dır. Bizler Veteranız. Bu nedenle haklarımızı bir VETERAN olarak istemeliyiz.
Veteran devleti ve milleti uğruna canını feda etmiş bir insandır. Genelkurmay Başkanlığına ve hükümete bu yönümüzü hatırlatmalıyız. Hakkımız olanı kendimiz gibi istemeliyiz. Önümüze geçip bize engel olmaya çalışacak polisin karşısına bu yönümüzle çıkmalıyız. Madalyası olanlar göğsüne takıp gelmelidir.
TEMAD bizimdir. Genel Başkanımız ve şube Başkanlarımız da birer dava adamı ve meslektaşımızdır. İnşallah kendileri de bu fikrin bu siteden çıkması nedeniyle burun kıvırmazlar. Hiçbirimiz küçük hesap yapmamalıyız.
Saygılarımla…
İnsanlar ünlü olunca sözleri de ünlü oluyor. Nitekim birçok ünlü kişi bin yıl sonra bile sözleriyle anılmaktadır. Merhum Necmettin Erbakan’ın meşhur “ Kadayıfın altı kızarmadan” deyişi çok değişik alanlarda kullanılmıştır. Ancak merhum Erbakan zamanın iktidarı olan Adalet Partisi’ni kerhen desteklediklerini bildiren bir açıklama ile “ Kadayıfın altı kızarmadan hükümet değiştirilmez” diyerek bu sözü siyasi literatüre sokmuştur. Daha sonra da hükümetin güven oyunun kendi ellerinde olduğunu ve bunu her zaman kullanıp hükümeti düşürebileceklerini belirten bir açıklama ile “ kadayıfın altı kızarmış mı bir bakacağız.” Diyerek tekrar kullanmıştır.
Bu sözü günümüzde kullanmak ne kadar zor değil mi? Merhum’dan sonra artık kimse kadayıfın altını kontrol etmedi.
Siyaset hayatımıza bir bakalım. Kadayıfın altını kontrol edecek bir parti var mı? Maalesef yok. Artık ağızlardan çıkan kokuşmuş bir laf var. Doğru ve hiç duymayı istemediğimiz bir laf bu… “Tuz koktu.” Sözün uzunu şöyle “Balık kokarsa tuzlanır. Ya tuz kokarsa…” Tuzun kokması kelime anlamı ile ; yöneticilerin yetkilerini aşarak bir takım kuralları sorumsuzca çiğnemesinin sonucunda ortaya çıkan kavram kargaşası demektir.
Hükümetin torba yasanın içerisine merhum Erbakan’ın devletin hazinesine olan yaklaşık on bir milyon TL borcunu affeden bir madde eklemesi ve bunun sebebinin ise siyasi ahde vefa olması tuzu kokutmuştur. Mahkeme kararıyla halkın parası olarak hazineye ödenmesi gereken bu para küçük bir siyasi duyguyla affedilmiştir. İşe dinsel açıdan bakınca da durum vahimdir. Bunu yapan kişilerin dini ancak bir afyon olarak kullandığını düşünmek yanlış olmasa gerek.
Yürütmenin başında bulunanların yargıyı halka şikayet etmesi de tuzu kokutmuştur.
Devletin çalışanlarının hiyerarşisini hiç düşünmeden, menfaat ayrıcalığı temel amaçlı düzenlemeler yapılması, bazı kurum çalışanlarının sorunlarının bilinçli olarak giderilmemesi ve bazılarına da haksız iyileştirmeler yapılması da tuzu kokutmuştur. Siz daha da çok fazla örnek verebilirsiniz.
Bu gizli gündemi göremeyerek alet olan bilinçsiz halk kesimine nasihatten öte bir diyeceğimiz elbet yoktur. Ancak her istediği özlük hakkını alıp, kendi kurumunda çalışanların özlük haklarını görmeyerek kendi kurumundaki hiyerarşiyi, birlik beraberliği bozan sözde eğitimli zümreye ne demeli? Böl parçala ve istediğin gibi yönet taktiğini en iyi bilenler nasıl da böyle bir oyuna geldiler…
Basın özgürlüğünde dünyadaki yerimiz gittiğimiz yönün en doğru göstergesi, gizli gündemin de deşifresidir.
Ben hiçbir siyasi hareketin destekçisi olmadan direk olarak assubayların ortak sesinin şu olduğuna inanıyorum.
Bizi öteleyen, yaptığımız işi küçümseyen, neredeyse dışarıdan toplu para yatırıp hiç çalışmadan emekli olan en düşük maaşlı SSK ve Bağkur emeklisi ile kıyaslama cüretinde bulunan, kendisinden haklarımı istediğimde haklı olduğumu söylediği halde parmağını kıpırdatmayan, benden aldığı hakkı torba yasa içinde iş adamlarına ve yandaşlarına peşkeş çeken bu kadayıfın altı kızardı.
Saygılarımla…