Uzun süredir Astsubaylar, Astsubayların sorunları, Emekli Astsubayların içinde bulunduğu durumu konu etmedim. Tabii ki ilgisiz olduğumdan değil. Sadece bir süredir taşıdığım fikirlerin içinden geçilen sürece zarar vermemesi için sustum.
Her seferinde kitabı yeniden yazmak, içine “aslındalar” sokuşturmak, yeni şeyler güzel sözler keşfetmek yazılarda çok şık dursa da, duvarda tablo gibi asılı duran resmimizi tasvir etmenin acı da olsa daha doğru olacağının kanaatindeyim.
Bundan üç yıl önceydi. Bizler bir Ekim sabahında derneğimizin bir sözüyle Ankara yollarına düşmüştük. Eylem yapmıştık. Sözde eylem… Çok kalabalık olmamıza, ateşli olmamıza rağmen kimse bizi duymamış ve duymak istememişti. Ama kendi kendimize gelin güvey olmamıza yetmişti. Ben bile bu yürüyüşün ardından “Akıncılar” diye bir yazı kaleme almıştım. Ne kadar çok övünmüştük kendimizle…
Sonra köhnemiş, kısır döngüden dışarı çıkamayan, üslup hatası yapan eski TEMAD yönetimini zor da olsa değiştirmiştik. Yeni TEMAD Başkanı sanki Türkiye’den önce bize başkanlık sistemini getirmiş gibiydi. Açık söylemek gerekirse, kıskanılacak derecede başarılı hitap gücü, toplumun her önüne çıkışında dersini çok iyi çalışmış, usta biri olduğu izlenimini hepimize vermişti. Yeni TEMAD yönetimimiz bizlere güven vermiş olsa da bu güven havasının zamanla dağıldığını görmek bizleri oldukça üzüyordu.
Bizler yeni yönetimimiz etrafında kilitlenmeye ve bir uyanışa, bir haykırışa kalkışmışken, ilginç gelişmeler yaşanmaya başlanmıştı. Ne yalan söyleyelim, geçen süre içinde hiç hesapta yokken “Dünya Assubaylar Günü”müz olmuştu. Elimize aldığımız bu çocuğumuzu büyütmek, elbette ki görevdi. Ancak ilginçtir ki soruyorum. Böyle bir gün olması ve kutlanması gerekliliği acaba hangi kitlesel bir isteğimizin sonucuydu? Benim hatırladığım kadarıyla bizim isteğimiz şöyle idi. “Bir Assubaylar günümüz olsun. Bir de ortak marşımız olsun.” Neyse fena mı oldu diyerek, çıtanın böyle yükseltilmesini birazcık kaygıyla olsa da mutlulukla kutladık. Lider olmak, daha fazlasını düşünmek gerektiriyor ya, belki de o nedenle bizden daha iyi düşünülmüştür. Ancak benim süregelen bir kaygım vardır. Tüzüğümüze de kaldır parmak, indir parmak usulünde bir madde ile koyulan bu günün eğrisini doğrusunu hiç tartışmadık. Hoş, tartışsaydık ne ile yaftalanıp, neyle üzerimize gelineceği kesindi. Kuşkusuz ben de isterim bir Dünya Assubaylar Günü olsun. Ancak sürekliliği sağlayacak gerekli organizasyon komitelerini kurmadan böyle bir günü nasıl dünyaya yayabiliriz ki… Dünyada sadece Kuzey Kıbrıs, Arnavutluk ve Bosna Hersek yok ki… Ben şimdi desem ki, ikinci Dünya Assubaylar Günü Uluslar arası düzeyde kutlanma açısından bir öncekinin gölgesinde kalmıştır. Tabii ki bu sözüme karşı bir çok sav geliştirilebilir. Ancak ben diyorum ki, gerekli planlı çalışması yıl içine yayılan, yönetimlerle eş güdümlü, ancak yönetimlerden bağımsız bir Dünya Assubaylar Günü konulu koordinasyon Komisyonu ve Başkanlığı kurulmadığı sürece maalesef bu gün bu yönetimimizle birlikte tarih olur gider. Bir başka yönetim gelir, bir Tüzük Kurultayı toplar ve acı bir değişiklik yapar. Etkisiz kalan bu maddeyi kaldırır. Gelin yol yakınken bu işin temeline el atalım.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin İç Hizmet Kanunu ve Askeri Ceza Yönetmeliğinde ceza puanı sistemi getirilmesi, maalesef yaşanan intiharların artmasına sebep olan, maalesef paradigmaları değiştiren, olumsuzluklarla doludur. TEMAD konu ile ilgili olarak kaygılarını dile getirdi. Hâttâ Genel Başkanımız muvazzafların dahi dert babası oldu. Onların sorunlarını ekranlara taşıdı. İki dudak arası mesai, kadrolaşmalardaki adaletsizlikten bahsetti. Hâttâ Assubayları zor zaptettiğini söyledi. Kendisine assubayları kışkırttığının söylendiğini ancak bunun böyle olmadığını, kendisinin assubayları zaptetmekte zorlandığını, eğer Assubaylar meydanlara inerse dünya da Türkiye’nin konuşulacağından bahsetti. Başkanımız bunları söylerken bizler koltuklarımıza karpuz sığmazken, twitter’da ve Facebook gruplarında coşarken birden kendimizi bir kavganın içinde bulduk. Davaya hizmet eden ve yıllarca fikir beyan ederken, “biz kimiz ne istiyoruz?”diyerek bizlerin sorunlarımızı bizlerle tanıştıran, “kimseden ne eksik ne de fazla, hakkımız olanı istiyoruz” , “TEMAD’a akan dereleriz”. diyen fikir sahiplerine karşı acımasız ve seviyesiz saldırılar olmaya başlamıştı. Birileri sözde TEMAD yönetimini savunuyordu. Kraldan çok kralcı olma mantığıyla ilerisi gerisi düşünülmeden yapılan bu saldırıların elbet bir kısmı hoş görülebilirdi. Nitekim mücadelemize yeni katıldıkları için ilk heyecana da verilebilirdi. Ancak öyle olmuyordu. Sanki bir el onları yönetiyordu. Seviyesizlik yaratılarak, oluşmuş bir birlikteliğe saldırılıyordu. Acıdır ki bu kişilerle mücadele edip en büyük sinerji kaynağı olan sanal ortamı tertiplemesi gereken TEMAD tavrını çok ilginç belirlemişti. Kendilerince “Belirli kişilerin, klavye kahramanlarının” seviyesine inmiyorlardı. Oysa böyle yapmak yerine sanal ortamda birlikteliği elinde tutan bir organizasyonu direkt elinde tutsaydı kötü mü olacaktı? Ama sanırım içlere düşen bir korku vardı. Dava adamı olmanın, sınırının başladığı yerden içeriye kaç kişi girebilirdi ki… Zurnanın zırt dediği yere gelmiştik. Artık yöneticilerimiz tehlikeli sularda yüzmek istemiyorlardı. Ne gerek vardı ki eylemlere… Sanal alemde bir teşkilatlanma içine girildiğinde biri kalkıp buralarda suç işlese yöneticiler yargılanır diye düşünmek, böyle bir ortamı organize etmekten daha kolaydı. Assubayların eylem yapması da TEMAD başkanının üst perdeden basın açıklamalarından sonra direkt olarak TEMAD’ın hedefe konmasını sağlardı. Maazallah biri çıkıp silahına davransa, yöneticileri daha da zorlu yargı süreçleri beklerdi… İşte böyleyken böyle…
Güvenli sularda seyretmek gerekti. Ne de olsa başlarına bir şey gelse kim sahip çıkacaktı ki… Emekli Assubaylar mı, arkadaşları mı?.. Böyle düşünmekte bir yerde haklı olsalar da, acaba neden başından beri böyle düşünülmedi de, sonradan böyle düşünülmeye başlandı, diye insan kendi kendine sorup duruyor.
Gelelim güvenli sulara… Güvenli sularda neler oluyor? Aslında hiçte iyi şeyler olmuyor. Bir soru sormak istiyorum. Etkinliklerde, Genel Kurullarda, TEMAD Başkanımızın veya yönetimin şube başkanlarına TEMAD sigorta konusunda çağrı yapıp dikte ettiğini işittiniz mi? Hayır. Neden? Oysa şuna inanıyorum ki, böylesi önemli bir araya gelişlerde en önce yapılması gereken şey şudur. “Arkadaşlar TEMAD sigortaya sahip çıkalım. Bu konuda şube Başkanlarının aktif olmasını istiyorum.” Gördüğünüz gibi, iki kelime… Ben diyorum ki, bugün yönetimimiz TEMAD sigortayı isterse çok yükseklere taşıyabilir. Tıpkı yarın başka bir yönetimin eğer isterse Dünya Assubaylar Gününü çok yükseklere taşıyabileceği gibi…
TEMAD’ı olağanüstü toplanmaya götüren sebepler her ne olursa olsun bu yönetimin bir başarısızlığıdır. Çünkü en hafif ifade ile birbirlerini tanımadan, bilmeden yola çıkmışlar. Söylenegelen usül hatalarına hiç değinmeyeceğim. Çünkü usül hatası her zaman yapılabilir. Ancak kasti davranışlar varsa tabii ki bunun hesabını verirler ve vermeliler de…
En son katıldığım Tüzük Kurultayına sadece Basın Açıklaması yapılacağı için Ankara’da olmak istediğimden katıldım. Çünkü Tüzük Kurultayının toplanması her ne kadar güncelleme adına gerekli ise de başından beri işleyişinde bir özümseme olmadığına inanıyorum. Çünkü en basitinden Tüzük Genel Kuruluna gidilmesinin sebebi, özellikle üyelerin Tüzükten kaynaklanan bazı sorunlarına sırf tüzük nedeniyle yardımcı olunamaması idi. Oysa Tüzükte üyelik ile ilgili olarak kayda değer bir değişiklik yapılmadı. Zaten Tüzük komisyonu da sadece bir kez ve ilginçtir Tüzük Genel Kurul çoğunluğun sağlanamadığı yapılması gereken birinci toplantısının tarihinden sonra toplanmıştır. İl ve ilçe yapılanmaları Dernekler Kanunu gerekçe gösterilerek istenildiği şekilde sonuçlandırılamamıştır. Oysa ki illerin kendi aralarında, kendilerini ilgili ilde temsile taşıyacakları bir organizasyonu oluşturmalarına müsaade edilmeli idi. Tüzük Genel Kurulunda Divan Başkanının yönetim tarzını da şöyle eleştirebilirim. Genel kurula donanımlı gelmiş, sözleri ve görüşlerine itibar edilmesi gereken bireysel ve grupsal çalışmalar karşısında Tüzük komisyonunun çalışmalarını üstün tutan bir tutum sergilemiştir. Maalesef ki, sanki Tüzüğü Sayın Genel Başkan hazırlamış gibi, devamlı olarak Tüzük komisyonu savunuculuğu hakkında söz Sayın Genel Başkana verilmiştir. Oysa ki TEMAD Hukuk komisyonu ve Tüzük Komisyonu bu konuda söz sahibi olması gerekirdi. Komisyon nasıl olur da Genel Başkanın Başkanlığında çalışır? Komisyon, yönetimin yüzde yüz sözünden dışarı çıkamaz ise neden böyle bir komisyona gerek duyuldu? Sayın Genel Başkanımızın Ankara şubelerinin tepkilerini ve taleplerini komisyonda dile getirmelerini Divan Başkanı olmadığı halde nasıl olur da iç mesele diye kestirip atar. Bunun yerinin Tüzük Genel Kurulu olmadığını söyler. Böylesi bir tutum altında nasıl demokratik bir ortamda toplantı gerçekleştirdiğimizi varın siz değerlendirin. Aldığım intiba şudur. Yeni tüzüğümüz bağımsız Tüzük komisyonu tarafından değil, bizzat TEMAD Yönetimi tarafından hazırlanmıştır. Sonuç olarak yeni tüzüğümüz iyi mi olmuştur, yoksa kötü mü? Elbette bir çok madde güncelleştirilmiştir. Bu yönüyle iyi olmuştur. Ancak tarz ve tavır yanlışlıkları içinde, dayatıcı bir tutum sergilenmesi asabiyle hoş olmamıştır. Aslında tabii ki tüzüklerin de çok önemi yok. Maalesef iktidarlar ellerindeki argümanları kullanırken bu tür üst yasaları bazen atlayabiliyorlar. Tıpkı Başbakanımızın Ülkemizin bir bölgesine Kürt Bölgesi derken ilgili yasaları çiğnemesi gibi… Tıpkı bazı derneklerin tüzüklerinde Atatürk ilke ve inkılaplarına sürekli bağlılıktan söz edilmesine rağmen, muhtaç oldukları kudretleri damarlarındaki asil kandan başka yerlerde arayıp bu maddeleri es geçtikleri gibi…
Neyse Kıbrıs’taki bir densize haddini bildirmiştik sanırım. O da üzüldü mü sevindi mi bilinmez. Ne de olsa kendisi için epey bir kalabalık toplandı. TEMAD şahin oldu. Hukukçularımız işi takip ediyor. Münferit olaylara hukuk desteğini sık sık sağlarsak güvenli sulardan çıkmaz mıyız. Çıkmayız herhalde…Hem dostlar iş başında görür. Münferit uğranılan haksızlıklara destek sağlamak, bir tek TEMAD’ın icraatı değil. Aileden sorumlu bakan da öyle yapıyor. Alo şikayet hattı kurmuş. Bayanlardan telefon bekliyor. Barolar da öyle yapıyor. Gezi olaylarında tutuklananlara bedava savunma hizmeti veriyor. Aynı hükümetin yaptığı gibi… Aç ve yoksul biri bulunuyor. Evine ansızın gidilip yardım ediliyor. Aaaa… Kameralarda ordaymış.
Ey TEMAD!… Türkiye’nin en büyük Sivil Toplum Örgütü… Birbirimize daha sıkı sarılsak, güvensek ve güven versek keşke…
Bu gece kalemimden çok acı şeyler damlıyor. Şimdilik hoşçakalın…
“-Oyy… Akhhh…” Pardon… Olta bağlarken elime iğne battı da…
Sabahın körü… Beni bu saatlerde kimse uyandıramaz ama gel gör ki bu başka… Bu balık aşkı…Günün ilk ışıkları ile denizde olmam lazım.
Mutfağa gittim. Dolaptan birkaç domates, salatalık ve peyniri alelacele çantama attım. Balık takımlarımı ve çift oltamla birlikte kovamı kaptığım gibi sahile koştum. Öyle bir randevu ki bu, diğer arkadaşlar da sanki tam namaz vakti imiş gibi dakik bir şekilde teknenin başına geliyorlardı. Hep birlikte kumsalda bir iki sabah şakalaşması yaptıktan sonra, hepimiz mutlu ve umutlu şekilde malzemelerimizi tekneye doldurduk. Etrafta bizim gibi balığa çıkmaya hazırlananlarla birlikte bizden önce denize açılanları kıskanırcasına acele ediyorduk. Sanki denizde sayılı balık vardı da, biz mi gecikmiştik? İnsanoğlunun egosunun en yalın halinin komik yansımalarını balık avında görebilmek ne güzel...
Bir taraftan da “-acaba bugün deniz nasıl olacak, rüzgar nereden esecek, poyraz çıkacak mı, çok balık tutabilecek miyiz?” diye şaka ile karışık umutlarımızı ve kaygılarımızı paylaşıyorduk.
Karadeniz güzel bir Ekim sabahına uyanıyordu. Sonbahar bereketinin, olgunluğunun denize yansıması bu olmalı idi. Deniz üzerinde kümelenmiş balıkçı tekneleri ile kocaman bir tarlaya benziyordu. Güneş doğmak üzere iken sabırsızlıkla beklediğimiz, oltalarımızı bir an önce suya değdirme anına alelacele ulaşmak için motoru çalıştırdık. Sahil arkamızda yavaş yavaş küçülürken, denizin ortasında, diğer teknelerin arasındaki yerimizi alırken, kendimizi bir köy kahvesinin bahçesinde birbirine takılan ihtiyarlar gibi hissediyorduk. Havada uçuşan espriler, güler yüzlü şakalaşmalar birazdan yerini ciddi bir meşgaleye bırakacaktı. Bizden önce oltalarını atanları çaktırmadan, merak ettiğimizi belli etmeden gözümüzün ucuyla çoktandır süzüyorduk. “-Kim ne çekiyor, hangi taraf daha çok balık çekiyor, balıklar nasıl, çinekop var mı acaba?” diye iç geçiriyorduk. Direkt sormak ayıp gibi bir şeydi. Racona tersti.
Ve o büyük an geldi. Hepimiz oltalarımızı denize bıraktık. Günün ilk balığını tekneye kim atacak derken, biri büyük diğeri biraz daha küçük iki balıkla güne başladık. Birazdan balığın, akıntının rotasını diğer tekneler ile birlikte çözmüş olacağız ki, denizin üzerindeki dağınıklık ve karmaşa yerini tekdüze bir harekete bıraktı. Hepimiz aynı hatta girmiştik. Balığın üzerinden uzaklaşan, motoru çalıştırıp akıntıya ters yol alıyor, hemen durup oltaları atıyordu. Taa ki akıntı tekneyi oltaların boş çekildiği yere götürene kadar balık avlanıyordu.
Oltalarımız adına çapari denilen on bir, on üç, on beş iğneli dibinde seksen gram kurşun olan misinalara bağlıydı. İğneler balığın ilgisini çekmek için ördek ve kaz tüyleri ile kırmızı ibrişim ip ile bir sanat eseri gibi hazırlanmış idi. Balıkçılıkta olta yapmak ayrı bir öneme haizdir. Çünkü oltanın ucundaki yem veya kandırmaca objeler balığa cazip gelmelidir. Balık uzaktan fark etmeli ve saldırmalıdır. Nitekim bir çok kez görmüştük. Yanımızdaki adam tespih gibi beşer onar balık çekerken biz hiç balık çekemezdik. İşin sırrı oltada idi. Bazı istavrit avcıları işin ilmini çok derinleştirmişler, çok değişik varyasyonları kullanırlardı. Bir keresinde sarı sarı tüyler görmüştüm. Bu ne tüyü diye sorduğumda övünerek, incirci kuşu demişti. İncirci kuşu incir ağaçlarına dadanan bir kuş türü imiş. Onun tüyü ile balık yakalamak makbul olduğu için cebinde birkaç incirci kuşu kanadı taşıyan şanslı biri idi. Ne ilginç değil mi? Kahveye çıkıyorsunuz ve arkadaşlarınızla sohbet ederken biri cebinden biraz kuş tüyü çıkarıyor ve size dağıtıyor. Siz de çok memnun oluyorsunuz. Bir de şu oltaların tek sayılı olma meselesi var. Neden sekizli, onlu, onikili iğneli olta bağlanmaz ki… O da balıkçılığın batıl inancı… Olta tek sayılı bağlanır.
Bu sabah balık yine çok… Deniz çok bereketli, güneş üzerimize değer değmez ısınmaya başlıyoruz. Ama çok da istemiyoruz güneşin yükselmesini. Çünkü güneş yükseldikçe su ısınır. Su ısındıkça ve ışıklandıkça balıklar sahilden daha açıklara daha derinlere giderler. Derin suda ise balık avlamak neredeyse imkansızdır. Siz balıkçıların sahilde avlanmasını açığa çıkmaktan korkmalarına mı bağlıyorsunuz? Asla… Balıkçı, yeter ki balık çıksın Rusya’ya kadar kıpırdamaz..
Biraz balık yakaladıktan sonra sıra kahvaltı yapmaya geldi. Herkes getirdiği kahvaltılığı küpeşteye bir yere koydu. Termostaki çay o ortamda ne kadar değerli bir bilseniz… Çaylar bardaklara boşaltılıp koparılan ekmeklerin arasına peynir, domates, zeytin sokuşturulduktan sonra bir ısırıklık molanın arkasından dikkatler tekrar oltanın ucunda toplanır. Hem yenir, hem içilir, hem de balık beklenir.
Bir balığın oltaya verdiği ağırlık çok hoş bir duygu. Hele hele ağırlık arttıkça ve misina zıngırdaya zıngırdaya geliyorsa bil ki tespih gibi geliyorlardır… Hele bir de arada bir bonus gibi çinekop da geliyorsa zevkten dört köşe olmamak elde değil.
Mübarek denizden çıkar çıkmaz tavaya atıldığı zaman tadından yenmiyor. Çok yakışıklı balıklardır şu istavrit ve çinekop. Yeşilli, grili, lacivertli, beyazlı parlak derisi, sert kaslı eti, bir duruluk, bir sağlık abidesi gibi…
Ben balığa gidince dış dünya ile tüm ilişkilerimi keserim. O an ödenmesi gereken su, elektrik, kredi kartı borcumu hiç düşünmem. Plan yapmam. Siyaseti hiiiç düşünmem. Evin sorunları, Assubayların sorunları, devletin sorunları, futbol takımımın mağlubiyeti umurumda değil. Kızdırmayın bir daha sahile dönmem. Kalırım valla buralarda… Varsa yoksa İstavrit… Bir de şu sabah elime batan iğnenin ağrısı olmasa…
-Oyyyy Akkhhhhhh…
-Yok canım siz devam edin. Sadece canım yandı, bağırdım.
Son yıllarda İktidar bazı radikal adımlarını, kamuoyuna “normalleşme” olarak sunuyor. Bu öyle bir şey ki, “-eski bildiklerinizi unutun.” Demenin en zeki açıklaması olsa gerek.
Asker, her ülkenin olduğu gibi bu ülkenin en üst dinamiklerinden biridir. Rejimin korunması, caydırıcılık ve manevi gurur bu kurum tarafından halka aşılandığı için güven duyulması gereken bir kurumdur. Ancak statükoya yenilmiş ve kendini yenilemeyi hep bir sonrakine bırakan, her seferinden yeniden sorgulayıp baştan başlayan bu tutum, Kabotaj Bayramlarında yağlı direğe tırmanmaya çalışanların hep aynı yere gelince düşmesine benzemektedir. İşte tüm bu normalleşme çalışmalarının kilidi konumunda olan bu kurumun özeti bu idi. Kıyamete kadar sürmesini planladıkları 28 Şubat kararları maalesef beş yıl sürebilmişti. O ne mağrurluktu allahım. Birkaç ciddi adam dışında, herkes köşe başı tutma peşindeydi. Ülkemizi 28 Şubat’a götüren gerçekler nelerdi? Şimdilerde bunlar hiç irdelenmeden neredeyse darbecilerle beraber 28 Şubat esnasında komuta kademesinde olanları da yargılayacaklar. Ne olmuştu 28 Şubat'tan önce… Elimizi vicdanımıza koyalım ve öyle konuşalım. Hepimiz askerdik o zamanlar. Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra ordu içinde irticai yapılanmalar başlamıştı. İmam hatiplilerin asker ocağına kabulü sonrasında maalesef korkulan oldu. Laik Cumhuriyetimize karşı olanların eline bir fırsat daha geçmişti. İmam Hatip kökenli arkadaşlarımızı ve maalesef çoğu kırsal kesimden gelmiş, mutaassıp, ordunun belkemiği assubayları kullanmaya başladılar. Seksenli yıllarda lojmanlarımızda kırsal kesimden gelmiş başı kapalı kardeşlerimizin yerini, yavaş yavaş türbanlı adını verdiğimiz, bilinçli ve tepkili kapanan bir kesim aldı. Hâttâ bu arkadaşlarımızın sosyal ortamları ile diğer personelin sosyal ortamları ayrışmaya başladı. Başını kapatan bu tepkili kesim birbirleriyle görüşmeyi tercih ettiler. Türban ile mücadele Türk Silahlı Kuvvetlerinde arttıkça maalesef (diyorum çünkü tamamen siyasi amaçlı) türbanlıların sayısı arttı. Hatırlıyorum ki, 1996 yılında bulunduğum lojmanlar kırk hane idi. Başını kapatıp, eşli olarak belli bir birlikte hareket tarzında inançsal direniş yapan arkadaşlarımızın sayısı dörtte bire kadar ulaşmıştı.Hâttâ başları kapalı olanların lojmandan çıkarılacağının söylentileri bile o arkadaşlarımızın lojmandan çıkıp mağdur pozisyonunu yaşamalarına yetmişti. Artık iyice birbirlerine bağlanmışlardı. Lojmanda bunlar olurken dışarıda neler oluyordu? Birazcık eskilere gitmek istiyorum. 1992 yılında samimi bir imam arkadaşımın beni Erbakan’a oy vermeye davet etmesi üzerine kendisine şunu söylemiştim. “-Sen bana anlat, ben de sana anlatayım. Kim öbürünü ikna ederse o öbür tarafın partisine oy versin.” Ancak aldığım cevap o kadar çarpıcı idi ki… “-Biz topluca Kuran’a el bastık. Başka yere oy veremeyiz.” İşte böyle bir olgu ile karşı karşıyaydık. Beni ikna edilmesi gereken kişi değil, işlenmesi gereken ham madde olarak gören bir zihniyet ile karşı karşıyaydım. O zamanlar bekar evlerinde yaptığımız derin sohbetlerde dikkat çekici noktalar maalesef bugün konuştuklarımızdan hiç farklı değildi. Lisede din öğretmenliği yapan bir arkadaş hararetle Abdülhamit’i savunuyor ve Atatürk’ü yerden yere vuruyordu. O tartışmaların alevli bir döneminde arkadaşım bana şöyle bir laf savurmuştu. Biz belki şimdi iktidar olamayacağız. Ama şunu unutma on yıl sonra iktidardayız. Başbakan “Tayyip” olacak. O zaman ilk kez “Tayyip” adını duymuştum. Geçen yıllarda gelişmeler hep onları doğrular nitelikteydi. Bence TSK’de irtica tehdidi ile mücadele çok aptalca idare ediliyordu. Bu esnada siyasi hayatımıza Refahlı belediyelerin girmesi ile yeşil sermaye yapılanmasının hızla yükselmesine şahit olduk. Bu kapsamda İhlas Mağazaları, Yimpaş, Kombassan gibi yapılanmalar gücünü Avrupa’daki cemaatlerden alıyorlardı. Türk Silahlı Kuvvetleri iki binli yıllara gelindiğinde, demode olmuş Demirperde sisteminin çöküşü gibi bir döneme girmişti. Terörle mücadele kahramanlığı “in” , irtica ile mücadele “aut” olmuştu. Bu yeni “ben” akımı esnasında bazı Laik Generallerin durumun vahametine binaen “irticai eylem planları” hazırlamaları kadar doğal bir durum yoktur. Tabii ki her zamanki gibi başarısız, düşüncesiz ve yeteri kadar ciddi olmayan bu tutum tamamen aristokrat bir bakışın kronik rahatsızlığı idi. Çözülmesi gereken ve tekrar kodlanıp yapılanması gereken bu kurum şu an bir hamur misali ustasının elindedir. Mülkiyelilerle başlayan bu değişim rüzgarı, bir kasırga misali TSK’nın duruşunu yerle bir etmiştir.
Milli Eğitim Sisteminin delinmesi ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile eşgüdümlü yeni bir Milli Eğitim politikasının adım adım önümüze koyulması; bekarlar, çocuğu büyümüş ve İlköğretim çağını geçmiş insanlar için hâlâ ikinci dereceden önemli bir şehir efsanesi gibi algılanması ne kadar acı…Fen ve Anadolu Liselerinin nitel ve nicel olarak itibarının azaltılması ve İmam Hatiplerin başarılı çocuklar için iyi eğitim verilen cazibe merkezleri haline getirilmesi için geçen yıl bizzat Başbakan tarafından düğmeye basıldı. Ancak Milli Eğitim Bakanları radikal adımları atmakta vicdanî tereddüt yaşasalar da yavaş yavaş Başbakanın dediği noktaya geliyorlar. Fen Liselerinin sınıflarının öğrenci sayısı arttırıldı. Böylece baraj puanları aşağı çekildi. Bir çok düz lise sadece isim değişikliği yapılarak, içeriğinde hiçbir şey değişmeden Anadolu Lisesi haline getirildi. Özellikle ortaöğretimdeki çocuklarımız başarıyı yakalamanın yolunun cemaat yayınlarından geçtiğine kanaat getirdiler. Cemaat dersanelerinin yayınlarının soru tiplerine göre, bu kesimi kayırıcı ve gözetici soru çeşitleri sınavlarda çıkmaya başladı. Milli Eğitime alternatif bir okul sistemi olan Cemaat okulları sadece Türkiye’de değil dünyada yaygınlaştı. Bu okulların öğretmenleri aynı memur gibi tayin ve rotasyona tabi tutulmaktadır. Bu okullarda kızlar sınıfı ve erkekler sınıfı oluşturulmakta, teneffüs zilleri kızlar için ayrı, erkekler için ayrı çalmaktadır. Günlük programlar taaa en başından beri namaz saatlerine uygun yapılmaktadır. Her yerde mescit vardır. Yatılı yurtlarda nöbetçi öğretmenler yatak yatak dolaşıp sabah namazına kaldırmaktadırlar. Ülkemizin en ücra köşesinde bile son derece modern donanımlı Kız ve Erkek Yatılı Kuran Kursları ve dini okullar işletilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı Milli Eğitim Bakanlığı gibi çalışmaktadır. Kuran kursları özellikle maalesef kırsal kesimde halk tarafından büyük oranda desteklenmektedir. Bunda en etkili unsur feodalitedir. Sanki laik Türkiye Cumhuriyeti içinde yeni bir devletin yapısı kurulmuş, işletiliyor gibidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin yıkılıp yeni İslam Cumhuriyetinin kurulmasına bir lahzalık iş kalmıştır. Cumhurbaşkanının Cumhuriyet Bayramında söylediği “Nice Cumhuriyetlere” temennisi içi boş bir temenni değildir. Hele hele bir Cumhurbaşkanı için...
Milli Bayramlar’dan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Gençlik ve Spor Bayramı, Zafer Bayramı yavaş yavaş kaldırılıyor. Önce meydanlarda yapılan kutlamalar kaldırıldı. Sonra okul çocuklarının bazı bayramlara katılması engellendi. Bazılarına da kısıtlı ve Okul bahçesinde bir kutlama programı dayatıldı. Şu anda önlerinde tek bir adım kaldı. Bu günlerin resmî tatil olmaktan çıkarılması… Ama “İzinde” olan vatandaşlarımızın bu resmî tatil işine gerçekten çok bozulacakları kesin…
Bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı düşünün, komşu bir ülkenin Devlet Başkanı hakkında televizyondan seslenirken, ağzından köpükler saçarak, gözlerini patlatarak “Yezid” diyor. Bir devlet büyüğü ÖSYM başkanına iyidir diyor. Bir başkası MİT müsteşarının vatan severliğine kefilim diyor. İşte onların hukuk anlayışı. Kadı da onlar…
Bu listele çok uzun. Zamanı gelince adım adım yapmaya gerek yok. Toptan normalleşelim yeter. Bir sabah kalkıtığımızda Anadolu İslam Cumhuriyetinde uyanalım. Her şey birden normalleşsin gitsin.
İroni yaparken bile utanıyorum. Keşke birileri “dur” diyebilse… Keşke gerçek normalleşmeyi bu cahil halkın kafasına sokabilse… Keşke doksan yıllık Cumhuriyetin bu halka öğretemediği “ayıp” anlayışının yanlışlığını bu halka anlatabilse. . Keşke demokratikleşme ve özgürleşme konusu halkları ayrıştırarak bedava işlenmese de, çalışma şartları ve bireysel özgürlükler konusunda gelişse. Keşke bu halka birileri gerçek normalleşmeyi anlatabilse… Keşke bu halk oynanan bu oyunu anlayabilse.
Suriye’de iç savaştan on beş gün önce çekilmiş resimleri seyrettim. Öyle ki, bu resimlere bakınca Suriye’de on beş gün sonra insanların birbirini acımasızca öldürdüğüne inanamayız. Ülkemiz maalesef her an toplu katliamların olabileceği bir ortama sürüklenmektedir. İnançsal dayatı, her ne kadar çıkar odakları ve feodal düşünce tarafından desteklense de buna şiddetle karşı çıkanlar da azımsanmayacak kadardır. Tabii ki başka hesapları olanlar da cabası… Bir trajediye sürükleniyoruz. Ama hiç farkında değilmişcesine çılgın bir farkındalık sessizliği içindeyiz. Mağdur rolü oynayanların şark kurnazlığı, yaşanabilecek bir trajedide bile sağduyu ile değil mağdur edebiyatıyla sürdürüleceğini gösteriyor. Gezi olaylarında yatıştırması gereken Başbakanın kışkırtıcı tavrı maalesef gerektiği gibi irdelenemiyor. Kazlıçeşme’ye taraftar toplayan, öç almak için planlar yapan, dini inançları hemen malzeme yapan, yakınlarına saldırıldığı, camide içki içildiği palavralarını atarak taraftarlarını galeyana getirmeye çalışan bir Başbakanı başrollerde izledik. Cumhurbaşkanının, kendi yardımcısının, Gezi olayları sırasındaki açıklamalarını tabiri caiz ise buruşturup atan bir başbakandan söz ediyoruz. Sağlıklı olmayan bir monarşik bir tutumdan söz ediyoruz. Etrafında korku imparatorluğu kurmuş bir şahsiyetten söz ediyoruz. Anormalleşmiş bir durumdan söz ediyoruz.
Saygılarımla…
….Arabamla yolda gidiyorum. Karım ve çocuklarım yanımda. Yolun kenarında arabamı durduruyorum. Bir daha onları hiç göremeyeceğimi bile bile, onları acele ile öpüp koklayıp, bağrıma basıyorum. Göz yaşlarımı içime dışıma, her yerime akıtarak direksiyona biniyorum ve uzaklaşıyorum. Bir daha onları göremeyeceğimi biliyorum. Ama üzüntüm buna değil. Gerçek üzüntüm onlara ne olacak? Ben belki birkaç saat sonra işkence edilerek öldürüleceğim. Ancak çocuklarım?… Karım?…
Bu kabusu hiç gördünüz mü? Hiç terleyerek uyanıp yanınızdaki eşinize ve çocuklarınıza sarıldınız mı?
Yıl 2013… Daha düne kadar ülkesinde huzur içinde yaşayan, hiçbir etnik sosyal problemi olmayan devletine bağlı Suriyeli memurun bunları yaşadığını hissetmek çok zor olmasa gerek. Her köşeden kıstırılmış, çocukları için yapabileceği tek şey, onları bir çölün kenarına bırakmak olan bir babanın duygularını ne kadar hafife alabiliriz? O çocuklara kimbilir neler olacak? Kimbilir belki bir Arap ülkesinin sınırında beğenilip seks kölesi yapılırlar. Belki de şefkatli biri onları korur ve saklar.
Peki neden böyle oldu? Neden insan kendi komşularının bir gün gelecekte, onun kanını içeceğine, ciğerini çıkarıp yiyeceğine şahit olur? Tabii ki tek bir sebep var. ABD ve onun taşeronu Türkiye Hükümeti öyle istedi diye. Çok uzun düşünmeye ve ikna etmeye ne zaman var ne de cesaret. Ellerinde bu kadar kan olan insanlar kendi vatandaşlarına da bu kanı sürmezler mi? İş işten geçtikten sonra, tüm dil ifadelerinin ve akli melekelerin önüne bir duygu geçiyor. . “-Öl ! ya da Öldür!”
Yıl 2013 Haziran başları… İstanbul Belediye Başkanı, Valisi, İçişleri Bakanı, Hükümet Sözcüsü, Başbakan yardımcısı… Hepsinin açıklamaları aynı. “Biz yaşanan olaylardan üzerimize düşen mesajı aldık.” Alınan mesaj belli… İnsanların eylem yapış sebepleri sulandırılacak. Sonra onlar gönüllerde, vicdanlarda mahkum edilecek. Sonra da toplum terörize edilerek isyan eden eylemcilerin üzerine gidilecek. Böylece bir taşla iki kuş vurulacak. Hem istenildiği gibi bir düzen yaratılacak, hem de daha güçlü olunacak… Yıl 2015… Türkiye… Eline silahını, palasını alan Faşist dikta yanlıları çete bile kurmaya gerek görmeden cadı avına çıkıyor. Ülkede yaşanan hak ve özgürlük eylemlerinden gına gelmiş. Tek kurtuluş, gezicileri, çapulcuları, yuvalandıkları yerlerde bulup yok etmek. Toplumu ateistlerden, islama hakaret edenlerden, dış mihraklara uyarak ülkeyi karıştıranlardan korumak. Devletin medyasının yapacağı ise belli. Her zamanki gibi masum ve haksızlığa uğramış maske takanların reklamı yapılacak. Devlet, cadı avcılarının peşine düşülüp yakalanacağını söyleyecek. Ancak palalı, satırlı bu yandaşlara el altından adresler dağıtılacak. Yıl 2023… Evinde, işyerinde, kütüphanesinde başta Atatürk resmi ve ilgili kitaplar olmak üzere sakıncalı kitap bulunduranlar cezalandırılacak. Herkes devlet tarafından dijital olarak sıkı takip edilecek. İbadet vakitlerini bilerek ve isteyerek kaçırdığı tespit edilenler, toplumu kötü yönlendirdikleri gerekçesi ile cezalandırılacak. Kırbaç, recm, ve kısas uygulanacak.
Yıl 1989… Iraklı bir profesör. Bir bilim adamı. Bağdat’ın saygın üniversitelerinden birinin başında çalışıyor. Varlıklı bir adam. Ülkesinde bir şeyler ters gidiyor ancak cesaret edip söyleyemiyor. Çünkü rejim çok katı. Yıl 2007… Bu adam her şeyini savaşta kaybetmek üzere. İşine gidiyor ama öylesine... Umudunu yitirmiş ama kimseye hiçbir şey söylemiyor. Susuyor… Susuyor… Sonra günün birinde yanında bir patlama oluyor. Gözlerini kaybediyor. Eşi de sakat kalıyor o patlamada… Türkiye’ye gelip yerleşiyorlar. Akşamları bir parkın köşesine çıkıp derin derin bu dünyanın acı nefesini soluyorlar. Yiyemediklerine, göremediklerine, yaşayamadıklarına üzülemeden. Hayatta kalmanın mutluluğu olsa olsa bu kadar acı olabilir.
Saygılarımla…
Orta yaş üzerindekiler için Rusya, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği demektir. Bu yaşlarda olanlar için bu ülke öyle bir çırpıda tanımlanabilecek bir ülke değildir. Çünkü çok büyük bir askeri güçten, çok derin bir edebiyattan, çok geniş bir coğrafyadan, çok zengin doğal kaynaklardan ve hepsinden önemlisi çok ileri bir teknolojiden bahsetmek gerekmektedir.
İşte böyle bir Rusya’yı başlık yaptıktan sonra, Baltacı ile Katerina’nın macerasından, doksanlı yıllarda yapılan bavul ticaretinden veya maalesef “Nataşa” adını verdiğimiz fahişelerden bahsedecek değilim.
Rusya çok büyük bir devlettir. Tarihi acılarla doludur. Vatandaşlarını zaman zaman aç, sefil, çaresiz bırakan bu ülke her zaman önde kalmayı başarabilmiştir. Tüm bunları, müthiş bir değişimci yapısına borçludur. Bu ülkeyi tarih sahnesinde incelediğimizde, gözümüzden kaçan ilginç detaylarla karşılaşırız.
Rusya dünyanın en büyük sömürü üretebilen ülkesidir. Kendi sınırları içinde gösterdiği halkları, Rus halkı lehine sömürürken, bu ülkelerin ellerine her zaman onlara yetebilecek kadar oyuncak bırakmıştır. Halen daha özgürlüğüne kavuştuğu söylenen eski Sovyet Ülkelerinde bile halen bir Rus otoritesi mevcuttur. Nitekim iki binli yılların başında Amerika’nın eski Sovyet ülkelerinde gerçekleştirmek istedikleri renkli devrimler çok kısa sürmüş, bu ülkeler tekrar rus yanlısı politikacıların yönetimine geçmiştir. Aynı şekilde dünyanın bir çok ülkesinde Rusya’nın ağırlığı hissedilebilmektedir. Orta Avrupa ülkelerinde, Afrika ülkelerinde, Ortadoğu ülkelerinde, Uzak Asya Ülkelerinde, Güney Amerika ülkelerinde Rusya’nın etkisi halen devam etmektedir. Rusya bir çok ülkeye silah satmaktadır. Aynı zamanda da teknik servis hizmeti de sağlamaktadır. Çok ilginç bir örnek vermek istiyorum. Ermenistan’ın Türkiye sınırlarını Rus askerleri korumaktadır. Ermenistan’ın tüm hava ve kara kuvvetleri Rus malıdır. Aynı şekilde Ermenistan ile savaş halinde olan Azerbaycan’ın da silahları Rus yapısıdır. Azerbaycan askeri sanayini henüz kuramadığı için her türlü giderini yurtdışından satın alarak karşılamaktadır. Öyle ki Azerbaycan ordusunu Türkiye lojistik olarak desteklese de, bugüne kadar kayda değer bir şekilde Türk veya Amerikan yapımı teçhizat Azerbaycan envanterinde yoktur. Olsa dahi bu teçhizatlar teknik servis pahalılığı nedeniyle bir köşede beklemektedir. Çünkü büyüklerin Pazar savaşında Azerbaycan Rusya’nın etkisi altında kalmak zorundadır. Ülke yöneticilerinin başka pazarlara yönelmesi demek, siyasi tercihlerinde değişmesi olarak algılanacağından, Rusya’yı ürkütmemeye dayalı bir politika eski Sovyet ülkelerinde mevcuttur.
Rus halkı dünyanın en çok seyahat eden halklarındandır. Sıradan bir Rusla sohbet ederseniz, kendi ülkelerinin toprakları çok geniş olmasına rağmen birçok şehirde bulunmuştur. Elli yaşlarındaki sıradan bir rus muhakkak Moskova’yı ve San Peterburg’u görmüştür. Bir çok Cumhuriyette çalışmıştır. Kazan, Novosibirsk veya Omsk’ta yaşayan biri için bin kilometre uzaktaki Moskova uzak bir yer değildir. Ülkede benzin fiyatlarının ucuz olması nedeniyle genel olarak ekonomik araçların tercih edilmesine gerek olmadığı gibi, seyahat ücretleri de bize göre komik denecek kadar azdır. Cebine bin doları koyan biri, bir uçtan bir uca yaklaşık on bin km olan tüm Rusya’yı dolaşabilir. Böylesine iç hareket olanakları yüksek, nüfus hareketleri fazla olan bir ülkenin vatandaşlarının, tatil yapma ve seyahat etme kültürü de yüksektir. Sıradan, aylık geliri 500 dolar olan bir memur bile yurt dışına çıkıp tatil yapar. Tatilinden feragat etmeyi sevmeyen rus halkı önceleri en çok uzak doğu ülkelerini tercih etmişlerdir. Gözde ülkeleri Tayland, Malezya, Hindistan gibi ülkelerdir. Dünyanın bir çok irili ufaklı ülkesinde havacılık sektörü Rusların elindedir. Güney Amerika, Afrika ve Asya’dan sonra Akdeniz ülkelerine yönelen Ruslar başlangıçta Yunanistan, Rum Kesimi, İtalya ve İspanya’yı tercih etseler de Türkiye’nin sunduğu imkanlar karşısında, ülkemize müthiş bir ilgi göstermişlerdir. Özellikle Antalya ve Alanya’da Ruslar önemli ölçüde gayrimenkul almaya başlamışlardır. Ancak turizmi seven Rusların bu defa ki hedefi farklı olmuştur. Ruslar Türkiye’ye kalmak üzere gelmektedirler.
Lafı biraz amiyane tabire getirirsek Türkler ve Ruslar tarih boyu hem savaşmış, hem sevişmiş milletlerdir. İki ülkenin de tarihi emelleri olduğunu söylesek de Rusların emelleri daha belirgindir.
Ruslar her zaman Akdenize inme hayallerini korurlar. Çanakkale ve İstanbul boğazı aslında Rusların boğazını sıkan iki adet el gibidir. Montrö deklaresini defalarca delen Ruslara karşı Türklerin aslında yapabileceği pek fazla bir şey yoktur. Tarih boyunca teknolojide ve askeri büyüklükte Türklerden daima çok güçlü olmayı başaran Ruslar için Türkiye mevcut konumuyla çok önemlidir. Ancak bölgesel bir güç olmaktan ileri giderek küresel bir güce dönüşmeye çalışan Türkiye her zaman Rusya için bir rakip ve dolayısıyla tehlikedir. Güçlenen Türkiye bu coğrafya’da Rusların emellerine sekte vuracaktır. Ruslara göre, Türkiye mevcut yapısı ile diğer bölgesel ülkelerden farklı değildir. Sonuçta kendine özgü büyük bir sanayi altyapısı yoktur. Bir çok alanda dış ülkelere bağlıdır. Amerika’nın desteklediği yönetimlerin işbaşına geldiği bir ülkedir. Ancak süreç gereği ellerinde bulundurdukları ülkeleri kaybetmemek adına Türkiye, Mısır gibi ülkelerden de şimdilik ellerini çekmişlerdir.
Türkler, 1774’de Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ı kaybettikten sonra, Rusya içindeki Türklerden kopmuşlardır. Bu kopuş Rusya’nın korkunç bir kitlesel göçe zorlama hareketleri sayesinde olmuştur. Bu göçlerden geri kalanlar, Kafkasların dağınık halkları gibi istenildiği gibi yönetilmiştir. Ancak geçen zaman içinde Türklerin Orta asya ve Kuzey Türkleri ile ilgili emelleri zaman zaman alevlense de, bu halkın bitkin, dağılmış ve ümitsiz halleri Sovyet döneminde milliyetsizleşme çalışmaları nedeniyle sekteye uğramıştır. Türkiye bir taraftan bölgesel, diğer taraftan ekonomik sorunlarla uğraşırken Rusya üzerindeki emellerini NATO vasıtası ile yapmaya kalkışmıştır. Ancak NATO’nun amacı Türkiye’yi savunmak veya Türk ideallerini gerçekleştirmek değil, Sovyet yayılmacılığının önüne geçmekti. Nitekim görevini tamamlayınca da geri çekildi.
Son zamanlarda rus vatandaşları ile evlilik yapanların sayısında büyük artış vardır. Bu evlilikleri incelediğimizde hemen hemen hepsinde Türk vatandaşı olanlar erkektir. Bu arada evlenenlerin etnik yapısına bakıldığında ise, Ruslarla evlenen erkeklerimizin ezici çoğunluğu Kürt kökenli gençlerimizdir. Evlenme sebeplerine baktığımızda ise, yine büyük bir bölümü sevgiye dayalı değil, bilakis menfaate dayalı evliliklerdir. Rusların amacı Türk vatandaşlığını alabilmektir. Çünkü bir Rus kızı için Türk vatandaşı olabilmek bir nevi kurtuluştur. Kendi ülkesinde değer görmeyen ve ekonomik yoklukla pençeleşen bu kızlar, Türk örf ve ananelerinin kendilerine sağladığı imkanlardan oldukça memnunlar. Rus bayanları bir çok yönüyle Türk bayanlarından çok şanslılardır. Çünkü onlar kendilerini güzel gösterebilmek adına aile baskısı diye bir engel bilmezler. Dinsel baskı yaşamazlar. Ayrıca iş hayatına atıldıklarında Türkiye’de iyi de para kazanırlar. Erkeklerden gördükleri ilgiyi kurnazca değerlendirmeyi bilirler. İş hayatında da bir Türk bayana nazaran daha disiplinli ve daha aktiftirler. Ayrıca arkadaşlık engelleyici törelerden etkilenmedikleri için erkekler gözünde daha makbuldürler. Peki Kürt gençlerimiz neden böylesi evlilikler yapıyorlar? Birbirini severek evlenenleri tenzih ederim ancak en önemli etkenlerden biri, ailelerinden uzakta, turizmde çalıştıkları ve kendilerini özgür hissettikleri bir ortamda fazladan ilgi görmek hoşlarına gidiyor. Yarını, olabilecekleri, aile yapısını, düşünecek yakınlarından uzak olmaları bu evlilikleri daha kolay kılıyor.
Çocuklar… Çocuklarımız dünyanın hangi milletinden olursa olsun, en masum, en savunmasız ve en sevimli ırktaşlarımız. Çocukların bu yönüne değinmeden ülke gerçeklerime geçmemi umarım af edersiniz. Şimdilerde Türk Silahlı Kuvvetlerine çifte vatandaş olanların da kabul edilmesi gibi bir kanun yasalaşmak üzere. Maalesef her şeye sessiz kalan toplumumuz bir zahmet edip bunu da tartışmadı. Kendi kendime soruyorum. Başbakanımız “ Alkollü içecekler kanununun İki sarhoşun bir araya gelerek çıkardığı bir kanun olduğunu söyledi.” Sonra da bu lafın kimseyi hedef almadığı, öylesine söylendiği açıklandı. Acaba ben de şimdi şu çifte vatandaşlık kanunu çıkarsa, kimseyi hedef almadan, “üç hainin çıkardığı kanun” diyebilecek miyim? Tamamen Rus kültürüne bağlı, ancak Türkçe konuşan bir insanın Türk Silahlı Kuvvetlerinde işe girebilmesi doğru mu? Ya da sözkonusu ülkede böyle benzeri bir uygulama var mı? Tabii ki cevabı net biliyorum. Rusya’da çifte vatandaşlık yasak.
Neyse konumuz Rusya… Dönelim tekrar Rusya’ya… Ülke büyük olunca yazısı da çok uzun oluyor. Aşırılıklar ülkesidir Rusya… Toprakları bile aşırı geniştir. İnsanın hiç girmediği geniş Tundra Ormanları ile kaplıdır. Açlığın, yoksulluğun, çaresizliğin, tükenmişliğin, kaderine terk edilmişliğin en trajik örneklerinin bulunduğu kocaman bir çöl gibidir bazen. Ancak tüm bunların yanında eğlencenin boyutlarının, sosyal yaşantının, şahşahanın, gösterişin, hesapsız harcamanın, en çarpıcı örnekleri yine bu ülkededir. Karun gibi zenginlerin ve kuru ekmeği olmayanların aynı dönemde yaşayabildiği, sözde komünist öğreti almış bu halkın görgüsüzlüğüne ve cahilliğine bazen şaşmak gerek… Bir tarafta hiç bitmeyen bir Lale devri… Diğer tarafta trajedi… Tüm bu tezatlar arasında bir şeyler üretebilmek, ülkeyi geleceğe taşımak isteyen post modern diktatör Putin… Antidemokratik uygulamaları, adil olmayan seçim politikaları ile Rusya’nın üzerindeki son karabasan gibi… Yüzde doksanların üzerinde oylarla seçilen, muhalefete hiç tahammülü olmayan bu kişi, etrafında onun şerrinden korkanlarla bir arada geziyor. Halkın kendine tepkisini, sempatiye çevirmek isterken, kimi zaman, denizin dibine girip tarihi eser buldu. Kimi zaman da tek motorlu uçakla kazlara uçmayı öğretti. Ancak hiç taviz vermediği tek alan, Rusya’nın dış politikasıdır. Bu politikayı başarıyla yürütmesinin sebebi çok açıktır. Dış politikanın başında dünyanın yakından tanıdığı, çok büyük bir siyaset adamı vardır. Sergey Lavrov…
Rusya çok büyük bir ülkedir. Türkiye’den göründüğünden çok büyük. Bir tarafta nükleer teknoloji, diğer tarafta uzay çalışmaları… Dünyanın her yerinde bir rus görebilirsiniz. Her Alanda mega bir ülkeden söz ediyoruz. Ancak bu ülkeyi bekleyen çok büyük bir tehlike var. Nüfus…
Rusya’nın nüfusu konusunda resmi ve gayri resmi sonuçlara ulaşarak bir takım yorumlar yapabiliriz. Resmi sonuçlara bakarsak gitgide azaldığı için çocuk yapılması teşvik edilmektedir. Böylece sorunları çözülecektir. Ancak gayri resmi sonuçlara bakarsak sorun çok daha büyüktür. Bu gün Rusya’da yaklaşık 150 milyon resmi nüfus görünmektedir. Ancak devlet politikasının şeffaf olmaması nedeniyle rakamların tam açıklanmadığı söylenmektedir. Bir yaklaşıma göre Rusya’nın kağıt üzerinde nüfusu 150 milyon olsa da gerçek nüfus 100 milyon civarındadır. Rakamlarda abartma vardır. Ayrıca son yıllarda Rusya’da Alkol, işsizlik ve boşanma sebeplerinden bir çok çocuk kaderine terk edilmektedir. Yetimhanelerin durumu iyi değildir. Ülkede mafya yapılanması olduğundan, organ mafyasının çocukları yurtdışına kaçırdığı düşünülmektedir. Kayıp çocuk rakamları çoktan milyonları geçmiştir. Çocukların sahipsizliği nedeniyle suç oranları oldukça yüksektir. Ülkenin sosyo kültür yapısı çökmek üzeredir.
Tabii ki Rusya için her şey bitmiş değildir. Rusya çok dinamik bir ülkedir. Bu ülke sadece İkinci Dünya Savaşında 40 milyon insan kaybetmiştir. Ancak daha sonra Varşova Paktı’nı kurarak 35-40 yıl önderliğini yapmıştır. Rusya’nın en büyük şanssızlığı hoyratça hareket eden bir lider olan Putin’dir. Atalarımız, “Bir kötünün bin yere zararı olur.” derler. Putin Rusların sadece zamanını alıyor. Genlerini değiştiremez. Rusya Putin gibileri çok gördü. Ama hiç ihtişamını kaybetmedi.
İşte benden bir kaya daha… Artık bu kayayı siz nereye dayarsanız dayayın. İsterseniz bir hikaye de siz yazın. Başlığı “Türkler” olsun. Bence aynı yazının benzeri olur.
Bu kez konum emekli assubaylar değil. Belki ilgi çekici bilgilendirme yazısı olur diye hazırladım. Okuduğunuz için şimdiden teşekkür ederim…
Dün tam bunu düşünüyordum ki, bir MHP milletvekili pat diye makaleme başlık olacak şekilde başlıktaki benzetmeyi yapıverdi.
Nasrettin Hoca’nın Göle maya çalma hikayesini bilirsiniz. Ve sonunda meşhur lafı vardır. “Ya tutarsa…” Gerçekten Nasrettin Hoca’nın arzu ettiği şekilde göl maya tutsaydı bugün halimiz perişan olurdu. En basitinden Göller yöresi diye adlandırdığımız Isparta ve Burdur’u Yoğurtlar yöresi diye anardık. Millî içeceğimiz olduğu söylenen Ayran için müthiş bir hammadde kaynağı olurdu, diye düşünenler tabii ki yanılacaklardır. O zaman da maalesef suyu zor temin ederdik. Diyebilirsiniz ki, “Yahu sadece göller yoğurt olacak. Akarsular olmayacak…” İyi de düşünsenize yer altında olan bilmediğimiz bir sürü göl var. Onların hepsi ayran olduğu için akarsular da iyice azalacaktı...
Akîl adam olmak böyle bir şey olsa gerek. Yani göle maya çalmak gibi… Önce Nasrettin Hoca’nın fıkrasındaki arzularını çözümlemek gerek. Akîl insanlar bölgelere ayrılmışlar insanlara bir şeyler anlatıp, bir şeyler dinliyorlar. Dinledikleri hikayeler malum ama acaba ne anlatıyorlar? MHP milletvekilinin Akîl insanları “Mayın Eşeği”ne benzetmesini doğrusu ciddiye aldım. Böylesi bir çalışma grubunun oluşturulma amacı neydi? İyi niyet elçiliği yapmak diye insanın ilk aklına geliveren şeyleri herkes bir çırpıda kafasından çıkarıyor. Eğer iyi niyet elçisi olsalar, herkesin bildiği kadar terörü bilen bu kişiler topluma fazladan hangi duyguyu aşılayacaklardı ki…
Malum, tek partili ve neredeyse tek adamlı bir dönem yaşıyoruz. Başbakan hoşuna gitmeyen bir şey söyledi mi, emir telakki edilip icabına bakılıyor. Toplumsal olayların çıkmasına müsaade edilmiyor. Gösteri ve protestolar, karışıklık çıkarmak olarak algılanıp en ağır şekilde cezalandırılıyor. Toplumsal hayatın tamamı siyasi iktidar tarafından kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Amaç daha huzurlu bir toplum mu? Yoksa iktidarıma bağlı, sakin sessiz bir tebaa mı? Toplumumuzda huzur olduğunu söylemek çok iddialı olsa gerek. Artık, yüksek enflasyonumuz yok. Artık, insanlar bir maaşla kaç ekmek, kaç kilo kıyma alır haberlerini okumuyorlar. Peki neler oluyor? Neden insanlar huzursuz?
Öncelikle insanlar devlete ve birbirlerine olan güvenini kaybetmiş durumdalar.Herkesin güvendiği tek şey var. Para… Paraya giden yolu bulmak isteyenler hep aynı şemsiyenin altına giriyorlar. Din… Maalesef reform öncesi Almanya’nın yirmi birinci yüzyıl versiyonuyuz. Satırbaşları ile sayarsak; emek hiç bu kadar sahipsiz kalmadı. Sermaye hiçbir dönem bu kadar korunmadı. Kadına şiddet bu kadar çok yoğunlaşmadı. Eğitim öğretim hiçbir dönem bu kadar şaibe altına girmedi ve içerik olarak boşaltılmadı.
Akîl Gelelim “Mayın Eşeği”ne… Okuyucu kitlesinin tamamı asker olan bu sitede mayın eşeğinin tarifini yapacak değilim. Ancak neden adamlar için böyle bir tarif yapılmış. Tabii ki hakaret edip de tepki koymak amacıyla değil…
Bizler; bu ordunun emekçileri, orta sınıf insanlar, bu oyunun neresindeyiz? Tabii ki az da olsa takip ediliyoruz. Yılların kompleksli, aristokrat, hegemon, vesayet siyasetine maruz kalmış bu ülke, bizim sesimizi duymaya imtina etse de, bir gün gelecek ve duyacaktır. Çünkü ülkede sivil toplum adına ayakta kalmış tek derneğiz. Atatürk ilke ve inkılaplarına sahip bu derneğin ayakta kalmasının tek bir nedeni vardı. “Kaale alınmamak.” Ancak bu kaale alınmayan meslek mensuplarının derneği, illere gidip salonlarda insanları topluyor. Bu insanlar kendi haklarını isterken bir taraftan da bir tedirginliği seslendiriyorlar. “Ordu yolda düzülür.” misali bu toplantılarda çıkan ana fikir şudur. Bizler, her ne kadar kendi haklarımız için bıçağın kemiğe dayanması misali bir kaynaşma halindeysek de, bu toplantılarda ülkenin içinden geçtiği Atatürk ilkeleri ve ülkenin üniter yapısına karşı yükselen seslere kulak tıkanamazdı. Nitekim tıkanmadı da… Balıkesir şube başkanımız konuşmasını bu konuya ayırdı. Çeşitli platformlarda TEMAD’dan Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı, Ülkenin üniter yapısına sahip çıkma adında açıklamalar beklenmeye başlanmıştı.
Derneğimizin tüzüğünde olan, “MADDE 4.Dernek, Atatürk devrim ve ilkelerinin sürekli savunucusudur. Bu konularda yapılacak her türlü çalışmaya maddi - manevi destek sağlar.” ibaresinin altı çiziliyor.
Ne olmuştu da emekli assubaylar bir ülkenin sorunlarını kendi sorunlarının önüne taşıma gereği hissetmişlerdi? Atatürk’ün muassır medeniyetler seviyesine çıkmak için gösterdiği batı medeniyetinin yönünü, sözde özümüze dönme takiyyesi ile İslami kurallara çevirmeyi hedefleyen, içinde birden fazla milleti barındıran bir ümmet birliği yaratmak isteyen zihniyet mevcuttur. Bu zihniyet artık Atatürk’e bile aleni saldırmaktadır. Gücünü ise maalesef ve maalesef ihtilaller ile toplumun üzerinde bir nevi katman oluşturmuş askeri vesayetin zararlarından almıştır. İhtilaller ve vesayet politikası devletin kurumlarını zaman zaman bir kişinin eşref saatine, zaman zaman ise al gülüm ver gülüme esir etmiştir. Öyle ki bu vesayet ihtilallerinin sonucu olarak devletin yüksek kademelerinde General ve general yakını olma, bazı kurumlarda ise hükümetin veya bakanın adamı olma geleneğini yaratmıştır. Böylesi bir gidişe karşı içten içten isyan eden toplum, en güvenilir kurum vasfını Türk Silahlı Kuvvetlerine aslında bir nevi baskı ile karışık medya yönlendirmesi ile vermiştir. Moral ve motivasyona çok önem veren halkımız dünyada başka bir ülkede ender görülecek kadar askerine değer vermiş ve saygı göstermiştir. Asker gölgesi altında siyaset yapmayı sindiren yöneticiler yıllar boyu tercih edilmiştir. Ne var ki, toplumda gelişen her olay ne beyaz, ne de siyah idi. Seksen ihtilalinin günah çıkarma kararlarından biri olan İmam hatiplilere Türk Silahlı Kuvvetlerinin kapılarının açılması sonuçlarını doksanlı yıllarda vermeye başlamıştı. Devlet içinde hiçbir zaman tehdit olmaktan çıkmamış cemaat yapılanması orduya sıçramıştı. Ordu içinde müthiş bir alevi sünni karşıtlığı başlamıştı. Büyük komutanların aldıkları kararlar ordu içindeki birtakım din odaklı fikirlerce inançsal açıdan inceleniyor ve eleştiriliyordu. Dahası Türk Silahlı Kuvvetlerini ateist bir yapılanmayı teşvik ettikleri için eleştiriyorlardı. Yemek duaları, ramazanlardaki oruç düzenine uyulmama, gibi haller öne sürülüyordu. Türban sorununun ordu içine yansıması da çok şiddetli olmuştu. Bu uygulama alt kademe ile yöneticileri sanki dünya görüşü olarak değil de başka dünyaların insanı olacak kadar birbirinden ayırıyordu. Kılık kıyafet yönetmeliğine dahi özgürlükleri kısıtladığı için eleştiriler getiriliyordu.
Doksanlı yılların ikinci yarısında ülkenin yerel yönetimlerinin radikal İslamcıların eline geçmesi, bu belediyelerin kendi aralarında yarattıkları yardımlaşmalı hizmet anlayışı, halkın birikmiş olan bir sürü sorununa cevap verecek nitelikteydi. Devletin kurallarının ve kurumlarının yapamadığını, bir avuç belediye yardımlaşma metoduyla hemen hallediyor ve halkın gönlünde taht kuruyordu. Sempati ile bakılan bu hizmete biraz da tedirgin olan insanları ısındırmak için bol bol takiyyeler yapıldı durdu. “Biz artık değiştik.” Dendi. “Ülkenin türban sorunu yoktur.” dendi. “Biz laikiz.” Dendi. Ama geçen zaman şunu gösterdi ki her şey derin bir hoşgörüden ibaretti. Bu hoşgörü sadece sağlam bir tabana oturuncaya kadar olacaktı. Nitekim geldiğimiz noktada Laik Türkiye Cumhuriyeti düzenlenen akınlarla diz üstü çökmüş durumdadır. Cumhuriyet taraftarı insanlar her ne kadar ülkenin gidişatını kötü görseler de artık iyice ses çıkaramaz olmuşlardır. Toplum içine gönderilen akıncılar, mayın eşekleri maalesef eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un dediğinin tam aksine simetrik olarak toplumu hedef almıştır. Uzantılarının dışarıda, ancak köklerinin yine bu topraklarda olduğu ideolojik bir savaş en alevli günlerine gebedir.
Türkiye’nin de, her ülkenin olduğu gibi kendi gerçekleri vardır. Bu gerçekleri görerek çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak en öncül seçeneğimizdir. Türkiye’nin aydınlık yarınları etnik veya dinsel birliktelikten çok sosyal ekonomik uygulamalara dayalıdır. Burun kıvırarak en önce çöpe attığımız Atatürk’ün Devletçilik politikası bu ülkeyi seksen yıl ayakta tutmuştur. Halen ülkemizde on beş milyon Kürt kökenli vatandaşımız yaşamaktadır. Bu vatandaşlarımızın ezici bir çoğunluğu bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı olduğunun sarsılmaz bir şekilde bilincindedir. Ancak bu bilinç Atatürk’ün devletçilik politikası sayesinde olmuştur. Kamu İktisadi Teşekkülleri ülkenin dört bir tarafında ayrım gözetmeksizin halka istihdam sağlamıştır. Ömrü boyunca devletin gücünü feodal yapılanmaya karşı kullanmıştır. Feodalite ve gelenekselciler sağ görüş adı altında, kuzu postuna bürünmüş kurt gibi devleti kandırıp tekrar iktidara gelmesini bilmişlerdir. Geldiğimiz noktada hangi milletvekili yüzde yüz inancı için masalarda oturmaktadır? Kamer Genç’ten başka hangi milletvekili halkı çok iyi tanımaktadır? “Atatürk olmasaydı kimbilir hangi şeyhin kaçıncı karısı olurdun.” Lafı hangi yönüyle hakarettir? Tabii ki hakaret değildir. Bu laf bir tokattır. Anlayan tarafından anlaşılmıştır. Ancak hazmedilememiştir.
Selam ederim. Yazılarım bu yönlü devam edecektir….
Saygıdeğer Halkım,Basın Mensupları, Belediye Başkanım, Valim, Amiralim, Generalim, Komserim, Padişahım,
Ben 70 yaşına merdiven dayamış bir Astsubayım. On dört yaşına kadar olan hayatımın bölümünü pek hatırlamıyorum. Ancak hatırladığım kadarıyla anamın, babamın içinde bulundukları yoksulluk, toplumla eşdeğer bir yoksulluktu. Hiç birimiz aç değildik. Köyde topraktan evimiz vardı. Bahçemizde tavuklarımız, kazlarımız, damda ineğimiz, ahırda atımız, çayırda üç beş kuzumuz vardı. Yoğurdumuz, kuru fasulyemiz, buğdayımız vardı.
Köyümüzden çıkıp Türk Silahlı Kuvvetlerinin saflarına katıldığımda, ütülü şık elbiseler, deri ayakkabılarla tanıştım. Daha doğrusu bunlar beni cezbetti. Kolumdaki rütbeler arttıkça mesleğimin içinde yoğruldum. Allah devletimize zeval vermesin. Çalıştığım koşullardan şikayetçi olmamayı öğrendim. Devletin kudretine leke getirmekten korktum.
Bizlerin görev yaptığı zamanlarda Kamu işçileri çok fazla idi. O zamanlar sendikalar, onların sosyal kazanımlarını kopara kopara alırdı. Her bayram harçlıkları verilirdi. Maaş ikramiyeleri olurdu. Üstüne üstlük maaşları da hep bizden çok fazla olurdu. İçimden kendi kendime sorardım. “Neden?” Neden bir siyasetçinin oy toplama kaygısıyla fabrikalara depolanan insanlar benden fazla maaş alırdı? Neden ben hala bu işe kilitlenmiştim? Çıkıp gitsem bir siyasetçinin paltosuna yapışsam, ben de bir fabrikaya kapağı atsam. Tersanede işçi olsam, madende çalışsam diye iç geçirirdim. Sonra da kulaklarıma fısıldanmış olan cazibeli kelime olan “Komutanım”ı işitince hepsini bir kenara bırakır işime dört elle sarılırdım. Bir taraftan sırtıma yazılmış on beş yıl vardı. Avunmak için kendi kendime derdim ki; “-Bizim de lükslerimiz var elbet. Ordu evinde hafif enstrumantal müzik eşliğinde ucuz kahvaltı yapmak, askerin getirdiği çayı yudumlamak… Ohhhh…” Sonradan anladım ki kafasını kuma sokmuş bir kazdan farkım yok. Benim sosyal imkanlarımın tümü başka kamu kuruluşlarında da vardı. Sümerbank’ın fabrikalarının tesislerinde, Devlet Su İşlerinde, Orman İşletmelerinde…. Her yerde… Ama halk onların değil bizim keyif sürdüğümüzü görüyordu. O zamanlar bizim reklamımız yapılıyor gibi gelen bu laflar kulağımızı hoş tırmalardı.
Ben varmam inekliye,
Yoğurdu sinekliye,
Allah nasip eylesin,
Omuzu tüfekliye…
Şarkılar bizi söylerken ve dillerde nağme adımız olmuşken, rüzgarın tersten estiği durumlar da olurdu. Eeee dilin kemiği yok ki… Asker bu… 20 yaşında hayatı öğrenmeden gelmiş. Birazcık sohbet etsen, bir iki lakırtıdan sonra diyeceği laf belli. “Komutanım siz bu işi bunca yıl tel örgü içinde nasıl yapıyorsunuz yavvv?” Tezkereyi alınca da söyledikleri belli. “ Bizim bir Yüzbaşı vardı. Baba adamdı. Bir gün astsubay kıdemli Çavuş nöbetçiydi, beni dövdü. Adamların bir eli yağda bir eli balda…” Zaten askerlik anılarının adı çıkmış.
Bir de aybaşlarımız vardır bizim. Kadınlarınki gibi ağrılı geçer. Devletin rütbeli memuruyuz. Bir yere borç tak da göreyim. Hemen önce ayıplarlar, sonra da işten atarlar. Biz bu terbiye ile ay başı gelince borçlarımızı öder, kalan para ile ayın ortasını getirmeye çalışırdık. Bir dönem vergi iadeleri alıyorduk. “Benim memurum işini bilir.” modunda legalleşmiş bir tarzda 30 kg salatalık,400 ekmek fişleri ile vergi iadelerini alır, tıpkı kafası suyun içinde olan birinin, kafasını çıkarıp derin nefes alıp kafasını tekrar suya sokması gibi bu paralarla bir nefeslenir, kendimizi tekrar parasız günlere adapte ederdik. Mağrur ve gururluyduk. Başımız dikti. Bazen şunları da duyardık. Pazardaki esnaf bile bizim askeri servislerin ayrıldığı saate kadar fiyatları sabit tutarlar, sonra indirime geçerlermiş. Hey baba hey…
Yıllar, bir taraftan su gibi akıyordu. Bir çok cumartesimiz, pazarımız, bayramımız ve tatillerimiz mesainin üzerine gelen nöbetler yüzünden burnumuzdan gelirdi. Çocuklarımız, hanımlarımız evlerimizde kertenkele yavruları gibi bizleri beklerdi. Baba eve gelecek de şöyle bir alışverişe gidilecek. En büyük zevk… En büyük mutluluk… Derken geldi çattı emeklilik. Çalışan ve halinden memnun olmayan biri için emeklilik iple çekilesi bir şeydir. Hiç düşünmeden koyarsınız masanın üzerine dilekçeyi… Elinde “Ful As”ı olan bir kumarbaz gibi bir sevinç kaplar içinizi… Buğulu ama yine de beyaz bir gelecektir hayalinizden geçen… O zamanlar birinci dereceden emekli olmak çok zordu. Altı yıl doksan üzeri sicil almak gerekiyordu. Bunu bilen sicil amirlerinin çoğu bu durumu şantaja çevirmişti. Soruyorum hala… Neden?… Neden?… Yirmi yılını bir mesleğe verip tam sırtını sandalyeye yaslayıp, tecrübesi, bilgisi, birikimiyle kılavuz olacak birinin önüne çıkarılan bu engel tüm motivasyonu yok ediyordu. Bir çoğumuz bu işkenceye dayanmak istemeyip, “al atını, ….. tımarını” dedik. O yıllarda açık öğretim diye bir şey kurulmuştu. Sağolsun Yılmaz Büyükerşen. Adını tüm assubayların saygıyla anması gereken bu profesörümüzün büyük çabaları sayesinde binlerce memur yüksek öğrenim imkanına kavuşmuştur.
Şimdilerde emekliyim. Sanmayın ki, çok rahatım. Sanmayın ki, açım. Asla… Evde diz dize oturduğum kader arkadaşım, benim mahkumum ve mahdumum ile gün sayıyoruz hala… Hesaplar farklı ama cetveller aynı…
Kahveye çıkmak, gazete okumak, bir yerlere gitmek, birileriyle tanışmak vaktimi alsa da moralimi bozuyor. Beni Türk Silahlı Kuvvetleri kandırdı. Beni devlet kandırdı. Hiçbir değerine sahip çıkmadıkları gibi bana da sahip çıkmadılar. Bu kandırılmışlıkta yalnız olmamam tek tesellim.
Bizim mahallede çok emekli var. İçlerinde en az emekli maaşı alanlardan biri benim. Mahalleyi değiştirsem, şöyle daha kendime göre gariban işi bir yere gitsem mi diyorum. Bazen kendi kendime keyif yapıyorum. İyi ki şu külüstür evi almışım. Yoksa ne olurdu halim… Sonra birden kirada yaşayan emekli astsubay arkadaşlarım aklıma geliyor. Onların durumunu düşünüyorum. Kendi kendime sormuyorum nasıl başardıklarını? Sorun haznem dolu.
Mektubuma başlarken size kendi durumumu arz edeceğim dememiştim. Hatta bu mektubumu en çok okuyabilecekten, en az okuyabileceğe göre hitap etmiştim. Hem hile, hem aldatmaca yaptım. “Arz-ı halimdir” dersem dinlemezdiniz. Biraz emrivaki yaptım. Özür dilerim. Bu benim durumum…
Köye gitsem, tavuklarımın, kuzularımın başına geçsem diye gördüğüm, sabahlara dinç uyanmak, ağrılarımdan kurtulmak için kurduğum, uyku getiresi hayallerim, bir ırmağın şırıltısı gibi… Parlak… göz kamaştırıcı… Güzel…
Yaşamak çok güzel, hayallerde de olsa…
Pat pat’a bindik ve bize yaklaşık 6-7 km uzaktaki Kaletepe’ye bir çırpıda vardık. Tepenin üzerinde helikopter konacağı kadar düzlük olmadığı için Pilotun marifetiyle tek ayak yere değmiş, diğeri de askıda vaziyette tehlikeli bir şekilde helikopterden atladık. Sonradan duyduk ki bir çok pilot oraya inmeyi hiç istemezmiş. Kanyonların arasındaki hava akımı ve tepede inecek kadar düz yer olmaması nedeniyle pilotların korkulu rüyasıymış. Neyse biz malzemelerimizi de elden ele verip indirdik. Benim için yeni bir tecrübe olacağını düşündüğümden, içimde korku ve telaştan ziyade bir tatlı heyecan vardı.
İlk iş olarak orada bulunan timdeki arkadaşların yardımıyla bana hazırlanan yere gittim. Eşyalarımı bir kenara bıraktım. Bir taraftan yeni arkadaşlarımla tanışıyor, diğer taraftan da ilgiyle etrafı gözlemliyordum. Bana hazırlanan yer bir “Kom” idi. Bu kom kayalık olan arazideki bir avuç toprak kazılarak oluşturulmuştu. Üstümüz ağaç ve naylon ile kaplı, duvarlarımız mis gibi topraktandı. Kom'un içi toz olmasın diye bir bardak su ile ıslatıp süpürüldüğü belli idi. Ne de olsa insan dağ başında olsa bile imkanlar doğrultusunda yattığı yere dikkat etmeliydi. Taa ki bir sabah kom'a gelince iki yılanın birbirine sarılmış yattığını görene kadar… Anladım ki hayvanlar da burayı sevmişler. Bir daha oraya girip uyuyamadım. Ben de orduevine giderim deyip, çadıra yerleştim. Kom'u birlikte paylaştığım teğmen ise hiç yerini değiştirmedi. Korkmadan yatmaya devam etti. Helal olsun…
Her kom'un önünde beş taş vardı. Bu taşlardan dördü sandalye biri masa idi. Herkes matarasından biraz su çıkarıyor, bu sular ile çay yapılıyor ve içiliyordu. Bu sessiz bir film gibi olan sahne o zaman beni çok güldürse de şimdi duygulandırıyor.
Bulunduğumuz tepe dört bir tarafı uçurumla çevrili çok güvenli bir yer idi. İki adet makineli ile yaklaşmaya en müsait olan yerler kontrol altına alınmıştı. Kendimiz bile tepeden aşağıya inip pınarın başında yıkanmak, suyumuzu doldurmak ve kuru ağaç kesmek için bile çok büyük bir organizasyona girişiyorduk. Birkaç kez ben de aşağıya gidip duş almıştım. O aşağıya gidiş ve gelişlerimizi bir anlatmak isterdim. Ancak hâlâ orada görev yapan birilerinin olabileceğini düşündüğümden, onların şartlarını deşifre etmemek için yazmıyorum. Bir tek şunu söyleyebilirim ki, günlük yegane faaliyetimiz olan bu iş tam günü alıyordu.
Tepede bir çadırımız vardı. Buraya “gazino” diyorduk. Bu basit çadırın içinde bir televizyon, ortada da bir havan sandığı vardı. Sandığın içinde bol bol çekirdek vardı. Bu sandığa da “kantin” demiştik. Ancak daha sonra dadanan fareler yüzünden sandığın içini boşaltıp çekirdekleri iple tavana asmıştık.
Bir Trabzon'lu Çavuşumuz vardı. Allah razı olsun, hem askerlerin nöbetlerini düzenler, hem de sıhhıyeci olduğu için doktorluğumuzu yapar, her türlü ilacı muhafaza ederdi. Kantincimiz de oydu. Çekirdeklerin parasını ona öderdik.
Karşımızda Muş dağları vardı. Aramızda da dört askerimiz Muş’lu idi. Onlara şaka yapardım. “Çok şanslısınız. Kendi memleketinizde askerlik yapıyorsunuz.” Derdim. Timimizin çoğu Doğu Anadolu çocuğuydu. Hepimiz kardeş gibiydik. En ufak bir tartışma olmaz, bilakis yardımlaşma had safhada idi. Bir gece gazinodan su dökmeye dışarı çıktım. O gece ay yoktu. Etraf zifiri karanlıktı. Tam çadırın arkasına giderken arkamda birini hissettim. “Kimsin” diye sorunca, bir asker “komutanım çadırın arkası uçurum. Dikkat edin daha fazla gitmeyin” dedi. Asker benim karanlıkta uçuruma düşebileceğimi hissederek beni takip etmişti. Nitekim ertesi gün baktığımda çadırın beş altı metre arkasında uçurumun dibi bile görünmüyordu. O zaman öğrendim ki, geceleri orada fazla gezmemek gerek.
İki kayanın arasında pide kebap salonu açılmıştı. Antepli askerimizin baş aşçılığını, bir Muş'lu askerimizin de garsonluğunu ve bulaşıkçılığını yaptığı bu restoran her türlü doğal konfora sahip olsa da, teknolojik konfor yanından bile geçmemişti. O şartlar altında bize pide yaparlardı. Hâttâ bir keresinde döner bile yapmıştık. Oradaki pide ve dönerleri anlatıp biraz ağzınızı sulandırayım. Uçurumun dibinden getirilen meşeler çok değerli olduğu için yetecek kadar odun itina ile yakılıyordu. İki adet tenceremiz mevcut idi. Bu tencerenin birinin içinde hamur yoğrulur, diğerinde ise bir tahtanın üzerinde kıyma haline getirilmiş katkılı etlerimiz biriktirilirdi. Ağzı kesik bir pet şişenin içinde el yıkama suyunu eksik etmeyen, işine saygısı gereği hijyene önem veren baş aşçımız pideleri daha önceden beceriksiz bir demirci ustası tarafından düzeltilmiş teneke sacın üstünde uygun ateşte ağzımıza layık pişirirdi. Bu restoranın yemekleri o kadar lezzetli ve müşterileri o kadar sadık idi ki!.. Peki etler nasıl saklanıyordu o sıcak havalarda… Tabii ki toprağın altında… Haftada bir 10km yürüyüp tehlikeli patikalardan geçilerek getirilen etleri, toprağın altında muhafaza edebiliyorduk. Zaman zaman koksalar da yetenekli aşçımız bize bunu hissettirmeden yedirmesini bilirdi. Bu şartlar altında yapılan döneri de siz tahmin edin.
Tepe’nin üzerinde en sosyal faaliyetimiz, dürbünle karşı tepeleri izlemekti. Bizler, dürbünle karşı tepeleri izlerken restoranımızın bulaşıkçısı tepenin tam ortasında bulunan kayalar içine oyulmuş altı adet yağmur suyu toplama sarnıcının kenarına oturmuş, sarnıçtan çektiği su ile bulaşıklarımızı yıkıyordu. O su sarnıçlarının birinin yanına bir kez gittiğimde, suyun kirliliğinden, bu su ile bulaşıklarımızın yıkandığını düşünmemek adına bir daha uğramamıştım.
Zaman akıp gidiyordu. Derken dönüş vakti geldi çattı. Yaklaşık bir ay misafir olduğum o tepeden ayrılacaktım. Ancak helikopterle değil yürüyerek ayrılacaktım. O yürüyüş maceramızı da halen oralarda görev yapan askerlerimizin menfaati doğrultusunda anlatmak istemiyorum.
Ancak ben geri dönsem de yüreğim orada kalmıştı. Yıllarca Kaletepe’yi, Tim komutanı teğmen arkadaşımı, Trabzon'lu Çavuşu, Antep'li Aşçıyı, Muş'lu Steward’ı unutmadım. Her karakolumuzun olduğu gibi o tepemizin de en sadık dostu, koruyucusu, oyun arkadaşı “Haydut” seni de unutmadım.
Bir pilot binbaşı canını hiçe sayarak mermilere karşı uçuyor.
Bir Astsubay canını hiçe sayarak devriye geziyor.
Bir er canını hiçe sayarak kırk yıllık askermiş gibi profesyonelce savaşıyor.
Mataramızdaki suyu paylaşmadık mı?
Sayın Balçiçek Hanım bir televizyon programında, hem de magazin ağırlıklı bir programda, kimsenin ağzının tadını kaçırmak istemediğini ifade ettikten sonra, assubayların ve ailelerinin çalışırken, hasta olduklarında ve sosyal hayatta ikinci sınıf muamelesi gördüklerini söylüyor. En sonunda “Olacak şey değil bu…” diyor. Evet topluma söyleyebileceğimiz en güzel cümleyi sarf ediyor. OLACAK ŞEY DEĞİL BU…
Ancak söz çok tehlikeli bir silahtır. Bazen bu kelimeyi siz kullanırken, birden size karşı da kullanıldığını görebilirsiniz. Peki bunlar olacak şeyler mi? Bir camianın sorunlarını misyon edinip, camiaya özgüven aşıladıktan sonra, A-B-C planlarının olduğunu söyledikten sonra, hiçbir şey yapmamak veya yapamamak olacak şey midir?
Bir büyüklükten söz edip bu büyüklüğü, ekonomik ve üye katılımı olarak açıklayıp, sonra bu büyüklüğü söndürmek olacak şey midir? TEMAD web sayfasında Sayın Başkanın son mesajı yeni yıl mesajıdır. Ancak yılbaşından beri, özellikle disiplin kanunu, sosyal tesislere girmeme eylemi gibi konular var iken, üyelerle sohbet tarzında mesajları neden yok? TEMAD Genel Merkezi üyeleri ile sohbet ederken neden kılı kırk yarıyor? Yaş ortalaması yüksek bu üyelerin sağduyusuna hizmet edecek bilimsel destekli makaleler neden yok? Üyelere karşı bu ketumluk nedendir?
Direnişimiz için bilinçlenmemiz gereken bir dönemde gazetelere kendimizi yazdırırken, Gelecek Yüzyıl dergisine sorunlarımızı ve haklılığımızı üyelerimizle ağız birliği yapmak adına dergiye yazmamak olacak şey mi? Magazin dergisi hazırlamak ile neyi kanıtlayacağız? O kadar yılın çalışmaları olan “Biz kimiz, ne istiyoruz?” metnini bir kenara bırakıp yeni istekler icat edenlere, kendince facebook’ta madde madde deklarasyon sunanlara ortalığı bırakmak olacak şey mi?
Yeni İstanbul İl başkanımızın ilk televizyon programında yaşadığı başarısızlığı görmemek, eleştirmemek, hazırlıksızlığına şaşmamak olacak şey mi? Bu başarısızlığın sebebinin, sitemizin basın bölümü emekli assubaylar güç birliği platformunun oluşturduğu “Biz kimiz, ne istiyoruz” gibi bir çalışmanın Genel Merkez olarak yapılarak şubelere dağıtılmaması ve “Gelecek Yüzyıl” dergisinde yayınlanmaması sonucu oluştuğunu söylemek isterim.
TEMAD Genel Başkanımızın, insanların askerlik borçlanması ödemelerini komik bulmasını, Muvazzafların Disiplin Kanunu değişikliklerini eleştirmesini, Uzman Çavuşların, Sivil Memurların haklarına sahip çıkmasını, emekli assubaylara faydası olmayan abes işler olarak nitelemek olacak şey midir? TEMAD Genel Başkanının çıkışını bir emekçi dayanışması ile götürmesi toplum açısından daha sağlıklıdır. Camiamızın hak ve itibarına kavuşması toplumsal haklar ve özgürlüklerle doğru orantılıdır.
Sayın Umur Talu ordu evleri birleşsin derken uzman çavuşun astsubay orduevine girememesini örnek göstermesi karşısında, haklar ve özgürlükler adına camiamızın en büyük savunucusuna karşı istenmeyen kelimeler saymak olacak şey midir? Sayın Balçiçek İlter’in bizim sorunlarımızı ele almasını sosyal medyada eleştirirken, bizim sorunlarımız ile kendi reklamını yapıyor diye lekelemeye kalkmak olacak şey midir?
Bunlar olacak şeyler değildir. Bizler, panayır soytarısı değiliz. Bizler, bir 17 Ekim sabahı hasadı kaldırılacak bir ürün değiliz. Bizler, yöneticilik oynayanların, kalabalık toplayıp dağıtanların denekleri değiliz. Bizler, dün ortaya çıkmadık. Bizler, planlı piknik organizasyonu olduğu için derneğimizin çağrısına kulak tıkayanlar değiliz. “Gel” denildiği zaman koşa koşa geliriz. Büyüklüğümüzden ve azametimizden korkan, başıma iş alırım diyen, haklılığımıza inanan ama korkaklık yapan yekten kenara çekilsin. Ama her şeyde “ben bilirim” deyip diğerlerini refüze eden, meslektaşına hasmane davranan, ekip çalışmasında egolarını yüksek tutan, sonra da; “-onlar bir şey yapmadı hep ben yaptım.” diyen kendi fikirlerini dayatıp diğerlerini kendi fikirlerine angaje etmeye çalışan yöneticilere prim verilmesin.
Son zamanlarda assubay toplumunun buluştuğu her yerde bulunan ve kitaplarını tanıtan yazarlarımıza da görev düşmektedir. Sayın Sami bey, sizin “Prangalı Düşler” kitabı yazarken amacınızın kendinizi ve bütçenizi tatmin etmek olmadığını düşünüyorum. Aksi taktirde bir otobüs yolculuğunda bitirdiğim o güzel kitabınıza haksızlık yapmış olursunuz. Sayın Hasip bey, sizden de astsubay olmanın avantajını kitabının tanıtımında önemseyen entellektüel bir yazar olarak düşünsel katkılarınızı bekliyorum. Şiş kebap yakmadan davaya sahip çıkılmaz.
Sitemizin basın bölümü olan Emekli Assubaylar Güç Birliği Platformu, Assubayların hakları için vardır. Bu platform Assubayların haklarını savunmayanları kayıtsız şartsız desteklemez. Emekli Assubaylar Güç Birliği Platformu saman alevi gibi ortaya bir çıkıp bir kaybolan, bir küsüp bir barışan kişiler değildir. Adamcı değildir, yapılan işe bakar. Bu bağlamda son zamanlarda gelinen noktadan dolayı Emekli Assubaylar Güç Birliği Platformunun da önemli bir açıklama yapmasının zamanı gelmiştir.
Emekli Assubaylar İstanbul’da, İstanbul İl Başkanlığının girişimiyle Sayın Genel Başkanın davet edilmesiyle toplanmıştır. Bu toplantıdan sonra, sosyal medyada her gün twit atan parmaklar, assubayların haklı feryatlarını seslendirenler bir iki kelime sonuç bildirisi beklemişlerdir. Ama yok…. Soruyorum başarı nedir? Başarı; belediye otobüslerini toplantı salonuna sevk etmek midir? Başarı; salonu tıka basa doldurmak mıdır? Emekli Assubaylar İstanbul’da neden görkemli buluştu?Konya ve Balıkesir buluşması diye organizasyonlar yapılıyor. Amaç sadece Genel Başkanımızı binler karşılasın mı? Genel Başkanımız kalabalık mı seviyor? Neden Türk gibi başlayıp gerisini getirmiyoruz?
Şube Başkanlarımız, Şube yöneticilerimiz, seremonilerinizi yine yapın. Ama sizin şubenizin yüksek sesten bir katkısı nedir? Bu bağlamda İstanbul İl Başkanlığı bir ilk yapmıştır. Sayın İl Başkanının üslubunu dikkatli inceleyip eleştirsem bile hakkını vermek isterim. Sayın Genel Başkan televizyonlara çıkıp halka bir şeyler anlattı. Soruyorum sayın şube başkanları, Genel Başkan masal mı anlattı?
Kısaca; Eylem var mı? Yok mu? Eğer eylem varsa, bu eylemin hazırlıklarına camiayı hazırlamak gerekmez mi? Eğer ciddi anlamda eylem yapılmayacaksa, camiaya mertçe çıkıp söylemek ve hiç olmazsa eylem beklentisinde olanların umutlarıyla oynanmasına bir son verilmesi gerekmez mi? Ya da sosyal tesis eylemleri, vakıflara üye olmamak gibi direnişler yeterli mi? Twitter’da her gün bir tag ile TT olmak,RT olmak bizim gazımızı almaya yetecek mi?
Yıllardır ayaklarımızın üstüne basamadık. Daha derneğe rutin ziyaret yapmadan, bir derneksel aktiviteye katılmadan, TEMAD sigortadan haberi olmadan, TEMAD A.Ş. kurma fikirleri ortaya atıp, sonra da üç kuruşluk aidat hesaplarını yapanlar var. Üye olmadıklarını söyleyip övünenler var. Son zamanlarda tehlikeli sesler yükseliyor. Bazı arkadaşlarımıza şubelerinden istifa edip genel merkeze üye olmaları ve aidatlarını genel merkeze göndermeleri öğütleniyor. Bu düşüncede olanlar acaba birliktelikten, birlikte hareket etmekten nasıl söz edebilirler. Milletvekili adayı çıkaralım dedik. Sonra “Genel Başkan acaba milletvekilliğine mi oynuyor?” dedik. Oysa Genel Başkanımız dururken kim milletvekili olmalı ki? Mecliste bizim için en iyi savaşacak kişi Genel Başkanımızdır. Yüz bin emekliyiz, İki yüz bin assubayız, bir milyon aileyiz dedik. Ancak on bin kişiyi Assubaylar Gününe toplayabildik. Sel miyiz, dere miyiz, göl müyüz hâlâ daha kendimiz bile bilmiyoruz. Doksan küsur şubemiz var diyoruz. Doksan şubede aynı duygu ve düşünceleri yaşatabilecek Sayın Başkaya’nın Prangalı Düşler kitabından başka hangi yazımız veya eserimiz var? Ezilmişlikten başka hangi ortak yanımız var?
TEMAD Genel Merkezinin bir yol ayrımında olduğunu hissediyorum. Ya mücadele edenler kalacak, diğerleri gidecek. Ya da mücadele edenler gidecek, diğerleri kalacak. Bir Facebook feryadı özeti gibi olan yazımdaki olabilecek üslup bozukluğundan dolayı şimdiden herkesten özür dilerim.
Tüm bu karşı çıkışlarımdan sonra yine de diyorum ki, Genel Merkez Yönetimimiz gelinen nokta itibarıyla oldukça başarılıdır. Uyuyan bir devi uyandırmayı başarmıştır. Korkumuz bu devin tekrar uykuya yatmasıdır.
Saygılarımla…
Ülkemiz çok büyük bir dönemeçten geçmektedir. Bu süreçte benim kafama göre yazacağım makalelerimden çok, yaşanmışlıkların önemi vardır diye düşünüyorum.
Aşağıdaki satırları ben yazmıyorum. Taraf gazetesinin topluma sunduğu haberi hiç bozmadan yayınlıyorum.
» Sarıyayla Karakolu'nun yeri ve koşulları nasıl?
» Neden zaaflıydı bu karakol?
» G3 piyade tüfeğinden mi bahsediyorsunuz?
» Kimdi bu, baskında şehit düşen komutan mı?
» Komutan bu zaafın farkındaydı yani... Oradaki 60-70 asker için ne söyleyebilirsiniz. Rütbeli var mıydı? Askerî eğitim görmüşler miydi?
» Onlar şanslıymış... Karakolda G3 piyade tüfekleri dışında başka hangi silahlar vardı?
» Makineli tüfek mi?
» Ağır silah var mı? Tank gibi, zırhlı araç gibi...
» Uçaksavarlar çatışmada kullanılmış galiba...
» Hangi arkadaşınız bu?
» Allah rahmet eylesin. Peki diğer uçaksavar niye çalışmamış?
» PKK'lılar karakola girmişler öyleyse...
» Karakola kaç PKK'lı girmiş?
» Yatakhane asker doluymuş, öyle mi?
» Şimdi baskın anına dönsek, bana o sırada karakoldaki ortamı, kimin ne yaptığını anlatabilir misiniz?
» Gece o saatte sizin karakolda hayat nasıldır?
» Kaç kişidir gece ekibi?
» Tek yatakhane mi var karakolda?
» Komutan nerede yatıyor?
» PKK'lılar lojmana girdi mi?
» Saldırı gecesi, 22:45'te, gececilerin yarısı nöbette, sis var, yağmur var... Ne oluyor? Karakolda, gazetelere bile yansıyan istihbarat raporlarından sonra bir saldırı beklentisi, bir alarm durumu, özel bir önlem var mı?
» Baskın nasıl olmuş? Birebir yaşayanlar size nasıl anlattılar o geceyi?
» O geceye döneceğim ama önce karakolun yapısının, inşaat ve konum itibariyle böyle bir tehlikeye karşı koymaya uygun olup olmadığını sormak istiyorum...
» Rahat olun. Ben o karakolun hikâyesini yazmak istiyorum ki okuyan kişi neyin eksik, neyin noksan olduğunu, neyin yanlış gittiğini görsün, ders çıkarılsın, bir daha da bunun benzeri yaşanmasın.
» Binaya dönelim. Yapı kalitesi olarak, konumu açısından, mevzileri itibariyle korunaklı mı?
» Niye saçma?
» Resmî makamlar, baskının önlenememesini ve yardımın gecikmesini hava koşullarının kötülüğü ile açıkladılar...
» Bu koşullarda etkili olabilecek silahlar, cihazlar neden kullanılmıyor?
» Neden? Diğer karakolların donanımı daha mı iyi?
» Baskın yiyen karakolun donanımı güçlendiriliyor, gerisi bekliyor. Öyle mi?
» Buyurun...
» Peki, termal kamerası var mıydı karakolun?
» Termal kamera çalışmıyorsa, uzağı görmek için başka ne var karakolda?
» Sarıyayla Karakol Komutanı, Komutan Yardımcısı bu eksikliklerin herhalde farkındaydı, talepte bulunmadılar mı?
» Yakın arkadaşınız mıydı?
» O hesabı sormak gazeteciler olarak bizim görevimiz ama. Bu baskının hikâyesini ortaya çıkarmak da öyle...
» O geceyi anlamama yardım edin. Baskın başlayana dek o karakolun, çevredeki PKK etkinliği konusunda hiçbir istihbaratı yok muydu?
» Dereova'nın Sarıyayla'ya uzaklığı ne kadar?
» Gece vakti birden ateş mi açıldı Sarıyayla'ya?
» Çok yakın değil mi?
» PKK'lılar üç no.lu mevzide teli kesip içeri sızınca karşılarına ilk kim çıkmış?
» İlk sıcak teması yapan kısa dönem bilgisayar mühendisi ile Karakol Komutanı Astsubay Kıdemli Başçavuş Özüberk....
» Ne kadar sürmüş çatışma? Ne zaman içeri girmişler?
» Nerelere girebilmişler?
» Baskın sırasında karakoldan kimse dışarıdan yardım isteyebilmiş mi?
» Ama şunu biliyoruz ki, hava koşulları kötü diye helikopterler gidemedi, saatler sonra bir ambulans ulaştı karakola.
» Yok mu böyle bir tugay yakında?
» Karakolları koruyacak hava indirme tugayları neden yok?
» Otuz beş kilometre yürümüşler mi gerçekten?
» Askerleri yürütmek herhalde...
» Bunun kararını kim veriyor?
» O komando birliği neden cemselerle yardım göndermiyor?
» Anlıyorum. Tedariksizlik, silahların kötülüğü, "Şahingözü" olmaması, hava indirme takviyesi olmaması, karadan yardımın en yavaş yolla gönderilmesi... Siz bütün bunların kayıpları arttırdığını mı söylüyorsunuz?
» "Şok" hali vardır herhalde... Her halükârda sabaha karşı gelmiş ama ambulans, değil mi?
» Baskından 12 saat sonra mı?
» Köylüler mi ateş etmiş?
» Yardımın gecikmesi nedeniyle hayatını kaybeden asker var mı ya da durumu ağırlaşan?
» Psikolojik rehberlik hizmeti ya da başka bir yardım sağlanmış mı?
» Çok zor...
» Anlıyorum ve buna büyük saygı duyuyorum. Son olarak, baskın nasıl sona ermiş, anlatır mısınız? PKK'lılar çekip gitmiş mi?
» Çatışmayı yaşayan arkadaşlarınızın olayı anlatmaları istenmiş mi? Soruşturma yapılmış mı?
» Bir ziyaret olmuş mu karakola?
Sarıyayla Karakolunda, Türkiye Cumhuriyetinin bölünmez bütünlüğü uğruna, bayrağı uğruna, savaşarak şehit olan meslektaşlarımıza ve askerlerimize Allah'tan rahmet diliyoruz. Bizim vatanımızın bütünlüğünü, bari şehitlerimizin döktüğü kanların yüzü suyu hürmetine korumak adına TEMAD’a ve emekli assubaylara büyük görev düşmektedir.
Ülkemiz, kalıcı barışı sağlanması adına maalesef sanal bir ikileme sürüklenmiştir. Halkın gündeminde olmamasına rağmen, devletin gündemine İmralı görüşmeleri girmiştir. Gelinen durumun halka lanse ediliş şekli sanki bir yıl içinde her şey bitecek ve terörden iz kalmayacak şeklindedir. Ancak gerçekler öyle değildir. Önümüzdeki dönemde İmralı ziyaretler zinciri sıklaşacak ve İmralı adasından propagandalar ve tehditler alacağımız günler de gelecektir. Barış adına istenen nihai nokta ise Bölücü Örgüt Elebaşının maalesef Türkiye Büyük Millet Meclisine girmesi ve devlet yönetiminde federal ve otonom bir döneme geçilmesidir. Bu durum etnik bir gereklilikten değil, sadece Büyük Ortadoğu projesi kapsamında Avrupa’nın ve ABD’nin istediği bir dayatmadan kaynaklanmaktadır. Amaç Ortadoğuda Avrupa’nın ve ABD’nin çıkarlarına ters düşebilecek büyük bir Türk devletinin önünü kesmektir. Temelleri yıllar önce atılmış bu yapılanmanın figüranları maalesef bugün başımızda yetkili makamdadırlar.
Ülkemizin batısı Kürdün, Türkün özgürce yaşayacağı, doğusu ise Kürt otonom bölgesi veya özerk bölgesi olacak bir yapılanma maalesef Türkiye Cumhuriyeti'nin sonu demektir. Biz emekli Assubaylar ülkemizin işgale maruz kalacağı bu yapılanmayı kaygıyla izliyoruz. Gelinen noktada yapılan işleri Baldıran zehiri diye bize anlatanlar bu milletin yıllardır verdiği şehitlerle ne içtiklerini zannediyorlar?
Suriye Dışişleri Bakanının bir sözüne de katılıyorum. Birileri Türkiye’ye baskı yapmalı. Türkiye Suriye’yi maalesef dışarıdan karıştırmaktadır. Suriye yönetiminin muhalefetiyle barışçıl sürece girmesini Türkiye Beşar Esad’ı göndermek adına istememektedir. Türkiye maalesef Libya liderine yaptığını, Suriye liderine yapmak istemektedir. Batılı gazetecilerle ağız dalaşına giren Dışişleri Bakanımız maalesef bir histeri ile hareket etmektedir. Başbakanımız her konuda bir histeri içindedir. İpler ellerinde değildir. İpler bellerine dolanmış ve gitgide sıkışmaktadırlar. Çünkü halktan uzak bir siyasi gündeme esir olarak halkını büyük bir savaşın içine atmalarına ramak kalmıştır.
Saygılarımla…