×

Uyarı

JUser: :_load: 932 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

JUser: :_load: 1810 kimlikli kullanıcı yüklenemiyor.

ŞEHİT ve MECLİS

Haziran 27, 2015

"O yaşamıyor" artık dedi.

Öyle boş gözlerle bakar, konuşmaz pek.

Ne yer, ne içer biz de bilmeyiz.

Ne zaman uyur, ne zaman kalkar...

Canı gitti bir kere, Babamın.

Annem desen ondan beter.

O zamandan beri hep ağlar.

Hiç dinmedi gözyaşları, gece gündüz hep ağlar.

Elinde hep ağabeyimin resmi, uyurken bile bırakmaz.

Hep bakar, bir resme, bir de ağabeyimin üniformasına.

Canı gitti bir kere!

Canları, en büyük olan oğullarıydı.

İlk göz ağrıları.

Aslan gibiydi...

Hakkari'nin kör bir yerinde kahpece vurulmuştu, hain bir ağustos ayında.

Vurulup öldürüldüğünde, hem anasını hem babasını da öldürmüşlerdi.

Binlerce şehidin, yaşamayan binlerce annesinden babasından birileri idiler sadece.

O gün meclisin açılışı vardı.

yemin töreni bir isme, bir soy isme takıldı gözleri.

Bir kez daha öldüler.

Aslında yaşamayan bir insanın bir kez daha ölmesi çok zordur!

Halbuki o meclis çalışsın diye "Canları" ölmüştü ...

 

/Levent Ulucan /

KİMSESİZLERE...

Ekim 31, 2014

Cumhuriyetimizin 91. Yıl dönümünü coşkusuzca ve sessizce kutluyoruz.  İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi. “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!”  Her şey dua ile, amin ile olsaydı futbol maçlarında sahaya çıkıp iyi oynamaya gerek kalmazdı. Çalışmak lazım. Değerlendirmek lazım. Geçmişin ışığında geleceğe yürümek lazım.

Öğüt vermek, güzel güzel anlatmak iyi de, geliştirmeden aynı cümleleri sarfetmek, özellikle devrimcilik ilkesine üvey evlat muamelesi yapmak bakın bizleri ne hale getirdi. Maalesef orta yaşlılarımız Devrimcilik ilkesini, solculuk hatta dev solculuk olarak gördüler. İhtilaller bizlere Cumhuriyetin özgür bireyleri olmaktan çok, biat etmeyi öğretti. Cumhuriyete sadakati bile statükoya ve vesayete sadakate çevirdik.

Peki sana neler oldu sokaktaki vatandaş? Ne çabuk unuttun Cumhuriyetin nimetlerini... Hani sen kimsesizdin? Hani Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesiydi? Sokağa çık bak. Bak da utan Cumhuriyetimizin geldiği durumdan. Utan seni kimsesiz bırakmayan Cumhuriyeti bıraktığın kimsesizlikten…

Bu devletin milyonları bitmiş gibi, adının başında Cumhuriyet olan partiler de babadan oğula geçen siyasete alet oldular. Rejim, tıpkı din gibi, para gibi, köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir, feodalitenin korumasına verildi. Öyle ya… ağanın pohu üstüne poh olmaz… Okumuşluk, entelektüellik, bilim, feodal kapitalizmin emrine yeniden girdiğinde cici, farklı şeyler söyleyince kötü oldu. Yıkılmaya yüz tutmuş feodal ortaçağ derebeyi şatoları tekrar inşa edildi. Bu şatoların desteklediği imparatorluklar yeniden inşa ediliyor. Yine ruhbanlar iş başında…

Maden faciası içimizi cızlattı. Ancak ondan bir önceki  hafta Yüksekova’da, dün Diyarbakır’da  görev başında haince vurulan askerlerimiz ya da Eskişehir’den Isparta’ya gelirken  trafik terörüne kurban olan  sekiz öğrenci acı değil mi? Onlar alışılmış acı mı? Onları kanıksadığımız için mi kameralarımız artık az bahseder oldu? Elma bahçesinden dönen mevsimlik işçiler de mi kader kurbanı? Hep şoför uyudu deyip nereye kadar gideceğiz? Yolların, araçların teknik şartlarını şoförler mi hazırlıyor. Bu ülkenin fakirinin fukarasının cebine elini sokan sokana. Acıdır ki, kredi kartı aidatınızı geri alacaksınız diye ümit verip bile ellerini ceplerimize sokan bir soysuzlaşmadan bahsediyoruz. Bunlar olurken biz hepten de dilenci edasında yaşar olduk, korkar olduk, kendimizi eleştirmez olduk, etkisiz eleman olduk. Yöneticilerin halka hayvan gözüyle bakmasına ramak kaldı.

Kapitalizm acımasız diyoruz ya… Öyle acımasız ki, insanın ne kadar köşeye sıkıştığını bilmeye koysun. Adamın donunu bile alıyorlar da gıkı çıkmıyor. Her şeye sahip çıkmak istiyor vahşi kapitalizm her şeye. Kanunları da o yapmak istiyor. İnançları da o şekillendiriyor. Kapitalizmi koluna takmış bir iktidara muhalefet olmanın dayanılmaz sonuçları neler oldu? Dinsiz, ezana karşı gelen, camide şarap içen, başörtüsünden haz etmeyen, ateistler, komunistler, Vandallar, onlar, bunlar, şunlar deyip bir aşure çorbasına çevirdiler muhalefet olmayı. Hapse girenler iğdiş edilip çıkarılıyor. Sesi yükselene de çare var. Keyfe keder kanunları çıkarılıyor. Alın size bir kanun örneği vereyim. Kişinin iki yıl öncesine kadar olan bilgisayarda dolaştığı sitelerden yargılanması  yetkisi kanunun elindedir. Yani biraz muhalefet ettiysen, sesin çıkıyorsa, dolaştığın sitelere bakacaklar. Vay efendim kazara bir seks sitesine girdiysen yandın. Porno kanununa muhalefetten yargılanacaksın. Yargılandığına mı yanarsın yoksa rezil olduğuna mı? Yüzünü kapatınca polis şüpheli görüp arayabilecek. Durun bir dakika.. Olamaz… Bu hükümet bunu yapamaz. Çünkü bu ülkede çarşaf ve peçeyle dolaşanlar var. Hem de muhafazakar bir tabanı olan hükümet bu kişileri nasıl arayacak. Canım konuştuğum lafa bak. Benim polisim işini bilir.

Her kentin bir imar planı var. İmar planına göre yeşil alan, okul, ibadethane gibi kurumlar zaten şehir plancıların kanunları ile sınırlı. Ama birisi çıkıp bu planı koruduğu zaman, koskoca devlet ezan sesine karşı olmakla, camiye karşı olmakla halkı suçluyor. Yazık… Yazık… Bu kadar bilimden uzak, bu kadar çağdışı olmaya meğer ne kadar hazırmışız… Sonra bir sabah koskoca İstanbul Büyükşehir belediye başkanı televizyona çıkıp diyor ki; “1/50.000 lik planlar hazır. Artık inşaat yapabiliriz. Kanuni bir engel yoktur.” Sayın başkana şu soruyu sorasımız geliyor. “-Arkadaş demek biz neye itiraz edersek itirazımızı boşa çıkarmak için tüm kurumları yuttunuz.

Ülkemde bir paralel yapıdan söz ediliyor. Öyle bir trajikomik bir durumdayız ki? Sanki başkaları döneminde birileri gelmiş ve devletin içinde paralellik oluşturmuş. Sanki devletin içinde tek bir paralel varmış. Tabii ki her hükümet içine sızıp etken olmak isteyen organizasyonlar olabilir. Devletin işi bunu def etmektir. Devletin istihbarat ağı ne işe yarıyor? Neden zamanında harekete geçmedi? Mamanın paylaşılamadığını bilen geniş bir halk kitlesi Stockholm Sendromu içinde olan biteni seyrediyor. Bu örgütlü yapılanmayı neden bir kabadayı kavgası mantığıyla çözüyoruz? Akıl sağlığı yerinde olan bir kişi bu kadar aleni bir gayriciddiliği hemen görüverir. Peki gözlerimizi kapayan nedir? Duble yollar mı? Yüksek katlı modern binalar mı? Ancak parallelik olmalı. Devlet kurumlarıyla paralel çalışmalı. Maalesef ben merkezci bir yapılanmanın esiriyiz. Bir taraftan MGK’da her türlü paralel yapılanmalarla mücadeleden bahsederken, Çalışma Bakanı televizyona çıkıp, “Madenleri kapatmak istiyoruz ama araya 50 kişi koyuyorlar. O nedenle kapatamıyoruz.” diyor. Paraleli sen içinde ara Hükümet! Paraleli Bakanına sor! Kim bu elli kişi? Ücretlerine zam isteyene, kapıdaki işsizleri gösteren bir siyasetçiden ne kadar halkçı olmak beklenir ki!..

Bir maden faciası yaşanıyor. Yetmedi diğeri yaşanıyor. Sorumlular yakalanıp yargı önüne çıkarılacağına toplum önünde yaşananların idaresi yoluna gidiliyor. İmaj ve makyaj ile sorunlar çözülüyormuş gibi yapılıyor. TRT FM spikeri haberde şunları söylüyor; "Madende yaşanan felakete devlet tüm olanaklarını seferber etti. Kurtarmalara 580 kişi, iki helikopter ve bir uçak katılıyor.” Ben bu borazanlara soruyorum. Uçak ne iş yapıyor? Ve soruyorum. Sendikal organizasyonlardan neden hesap sorulmuyor. Çünkü yok. Çünkü iş sağlığı ve çalışma koşullarından el çektirilmiş. Çünkü kurumsal olarak iğdiş edilmiş. Çünkü patronlar sendika lafını sevmez. Bugüne kadar hangi sendika çıkıp ta son yaşananlar için eylem lafını telaffuz etti? Edemez. Sendika başkanlarının koltuğu bile üyelerin elinde değil. Senin adayın, benim adayım. Sağcı, solcu mantığı alabildiğince ayırımcılığıyla sürerken maalesef ve bağımsız olarak söylüyorum ki, solculuk linç ediliyor.

Sendika kelimesini halk da sevmiyor. Çünkü okumayan, araştırmayan bir televizyon toplumu olduğumuz için kamuoyunun algısı kolayca yönetiliyor. Sendika demek, jaguar demek, hırsızlık demek, toplum düzenini bozucu eylemler demek… olarak algılanıyor. Oysa demokrasilerin olmazsa olmazı, iş hayatında terazinin öbür kefesidir sendika…

Böyle bir gündemle Cumhuriyetin 91. Yılını kutlarken, çarşı ortasında Devletin askerleri infaz edilmeye başlandı. Otobüsteki Gazimiz bile, “senin Gazin benim Gazim” diye adlandırılıyor. “Ananı da al git!” “Gaziliği suistimal etme!” “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir.” siyasetinden nerelere geldik. Eğer biz ilkeli olmaz ve adamcı olursak tabii ki daha neler göreceğiz. Dün ak dediğini alkışladığımız kişilerin, bugün kara demelerini alkışlar olduk.

Bir kıvılcım bekleyen kurumuş otlar gibiyiz artık. Gelecek nesillerimize saygımızı yitirmiş, geleceği düşünmeyen, biat eden, korkutulmuş bir toplum olduk. İşimize gücümüze bakmayı, boyumuzdan büyük işlere bulaşmamayı  öğütlüyorlar. Sokaklar parti terörü uygulayan polisten geçilmez oldu. Gençler sokak ortasında devletin polislerince dövülüp öldürülüyor. Eski TEMAD başkanımızın bir sözünü hatırlıyorum. “Başbakan sokakta yürüyenlere hak vermiyor. O nedenle eylem yapmıyoruz.” demişti. Tekel işçilerini örnek göstermişti.  Maalesef bir gerçeğin dışa vurumu bu kadar sade ve basit olabilirdi.  İşte böyle bir sevimsizlik çöküverdi emeğe sahip çıkanların üzerine.

Türk Milletini tekrar ayağa kaldırıp, Eskişehir eski Milletvekili Mail Büyükerman’ın da Kanal 26’da, ayakta ağlayarak okuduğu Atatürk’ün onuncu yıl nutku çizgisine davet etmek lazımdır. Tüm bu gerekçelerle toplumun her alanının üretimden gelen gücünü devletin bekası ile birleştirmesi görevdir. Niçin çalışıyorum? Diye sormak lazımdır? Neye ve kime çalıştığımızı bilmek lazımdır? O nedenle evimizin önünü temizlemeliyiz. Herkes kendi hakkını kapitalistlerin korkunç emellerine karşı gerek yegen yegen, gerekse birleşip koruması lazımdır. Ülkemizi onların bir kan emme arenası olmaktan çıkarmamız lazımdır. Aksi taktirde daha çok maden kazaları, daha çok şehit haberleri, daha çok trafik canavarları göreceğiz. Bizi geleceğe taşıyacak yegane unsur çağdaş medeniyete sahip çıkarak Cumhuriyetin temellerine bağlı kalmaktır. Sivil toplum örgütlenmelerini yükseltmek, halkın ve emekçinin ezilmesini önlemektir. Bu nedenle kapitalistlerin ve ağaların itibarsızlaştırdıkları sendikal yapılanmayı canlandırmalıyız. Demokratikleşme adına devrim yapma fırsatı şu an bizlere verilmiştir. Son günlerde yaşadığımız olaylar, sivil toplum örgütlenmelerinin kuvvetli olması ve memleketin sorunlarının çözümünde söz sahibi olması gereğini bir kez daha ortaya koymuştur. Bunu değerlendirip değerlendirmemek bizlere bağlıdır.

01 Kasım 2014 Günü yapılacak olan TAS-SEN çalıştayına bu ümit ve duygularla katılacağımı, tüm meslektaşlarımın bu bilinçle hareket ederek katkı sağlayacağını ümit ediyorum.

Saygılarımla…

Türk düşmanları için, Osmanlı döneminde başlayan bölünme daha bitmedi, devam ediyor.

Atatürk ve O’na inananlarca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasıyla kesintiye uğrayan yok edici, bölücü hayallerin değişik yollarla devam ettirilmek istendiği bir dönemden daha geçmekteyiz.

Bağımsızlığını perçinleştirici sanayileşmesi dışa bağlanan, Köy Enstitüleri ile başlayan eğitimdeki aydınlanmasının ışığı söndürülen, NATO yoluyla silahlı kuvvetleri etki-kontrol altına alınan Türkiye, idarecileri yönüyle de yabancı ülkelerde yetiştirilen sözde lider, siyasetçilerin, teknokratların elinde yabancı çıkarlarına hizmet eder hale gelmiş durumda.

Seçim zamanları halkın nabzını elinde tutmak için sözde milli söylemler, icranın başına gelindiğinde yabancı çıkarları ile yer değişmekte, bu değişiklik bile ülke halkına bir başarı olarak sunulabilmekte.

Ülkede yaşayan aydınlar, Ergenekon, Balyoz, Ay ışığı gibi altında yine yabancı oyunlarının yattığı senaryolarla susturulmuş, geçmişte bilinmeyen pek çok araştırmacı yazar basında ortaya çıkmış, gerçeklerin üzeri örtülmüş halde.

Bağımsızlığı ile oluşturduğu devlet sistemi ile pek çok ülke düşmanının heveslerini kursaklarında bırakmış olan Atatürk’ün Türkiye’sine karşı olanlar birleşerek, dört bir koldan, kursaklarında biriktirdiklerini adeta kusuyorlar.

Ayrılık kusuyorlar,

Nefret tohumları saçıyorlar,

Tarih olarak Arap kabilelerin tarihlerini Türk topluma yerleştiriyorlar,

Osmanlı’nın son dönemlerine benzer şekilde din üzerinden siyaset yapıyorlar,

Vatansever aydınlardan nefret ediyorlar,

Yakın dönemde izlenen siyaset yolu ile etnikçilik beslenmiş, özendirilmiş, kişilere hak olarak sunulmuş, terör örgütü ile masaya oturularak istekleri yerine getirilmiş, cemaatler güçlendirilmiş, halk birleştirilecek yerde, ayrılıkçı siyaset izlenmiş, gençlik uyuşturucuya teslim edilmiş, neredeyse her ilçeye fakülte, yüksekokul açılmasına rağmen gençlik eğitimsiz, umutsuz, idealsiz, hayalsiz, işsiz bırakılmışken,

Demokrasiyi hedeflerine ulaşmak için bir araç olarak görenler; zaten bozulmuş olan Türkiye’nin tüm sistemini, değer yargılarını daha da işlemez hale sokmuş oldular.

Devletin bir kurumu olan Polis Akademisinde başlatılmış olan Kürt Açılımı tam da bölücülerin istekleri doğrultusunda yürütüldüğünü görmekteyiz. Devletin tüm sistemlerinin başı olan TBMM’de etkin konumdaki iktidar partisi bölücülerden bile önde giderek bölünmeye yönelik kendine verilen görevi yerine getirmekte.

Yalnızca bu dönemki iktidarca değil, Türkiye, her iktidar döneminde bir adım daha bölünmeye gidiyor.

Hakkâri Yüksekova’da 25.10.2014 günü cadde ortasında sırtından vurularak katledilen sivil ve silahsız askerlerimizin kanlar içindeki görüntüsü Türkiye’nin içinde bulunduğu kötü yönetimi, karmaşıklığı en açık şekilde ortaya koymaktadır.

Bu görüntü; ülkeyi yöneten idare ile birlikte, idareye yetki verenlere aittir.

 

İçimizdeki Amerikancılar yolu ile Amerikan planları her daim olduğu üzere yine devrede.

Konu, BOP adı altında Türkiye de dâhil olmak üzere, Orta Doğu’yu AB-D çıkarlarına göre şekillendirmek, hem de büyük çoğunlukla Türkiye üzerinden, Türkiye’deki basın, yayı(n)m, idari kadrolardaki Amerikan hayranlarınca. Bu şekliyle, Sivas Kongresindeki mandacılar ve himayecilerin hayalleri gerçek oldu, denilebilir, nevi türünden.

Ermeni Diasporasının kurmuş olduğu ASALA Terör örgütünün uzantısı PKK, yıllardır çoluk, çocuk, bebek, genç, yaşlı demeden katliamlarına başladığı, 15 Ağustos 1984’den bu yana NATO’nun toplanıp da Türkiye’ye saldırı NATO ülkelerine saldırıdır dediğini duyan, gören oldu mu hiç?

Nasıl olsun ki; bırakın saldırıyı, NATO ülkesine saldırı olarak kabul etmeyi, dağlarda savaş veren Türk askerine rağmen, PKK’ya erzak, silah, mühimmat atıldığı Genelkurmay eski Başkanı Org.Doğan GÜREŞ tarafından açıklanmadı mı? Ya, PKK’ya eğitim veren İsrailli, Amerikalı, Yunanlı şahıslar… Türkiye’de önde gelen parti lideri, yazarlardan, akademisyenlerden ise bahsetmeye bile gerek yok. PKK’ca ilk saldırının olduğu zamanın Yunanistan’ı NATO’ya alan Kenan Evren ve cunta yönetimine denk gelmesi de manidardır. Yıllar sonra Evren “Türkiye eyaletlere bölünmelidir” demedi mi?  Türkiye’yi 8 eyalete bölmekten bahseden Evren bakın neler demişti: "Cumhurbaşkanı iken Bavyera’yı ziyarete gitmiştim. Baktım üç bayrak çekmişler. Biri Türk, öteki Alman bayrağıydı. Bu üçüncüsü ne bayrağı diye sordum. ’Burası Bavyera Eyaleti, onun bayrağı’ dediler. Birçok ülkede bu var. Amerika da böyle yönetiliyor. Pakistan da. Yönetim zorlaşınca ülkeler eyaletlere bölünüyor." (Hürriyet, 01.03.07)

Son 10 yıldır elini-kolunu sallayarak terör yapabilen, askerlerin adeta ateş açmaktan uzak tutulduğu bir terörle mücadele etmeme ile karşı karşıyayız. Terörist başını haklı gösterme, ona sayın deme, bayrak açmalarına göz yummak, askeri araçların üzerine PKK bayrağı örtmek, askerleri cadde ortasında, evlerinde katletmek, şehirlerde ayaklanmak, araçları ateşe vermek, elini-kolunu sallayarak askeri bölgede Türk bayrağını indirmek, bayrak indirmenin kutlamasını askeri birlik içinde halay çekerek kutlamak, kanunlar dayatmak, Oslo’da, İmralı’da, Kandil’de gizli-açık anlaşmalar yapmak, artık PKK için hiç sorun değil, Türkiye’de.

Sorun değil, çünkü ardında, onlar üzerinden AB-D’nin hayalleri var.

Bugün İran’da PKK’nın İran kolu olan PJAK’dan söz edilemezken, Türkiye idarecileri halen PKK ile pazarlıklar yapıp duruyor, PKK karşısında devletin elini, kolunu kendiliğinden bağlıyor.

Birleşmiş Milletler şartının 7’nci bölüm 51’inci maddesi ’Barışın tehdidi, Bozulması ve Saldırı Eylemi’ başlığı altında düzenlenmiş olan: “Bu Antlaşma’nın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konsey’in işbu antlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez” maddesi gereğince BM üyesi Türkiye, dışardan gelebilecek saldırılara karşı saldırının kaynağına kadar, Sınır Ötesi Operasyon düzenleyebiliyordu.

Ancak bu madde Irak’tan gelebilecek saldırılara karşı 2007 yılında kullanılamaz hale sokuldu.

Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın ABD, Irak ve peşmergebaşı Mesud Barzani ile vardığı mutabakat çerçevesinde sürdürülen görüşmelerin ardından, dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın 28 Eylül 2007 tarihinde Ankara’da Irak Dışişleri Bakanı Cevad Bolani ile bir araya gelerek “Irakla Terörle Mücadele Anlaşması” nı imzalamış olması sonrasında Irak’tan gelebilecek saldırılar yönüyle Türkiye için BM’in ilgili maddesi ortadan kaldırılmış, Türkiye’nin terör yuvalarına yapacağı operasyonlar, Mesud Barzani’nin onayına bırakılmış durumda. Bu anlaşma ilk meyvesini 2008 yılı başında Kandil hedefli düzenlenen Güneş Harekâtında kendini gösterdi.

2007'nin ekim ayında Hükümet, TBMM’den aldığı yetkiye dayanarak, 21 Şubat 2008 saat 19.00’da hedefi kandil olan Güneş Harekâtını Türk Silahlı Kuvvetlerine başlattı.

İlk başlarda sınır ötesini de içerdiği duyurulan kara harekâtı 29 Şubat 2008 tarihinde, Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı birliklerinin Türkiye sınırları içine dönmesiyle son bulmuştu.

Harekâtın son bulmasında, 28 Şubat'ta Ankara'ya bir ziyaret gerçekleştiren ABD Savunma eski Bakanı Robert Gates’in etkisi var mıydı?

ABD Savunma eski Bakanı Robert Gates, anılarını yazdığı “Duty” adlı kitabında TSK'nın 2008'de Kuzey Irak'a düzenlediği sınır ötesi harekâta da yer veriyor ve naklettiği cümle aynen şu şekilde: “Ankara'da 'Operasyonu hemen durdurun, askerlerinizi çekin' dedim. 4 kez tekrarladım. Mesajı aldılar” diyor.

Şimdi geldiğimiz noktada ise, 23 Eylül günü Kandil'de açıklama yapan PKK sözcüsü Demhat Agit, “PKK'lıların terörist olmadığını, IŞİD'e karşı Irak ve Suriye'de mücadele veren özgürlük savaşçıları olduğunu” savunarak, IŞİD ile savaşabilmek için Avrupa'dan askeri yardım istiyor. Diğer taraftan,

PKK’nın Suriye kolu PYD’nin Siyasi Komite Başkanı Ömer Alluş’un da Türkiye’den silah takviyesi ve silahların sınırdan geçirilmesi konularında resmî yardım istediklerine dair açıklamaları 27 Eylül günü basına yansıdı.

AB-D’nin isteği doğrultusunda, PKK ve uzantılarının da savaştığı Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütü ile Türkiye’nin de savaşması için 02 Ekim günü TBMM’den tezkere çıkmış durumda.

  • Yoksa PKK ve uzantıları NATO’nun gizli üyesi mi?

***

Cumhurbaşkanlığı Yeni Konutu

Büyük, heybetli, anlam ifade eden yapılar hedeflenen hayallerin ürünüdür. Adalet ve Kalkınma  Parti yönetiminin, bulunduğu coğrafyaya bir Osmanlı İmparatorluğu gibi hükmetmek istemesi, eyaletler yoluyla yönetim hedeflemesi, yönetimde başkanlık sistemini arzulamasına dair kamuoyunda yeterince kanaat oluşmuş durumda.

Yapılmakta olan, kamuoyunda Ak Saray olarak da anılan Cumhurbaşkanlığı yeni yerleşkesi yukarıdaki hedeflerin bir simgesi olsa gerek.

Bir şeyi ele geçirmek, elde tutmaktan çok daha kolay. Diyelim ki çok ortaklı Büyük Ortadoğu Projesi yolu ile Türkiye pastadan payını aldı ve genişledi.

Ya sonrası?

Tek parti olarak uzunca bir süre iktidarda kalmak, iktidarını pekiştirmek için Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimince din adına pek çok tavizler verilmekte.

Vaktiyle; bugün “paralel” dedikleri Fethullah Gülen cemaatine “ne istedi de vermedik” diyerek bir cemaate fazlasıyla taviz verdiklerini dönemin Başbakanı Erdoğan açıklamıştı.

Benzer tavizlerle; oy uğruna tabandan geldiği belirtilen ve ileride cehalet, hurafe, geri kalmışlığı hortlatacak olan eğitim sistemindeki yanlış uygulamalar beraberinde sorgulamayan, mutlak itaatkâr, cahil topluluklar meydana getirecektir. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu hazırlamış olan ”cehalet” değil de neydi?

Önlenemediği takdirde, cehaletin ileride, ülkenin birliğini de ortadan kaldırabileceği gerçeğini, Türk halkı, geçmişin Osmanlı Tebaası yakın tarihte büyük bedeller ödeyerek yaşamıştır.

Dinler, dogmaları içermesi bakımından, değişmez kurallar içermekte. Din üzerine eğitim almayanların, saçı açık bayanların hor görüldüğü yerlerde pozitif bilimlerin yerini dogmalar, kadercilik, bilim dışı inançlar alır ve nihayetinde toplumun derinliklerinde cehalet hüküm sürer. Ve sonuçta cahil demokrasi ile yönetilse ne çıkar?

Her okulun dini eğitim verecek şekle dönüştürülmeye çalışılması, daha dünyadan habersiz, oyun çağındaki sekiz, dokuz yaşındaki kız çocuklarının belli bir simge ile baskı altına alınması, ona sen saçını böyle kapatacaksın, kapatmazsan öbür dünyada yanarsın denilerek korkutulması, yetişkin muamelesi yapılmaya çalışılması, lise düzeyinde evlenmenin serbest bırakılması, çocuk gelinlerin ülke genelinde artmış olması, tüm bunlar geleceğin nasıl olacağının adeta birer habercisi.

İlerleyen dönemde, Adalet ve Kalkınma Parti yönetimi, Cumhuriyeti, Laikliği savunmaya kalksa bile, taban buna müsaade etmeyebilecek, tabandan gelen zorla sistem değişmiş olabilecektir.

Din üzerinden gündem değiştirmek, din dersi ile insan yaşamını kolaylaştırıcı buluşlar meydana getirmede aktif rol oynayan, hastalıklara şifa arayan pozitif bilimleri bir tutmak, bilimin gereklerinden tavizler vermek suretiyle iktidarda kalmak, bir siyasetçinin gündeminde olmamalı.

Bir Çin atasözü der ki;

Bir yıl sonrasını düşünüyorsan pirinç ek, on yıl sonrasını düşünüyorsan fidan dik, yüz yıl sonrasını düşünüyorsan insan yetiştir.

Bugünü anlamak için geçmişin popülist siyasetçilerine bakılması gerektiği gibi, yarını görmek için de bugünkü eğitime, iktidarda kalmak için her yolu deneyen bugünün popülist siyasetçisine bakmak gerek.

***

TEMAD’ın Hukuki Mücadelesi

Her on yılda bir ya darbe olmuş ya da darbe gibi muhtıra verilmiş memlekette, sözde ülkenin çıkarları için. Her darbe, darbe vurmuş vatandaşa, hizaya sokmuş onlara göre yoldan çıkanları. Otoriteye itaat eden, sorgulamayan, tek tip insan özlemi içerisinde olanlarca, yabancı çıkarlarına hizmet verdiği her nedense örtbas edilememiş, darbeden sonra.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin mali konularında ve yönetimsel düzeyde icradan sorumlusu durumunda bulunan ancak vaktiyle, TSK’yı temsil etmediği düşünülerek; temsil, makam, kadrosuzluk, komutanlık, görev gibi tazminatlardan muaf tutulmuş, en kıdemlisinin çalışırken yarbay düzeyinde aldığı ücreti kıdemli üsteğmen düzeyine indirilmiş, emekliliğinde ise yoksulluk sınırında bir yaşamda tutulan; bir kere tutulduğu için, günümüzde kurtarılmak istense de kimi idarecilerce, bir oyunbozanca tutulduğu yerde tutulmak istenen assubaylar birlik ve beraberliklerinden, güç birliğinden kaynaklı olarak örgütlenme adına pek çok yatırımlara da imza atmış geçmişte.

Atmasına atmışlar ancak bir askeri darbe almış götürmüş assubayın varlıklarını bir başka askeri derneğe.

Türkiye Emekli Assubaylar Derneği Hukuk Komisyonu Başkanı Avukat Erken AKKUŞ ve eşi Avukat Meral AKKUŞ’un müracaatına ve Prof.Dr. Ali  AKYILDIZ’ın Bilirkişi Raporuna istinaden, Ankara 27. Asliye Hukuk Mahkemesi; Türkiye Muharipler Derneği’nin 04 Mart 1984 tarihinde yaptığı 35’inci Genel Kurulunda alınan “Bu tarih (4 Mart 1984) itibari ile kasadaki tüm nakitler, gayrimenkullerinin tamamı ile tüm alacak ve borçların, Türkiye Emekli Subaylar Derneği’ne devrine karar verilmiştir” şeklindeki 2’nci maddenin iptaline karar vermiş bulunmakta.

Bu dava sonucunda, 29 yıldır egemen güç tarafından bir karara istinaden assubaylardan gasp edilmiş olan varlıkların tekrar assubaylara dönmesi yolunda önemli bir gelişme sağlanmış oldu.

Emeği geçenler, insanlık adına, assubaylar adına, adaletin tecellisi adına büyük bir başarıya imza atmış oldular. Kendilerine teşekkür ediyoruz.

Dün tam bunu düşünüyordum ki, bir MHP milletvekili pat diye makaleme başlık olacak şekilde başlıktaki benzetmeyi yapıverdi.

Nasrettin Hoca’nın Göle maya çalma hikayesini bilirsiniz. Ve sonunda meşhur lafı vardır. “Ya tutarsa…” Gerçekten Nasrettin Hoca’nın arzu ettiği şekilde göl maya tutsaydı bugün halimiz perişan olurdu. En basitinden Göller yöresi diye adlandırdığımız Isparta ve Burdur’u Yoğurtlar yöresi diye anardık. Millî içeceğimiz olduğu söylenen Ayran için müthiş bir hammadde kaynağı olurdu, diye düşünenler tabii ki yanılacaklardır. O zaman da maalesef suyu zor temin ederdik. Diyebilirsiniz ki, “Yahu sadece göller yoğurt olacak. Akarsular olmayacak…” İyi de düşünsenize yer altında olan bilmediğimiz bir sürü göl var. Onların hepsi ayran olduğu için akarsular da iyice azalacaktı...

Akîl adam olmak böyle bir şey olsa gerek. Yani göle maya çalmak gibi… Önce Nasrettin Hoca’nın fıkrasındaki arzularını çözümlemek gerek. Akîl insanlar bölgelere ayrılmışlar insanlara bir şeyler anlatıp, bir şeyler dinliyorlar. Dinledikleri hikayeler malum ama acaba ne anlatıyorlar? MHP milletvekilinin Akîl insanları “Mayın Eşeği”ne benzetmesini doğrusu ciddiye aldım. Böylesi bir çalışma grubunun oluşturulma amacı neydi? İyi niyet elçiliği yapmak diye insanın ilk aklına geliveren şeyleri herkes bir çırpıda kafasından çıkarıyor. Eğer iyi niyet elçisi olsalar, herkesin bildiği kadar terörü bilen bu kişiler topluma fazladan hangi duyguyu aşılayacaklardı ki…

Malum, tek partili ve neredeyse tek adamlı bir dönem yaşıyoruz. Başbakan hoşuna gitmeyen bir şey söyledi mi, emir telakki edilip icabına bakılıyor. Toplumsal olayların çıkmasına müsaade edilmiyor. Gösteri ve protestolar, karışıklık çıkarmak olarak algılanıp en ağır şekilde cezalandırılıyor. Toplumsal hayatın tamamı siyasi iktidar tarafından kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Amaç daha huzurlu bir toplum mu? Yoksa iktidarıma bağlı, sakin sessiz bir tebaa mı? Toplumumuzda huzur olduğunu söylemek çok iddialı olsa gerek. Artık, yüksek enflasyonumuz yok. Artık, insanlar bir maaşla kaç ekmek, kaç kilo kıyma alır haberlerini okumuyorlar. Peki neler oluyor? Neden insanlar huzursuz?

Öncelikle insanlar devlete ve birbirlerine olan güvenini kaybetmiş  durumdalar.Herkesin güvendiği tek şey var. Para… Paraya giden yolu bulmak isteyenler hep aynı şemsiyenin altına giriyorlar. Din… Maalesef reform öncesi Almanya’nın yirmi birinci yüzyıl versiyonuyuz. Satırbaşları ile sayarsak; emek hiç bu kadar sahipsiz kalmadı. Sermaye hiçbir dönem bu kadar korunmadı. Kadına şiddet bu kadar çok yoğunlaşmadı. Eğitim öğretim hiçbir dönem bu kadar şaibe altına girmedi ve içerik olarak boşaltılmadı.

Akîl Gelelim “Mayın Eşeği”ne… Okuyucu kitlesinin tamamı  asker olan bu sitede mayın eşeğinin tarifini yapacak değilim. Ancak neden adamlar için böyle bir tarif yapılmış. Tabii ki hakaret edip de tepki koymak amacıyla değil…

Toplumsal eylem kırıcılık açısından bakınca, gaz bombasından ileri bir adım olarak mayın eşeği kullanmak geliyor. Dayatmacı zihniyet, güncel hayatta seçimler haricinde sorunlarını gösteri ve eylemlerle seslendiren demokrasiye yakışan eylemlerden çok rahatsız oluyor. Dayatmacı zihniyet halkı yanına alabilmek için bol bol takiyye yapıyor. Ancak öz fikrini derinden derinden önce varoşlardan başlamak kaydıyla yayıyor. Bunu da istismar ile sağlıyor. En son olarak da devrim niteliğinde kararlar manzumesi kandırmacası ile halkın huzuruna çıkıyor. Masum bir kanun torbası ile başlayan bu düzen yavaş yavaş, parlamenter yapının yok edilmesi ve başkanlık sisteminin getirilmesi temelini esas alıyor. Tabii ki batılı anlamdaki başkanlık sisteminin oriantal anlamı ise “Padişahlık”tır. Böylesi bir çıkışın gaz bombaları ile yok edilemeyeceğini, insanların taş atmaktan öteye giderek silahlı mücadeleye de girişebileceğini bilen dayatmacılar, kitlesel olayların önüne geçmenin en güzel yolu mayın eşeklerini ileri sürmekte buluyorlar. Bunlara tepki verenlerin hukuksal hatalar içine girmesini sağlıyorlar. Böylece son kaleler de yıkılmış oluyor. Artık yeni anayasa yapmak, devletin adını değiştirmek, Anayasanın ilk dört maddesini değiştirmek daha da kolaylaşacağı düşünülüyor. Kesinlikle karşı duranları da çaresizliğe gark edecek bir masal vardır. Bu masalın adı “Büyük Ortadoğu Projesi”. Yani kestirme adıyla kim iktidara gelirse gelsin Sam amca ne isterse o olur yalanları. Sam amca istedi böyle olduk. Yoksa Mısır, Libya, Tunus gibi olurduk yalanlarıyla dış ülkelerin çıpasına bağlı senaryolara çaresiz olarak fikirlerimizi teslim etmemiz sağlanıyor.

Bizler; bu ordunun emekçileri, orta sınıf insanlar, bu oyunun neresindeyiz? Tabii ki az da olsa takip ediliyoruz. Yılların kompleksli, aristokrat, hegemon, vesayet siyasetine maruz kalmış bu ülke, bizim sesimizi duymaya imtina etse de, bir gün gelecek ve duyacaktır. Çünkü ülkede sivil toplum adına ayakta kalmış tek derneğiz. Atatürk ilke ve inkılaplarına sahip bu derneğin ayakta kalmasının tek bir nedeni vardı. “Kaale alınmamak.” Ancak bu kaale alınmayan meslek mensuplarının derneği, illere gidip salonlarda insanları topluyor. Bu insanlar kendi haklarını isterken bir taraftan da bir tedirginliği seslendiriyorlar. “Ordu yolda düzülür.” misali bu toplantılarda çıkan ana fikir şudur. Bizler, her ne kadar kendi haklarımız için bıçağın kemiğe dayanması misali bir kaynaşma halindeysek de, bu toplantılarda ülkenin içinden geçtiği Atatürk ilkeleri ve ülkenin üniter yapısına karşı yükselen seslere kulak tıkanamazdı. Nitekim tıkanmadı da… Balıkesir şube başkanımız konuşmasını bu konuya ayırdı. Çeşitli platformlarda TEMAD’dan Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı, Ülkenin üniter yapısına sahip çıkma adında açıklamalar beklenmeye başlanmıştı.

Derneğimizin tüzüğünde olan, “MADDE 4.Dernek, Atatürk devrim ve ilkelerinin sürekli savunucusudur. Bu konularda yapılacak her türlü çalışmaya maddi - manevi destek sağlar.” ibaresinin altı çiziliyor.

Ne olmuştu da emekli assubaylar bir ülkenin sorunlarını kendi sorunlarının önüne taşıma gereği hissetmişlerdi? Atatürk’ün muassır medeniyetler seviyesine çıkmak için gösterdiği batı medeniyetinin yönünü, sözde özümüze dönme takiyyesi ile İslami kurallara çevirmeyi hedefleyen, içinde birden fazla milleti barındıran bir ümmet birliği yaratmak isteyen zihniyet mevcuttur. Bu zihniyet artık Atatürk’e bile aleni saldırmaktadır. Gücünü ise maalesef ve maalesef ihtilaller ile toplumun üzerinde bir nevi katman oluşturmuş askeri vesayetin zararlarından almıştır. İhtilaller ve vesayet politikası devletin kurumlarını zaman zaman bir kişinin eşref saatine, zaman zaman ise al gülüm ver gülüme esir etmiştir. Öyle ki bu vesayet ihtilallerinin sonucu olarak devletin yüksek kademelerinde General ve general yakını olma, bazı kurumlarda ise hükümetin veya bakanın adamı olma geleneğini yaratmıştır. Böylesi bir gidişe karşı içten içten isyan eden toplum, en güvenilir kurum vasfını Türk Silahlı Kuvvetlerine aslında bir nevi baskı ile karışık medya yönlendirmesi ile vermiştir. Moral ve motivasyona çok önem veren halkımız dünyada başka bir ülkede ender görülecek kadar askerine değer vermiş ve saygı göstermiştir. Asker gölgesi altında siyaset yapmayı sindiren yöneticiler yıllar boyu tercih edilmiştir. Ne var ki, toplumda gelişen her olay ne beyaz, ne de siyah idi. Seksen ihtilalinin günah çıkarma kararlarından biri olan İmam hatiplilere Türk Silahlı Kuvvetlerinin kapılarının açılması sonuçlarını doksanlı yıllarda vermeye başlamıştı. Devlet içinde hiçbir zaman tehdit olmaktan çıkmamış cemaat yapılanması orduya sıçramıştı. Ordu içinde müthiş bir alevi sünni karşıtlığı başlamıştı. Büyük komutanların aldıkları kararlar ordu içindeki birtakım din odaklı fikirlerce inançsal açıdan inceleniyor ve eleştiriliyordu. Dahası Türk Silahlı Kuvvetlerini ateist bir yapılanmayı teşvik ettikleri için eleştiriyorlardı. Yemek duaları, ramazanlardaki oruç düzenine uyulmama, gibi haller öne sürülüyordu. Türban sorununun ordu içine yansıması da çok şiddetli olmuştu. Bu uygulama alt kademe ile yöneticileri sanki dünya görüşü olarak değil de başka dünyaların insanı olacak kadar birbirinden ayırıyordu. Kılık kıyafet yönetmeliğine dahi özgürlükleri kısıtladığı için eleştiriler getiriliyordu.

Doksanlı yılların ikinci yarısında ülkenin yerel yönetimlerinin radikal İslamcıların eline geçmesi, bu belediyelerin kendi aralarında yarattıkları yardımlaşmalı hizmet anlayışı, halkın birikmiş olan bir sürü sorununa cevap verecek nitelikteydi. Devletin kurallarının ve kurumlarının yapamadığını, bir avuç belediye yardımlaşma metoduyla hemen hallediyor ve halkın gönlünde taht kuruyordu. Sempati ile bakılan bu hizmete biraz da tedirgin olan insanları ısındırmak için bol bol takiyyeler yapıldı durdu. “Biz artık değiştik.” Dendi. “Ülkenin türban sorunu yoktur.” dendi. “Biz laikiz.” Dendi. Ama geçen zaman şunu gösterdi ki her şey derin bir hoşgörüden ibaretti. Bu hoşgörü sadece sağlam bir tabana oturuncaya kadar olacaktı. Nitekim geldiğimiz noktada Laik Türkiye Cumhuriyeti düzenlenen akınlarla diz üstü çökmüş durumdadır. Cumhuriyet taraftarı insanlar her ne kadar ülkenin gidişatını kötü görseler de artık iyice ses çıkaramaz olmuşlardır. Toplum içine gönderilen akıncılar, mayın eşekleri maalesef eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un dediğinin tam aksine simetrik olarak toplumu hedef almıştır. Uzantılarının dışarıda, ancak köklerinin yine bu topraklarda olduğu ideolojik bir savaş en alevli günlerine gebedir.

Atatürk, televizyonlarda ağır eleştirilere maruz kalmaktadır. Eleştiren kişiler bir sonraki programda Atatürk’ün bir yönünü  överek takiyyelerine devam etmektedirler. Yıllarca ülkemizin bir bölgesinde binlerce insanın öldürülmesinden direkt sorumlu olan terör örgütünün önünde diz çökülmüştür. Bunu böyle görmek lazımdır. Çünkü terör örgütü hiçbir isteğinden geri adım atmamıştır. Nihai amaç olan doğuda etnik kökene dayalı bir kürt devleti kurmak yakadan düşmeye yetmemektedir. Batı vilayetlerimizde de federal bir yapının parçası olarak kalmak istemektedirler. Yugoslavya’da olduğu gibi etnik bir sorun yaşanmaktadır. İkide bir Türkiye’yi kan gölüne çevirme tehditleri savrulmaktadır. Tüm bu gidişata karşı oluşturulmak istenen din birliği bilinci çok başarılı bir yol değildir.

Türkiye’nin de, her ülkenin olduğu gibi kendi gerçekleri vardır. Bu gerçekleri görerek çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak en öncül seçeneğimizdir. Türkiye’nin aydınlık yarınları  etnik veya dinsel birliktelikten çok sosyal ekonomik uygulamalara dayalıdır. Burun kıvırarak en önce çöpe attığımız Atatürk’ün Devletçilik politikası bu ülkeyi seksen yıl ayakta tutmuştur. Halen ülkemizde on beş milyon Kürt kökenli vatandaşımız yaşamaktadır. Bu vatandaşlarımızın ezici bir çoğunluğu bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı olduğunun sarsılmaz bir şekilde bilincindedir. Ancak bu bilinç Atatürk’ün devletçilik politikası sayesinde olmuştur. Kamu İktisadi Teşekkülleri ülkenin dört bir tarafında ayrım gözetmeksizin halka istihdam sağlamıştır.  Ömrü boyunca devletin gücünü feodal yapılanmaya karşı kullanmıştır. Feodalite ve gelenekselciler sağ görüş adı altında, kuzu postuna bürünmüş kurt gibi devleti kandırıp tekrar iktidara gelmesini bilmişlerdir. Geldiğimiz noktada hangi milletvekili yüzde yüz inancı için masalarda oturmaktadır? Kamer Genç’ten başka hangi milletvekili halkı çok iyi tanımaktadır? “Atatürk olmasaydı kimbilir hangi şeyhin kaçıncı karısı olurdun.” Lafı hangi yönüyle hakarettir? Tabii ki hakaret değildir. Bu laf bir tokattır. Anlayan tarafından anlaşılmıştır. Ancak hazmedilememiştir.

Selam ederim. Yazılarım bu yönlü devam edecektir….

SARIYAYLA KARAKOLU

Mart 03, 2013

Ülkemiz çok büyük bir dönemeçten geçmektedir. Bu süreçte benim kafama göre yazacağım makalelerimden çok, yaşanmışlıkların önemi vardır diye düşünüyorum.

Aşağıdaki satırları ben yazmıyorum. Taraf gazetesinin topluma sunduğu haberi hiç bozmadan yayınlıyorum.

iŞTE TARAF GAZETESİ'NİN HABERİ:
Dağda unutulan karakol

» Sarıyayla Karakolu'nun yeri ve koşulları nasıl?

  • Karakol 1988'de kurulmuş. Ben oraya ekim ayında gittim. Normalde 60-70 kişilik bir karakol. Bugüne kadar ciddi bir taciz, ciddi bir saldırı almadığı için de özel bir korunak, yığınak yapılmamış. Yani diyelim ki beş yıl önce orada hangi silahlar varsa bugün de öyle... Yasemin Hanım, benim özellikle anlatmak istediğim şu; acaba bizim TSK'mız terörle mücadele ediyor mu, yoksa acaba terörü mü destekliyor? Bu çok önemli. Bizatihi kendi eliyle yapmış olması ya da teröristi desteklemesi manasında değil. Bence teröristin aradığı şartları zafiyetle oluşturan kişi de terörist kadar suçludur.

» Neden zaaflıydı bu karakol?

  • Bir kere, 1850 rakımlı. Yılın pek çok ayı yağış alan bir yer, sisli. Mesela 3 kasımda kar yağdı orada, Türkiye'de hiçbir yerde kar yokken bizim karakolumuzda kar vardı. İki-üç ay boyunca hiç kimse ulaşamıyor. Bizim üç aylık erzağımız geliyordu, o şekilde idare ediyorduk. Güneş açtığı zaman Sikorskyler gelir, ihtiyaç bir şey varsa getirir ya da gelecek gidecek adam varsa onu taşır. Mesela benim karakoluma ulaşmam için on beş gün beklemem gerekti. Aslında oradaki karakol, birisine üstünlük sağlama amacıyla kurulmuş olamaz, daha ziyade bir mahrumiyet bölgesine birilerini göndermek gibi bir şey. O karakolun başka bir mahiyeti yok. Düşünün ki siz, karakolunuza bir saldırı olacak, sadece bu saldırı için de söylemiyorum, dört saat boyunca hiçbir destek sağlayamıyorsunuz. Çünkü teröristler gündüz güneşli havada saldırı yapmaz. Teröristin kendisine avantaj sağlayacağı havalar puslu, yağışlı havalardır. Ama bizim askerimize gerilla savaşı için verdiğimiz silah piyade silahı yani normal savaşta kullanılan silahsa, bu silah en ufak bir su, bir nem gördüğü zaman çalışmıyorsa ne yapacaksın.

» G3 piyade tüfeğinden mi bahsediyorsunuz?

  • Evet, herkese G3 veriyorlar. Halbuki teröristlerin elinde Kalaşnikof var, Kalaşnikof suda bile çalışır. Oysa bize verilen silahlar yağışta çalışmıyor. G3 piyade tüfekleri Güneydoğu'daki en tehlikeli karakola da veriliyor. Oysa bu teröristle mücadele silahı değil. Batıda herhangi bir karakolda HK33 ile birlikte kullanılan bir silah. Zaten komutanımızla birlikte ikili konuşmamızda bana şunu demişti, "Dua edelim ki terörist bize saldırmasın. Çünkü bu elimizdeki silah mühimmatla bir hiçbir şey yapamayız" demişti.

» Kimdi bu, baskında şehit düşen komutan mı?

  • Evet, şehit düşen komutan, Hasan Özüberk... Benim komutanımdı.

» Komutan bu zaafın farkındaydı yani... Oradaki 60-70 asker için ne söyleyebilirsiniz. Rütbeli var mıydı? Askerî eğitim görmüşler miydi?

  • Beş on tane rütbeli vardı. Biri astsubay kıdemli başçavuştu, komutanımızdı. İki tane de astsubayımız var. Gerisi uzman çavuş. Kalan da erat. Er sayısı değişir. İzinlere çıkıyor arkadaşlar. Saldırı beklenmediği zamanlarda askerlerin bir kısmı izinde oluyor. O bakımdan saldırı gecesi kırk asker bulunması izinler yüzünden... Bazı arkadaşlarım izindeydi.

» Onlar şanslıymış... Karakolda G3 piyade tüfekleri dışında başka hangi silahlar vardı?

  • Bixiler vardı, iki tane.

» Makineli tüfek mi?

  • Evet, iki Bixi makineli tüfek, bir de Koch makineli tüfek. İki tane de uçaksavar var.

» Ağır silah var mı? Tank gibi, zırhlı araç gibi...

  • Tank, BTR, akrep bunların hiçbiri yok.

» Uçaksavarlar çatışmada kullanılmış galiba...

  • Çatışmaya fiilen katılan arkadaşların psikolojisi biraz bozuk olduğu için farklı bilgiler verebiliyorlar. Bir arkadaşım uçaksavarlardan birinin çalışmadığını anlattı ama sonra bir diğeri olayı daha ayrıntılı anlattı. Uçaksavarlardan birini kullanamamışlar. Ama bir arkadaşımız uçaksavarla savunma yapmış. Elindeki bütün mermisi bitene kadar çatışmış. Mermisi bitince teröristler onu el bombasıyla öldürmüşler.

» Hangi arkadaşınız bu?

  • Şehit düşen Ahmet Eyce...

» Allah rahmet eylesin. Peki diğer uçaksavar niye çalışmamış?

  • Onu bahsetmediler, bilmiyorum. Fakat bizim Karakol Komutanımız Hasan Özüberk olağanüstü  çarpışmış, yani resmen teröristlerin içine dalmış. İki terörist onu arkasından saldırıp telle boğmuşlar.

» PKK'lılar karakola girmişler öyleyse...

  • Evet, girmişler.

» Karakola kaç PKK'lı girmiş?

  • Tam sayıyı kimse bilmiyor. Ama her yere girmişler. Hatta yatakhaneye kadar gitmişler, arkasından kaynaklı kapıya yüklenmişler, açamadıkları  için içeri girememişler. Girebilselermiş çok fazla zayiat olurmuş.

» Yatakhane asker doluymuş, öyle mi?

  • Tabii, baskın anında bütün gündüzcüler yatakhanede uyuyormuş. Sonra onlar arka taraftan kaçıp mevzilerine geçmişler.

» Şimdi baskın anına dönsek, bana o sırada karakoldaki ortamı, kimin ne yaptığını anlatabilir misiniz?

  • Baskın saat 11'e çeyrek kala başlamış.

» Gece o saatte sizin karakolda hayat nasıldır?

  • O saatte gündüz nöbet tutan arkadaşların hepsi genelde istirahat halindedir. Onlar akşam saatlerinde yatarlar. Gece ekibinin de yarısı nöbettedir, yarısı dinleniyordur.

» Kaç kişidir gece ekibi?

  • Karakol mevcudunun yarısı  gececi, yarısı gündüzcüdür.

» Tek yatakhane mi var karakolda?

  • Evet, bir tane yatakhane var, ranzalarda yatıyor herkes.

» Komutan nerede yatıyor?

  • Komutanların lojmanı  ayrı. Bir tane lojman var. Komutanlar dönüşümlü olarak orada uyuyor.

» PKK'lılar lojmana girdi mi?

  • Tabii, tabii. Zaten komutan lojmanı teröristlerin girdiği bölgenin hemen yakınında.

» Saldırı gecesi, 22:45'te, gececilerin yarısı nöbette, sis var, yağmur var... Ne oluyor? Karakolda, gazetelere bile yansıyan istihbarat raporlarından sonra bir saldırı beklentisi, bir alarm durumu, özel bir önlem var mı?

  • O sırada karla karışık yağmur yağıyormuş. Dereova Karakolu'na baskın bekliyorlarmış. Sarıyayla'da tabii her zaman alarm durumu vardır, yani arkadaşların çelik yeleği, çelik miğferi vardır ama bunun dışında hiçbir özel önlem yok... Genelde bu Tunceli'deki saldırı istihbaratı üzerine Sarıyayla Karakolu'na hiçbir takviye yapmamışlar.

» Baskın nasıl olmuş? Birebir yaşayanlar size nasıl anlattılar o geceyi?

  • Yatakhanedeki bir arkadaşım, "Abi," dedi, "yatakhanede bekliyorduk. Kapıları  zorluyorlardı." Karakolun içine el bombası da atmışlar. Karakol komutanının ve komutan yardımcısının simasını çok iyi biliyorlarmış teröristler. Onları arıyorlarmış özellikle. İçeri girenler onların peşindeymiş. Arkadaşlarım, "Abi, biz hiç önemli değildik, bizle hiç ilgilenmediler. Komutanla komutan yardımcısını arıyorlardı" dedi. Karakol komutanımız ile komutan yardımcımız Serkan Payza çok cengâverce çarpışmış. Arkadaşların çoğu Serkan astsubayın cengâverliği sayesinde kurtulmuş. O kaçmış, teröristler onu kovalamış. Onun neredeyse tek başına dört beş tane teröristi öldürdüğü söyleniyor. Tabii, teröristler daha sonra çok fazla zayiat verdikleri için karakolu terk etmek zorunda kalmışlar. Yani kapıdan dışarıdan çatışma şeklinde geçmemiş. Teröristler karakolun ortasına kadar girmişler.

» O geceye döneceğim ama önce karakolun yapısının, inşaat ve konum itibariyle böyle bir tehlikeye karşı koymaya uygun olup olmadığını sormak istiyorum...

  • Yasemin Hanım, o kadar çok şey var ki söyleyecek, başınız sıkıntıya girer...

» Rahat olun. Ben o karakolun hikâyesini yazmak istiyorum ki okuyan kişi neyin eksik, neyin noksan olduğunu, neyin yanlış gittiğini görsün, ders çıkarılsın, bir daha da bunun benzeri yaşanmasın.

  • Bakın, baskının tanığı  olanların bizatihi söylediği şey, komutanın ve komutan yardımcısının görevlerini hiç eksik yapmadıkları. Hatta normalden fazla çatışmışlar. Karakol komutanı normalde içeride durur ki askerleri yönlendirsin. Bizim karakol komutanımız işin ciddiyetini anladığı için bizzat gidip teröristlerin karakola girdiği yerde mevzilenmiş. Yaklaşık beş-altı şarjör bitirmiş. Ondan sonra teröristlerle boğuşmuş ve bir terörist arkadan telle boğarak ancak komutanı öldürebilmiş. Şunu vurgulamak istiyorum. Karakol komutanı olarak siz kendi canınızı da koruyorsunuz en başta. Hasan Komutan gibi Serkan Komutan da bu noktada, güvenlik konusunda aşırı hassas bir insandı. Beni ve arkadaşlarımı hatalarımızda, güvenlik konusunda bir eksiğimiz olduğunda uyarırdı. Arkadaşların ve oradaki komutanların en ufak eksik yaptığı bir şey yok yani.

» Binaya dönelim. Yapı kalitesi olarak, konumu açısından, mevzileri itibariyle korunaklı mı?

  • Bu karakol binaları  standart basit binalardır zaten. Ama ben o karakolun oraya konulması kadar saçma bir şey daha göremiyorum.

» Niye saçma?

  • Çünkü o karakolu şimdi Genelkurmay'a sorsanız, size açıklayacağı şudur: "Bingöl ile Tunceli arasında teröristlerin geçiş noktasında çok stratejik öneme haiz bir karakol" derler. Ama orada neyi koruyorsunuz? Biz niçin oraya gönderildik? O karakolun oradaki mahiyeti nedir? O karakol bunca yıl içersinde kaç kere size teröristlere karşı kritik istihbarat vermiştir? Bunların cevabını vermezler. Ben size şunu söyleyeyim; o bölgedeki karakollardaki insanlar sadece ve sadece kendilerini korumakla yükümlüdürler. Ben kendimi Ankara'da da koruyabilirim, İstanbul'da da koruyabilirim. Kendimi korumak için niçin öyle bir karakola gönderiliyorum? Orası çok dağlık bir alan. Teröristler dağların arasına karışıp gidiyor zaten. Teröristler kendilerini sabit bir karakola gözetletecek kadar basit bir iş yapmıyor ki. O karakolun oraya konulması bile bir mantık hatası, o arkadaşların katledilmesi için yeterli neden.

» Resmî makamlar, baskının önlenememesini ve yardımın gecikmesini hava koşullarının kötülüğü ile açıkladılar...

  • Bakın 1850 rakımda karakolunuz var. Karşınızda 2400 rakımlık Bedro Dağı var. Ve Tunceli'nin dağlarına şimdi gidin kar görürsünüz. Haziranda gidin yine kar var. Siz "Orayı Bodrum mu zannettiniz" diye yazmışsınız ya çok güzel isabet etmişsiniz. Orası yaz tatili için gidip gezilecek bir yer değil, herkes oranın coğrafyasını, iklim koşullarını biliyor zaten.

» Bu koşullarda etkili olabilecek silahlar, cihazlar neden kullanılmıyor?

  • Orada karakol kurarsan zaten fazla bir şey yapamazsın. Madem kurdun ne yapman gerek, her zaman o karakola yakın takviye birlik bulunduracaksın. Jandarma Özel Harekât gibi, terörle mücadeleyle uzman ekipler gibi... BTR koyacaksınız, tank koyacaksınız. Ancak o şekilde bir şansınız olabilir. Neden Dereova'ya, Ballıbahçe'ye, Şehit Mehmet'e saldırmadılar da Sarıyayla Karakolu'na saldırdılar?

» Neden? Diğer karakolların donanımı daha mı iyi?

  • Onlar nispeten çok tedarikli. Çünkü onlar defalarca baskın yemiş karakollar zaten.

» Baskın yiyen karakolun donanımı güçlendiriliyor, gerisi bekliyor. Öyle mi?

  • Bir kere baskın yiyen yer, hemen ardından basılmıyor ki zaten. Sonuçta baskın yiyen yere siz tedarik vereceksiniz, on-on beş yıl sonra o silahlar tekrar eskiyecek. Sonra teröristler eskiyen karakolları teker teker dolanıp belirleyecek tekrar saldıracak. İlginç bir şey söyleyeyim mi ben size...

» Buyurun...

  • Teröristler gelse bana sorsa, "Ya sen bölgeyi tanıyorsun, burada en korunmasız, en kendini savunamayacak karakol hangisi" deseler, ben "Sarıyayla" derdim. Anlatabildim mi?

» Peki, termal kamerası var mıydı karakolun?

  • Termal kamera vardı. Ama termal kamera hiçbir zaman kar ve yağmurda göstermez. Yine de karakolun termal kamerası  zaten bozukmuş. Yani açık havada, diyelim ki birkaç gün öncesinde yığınak yapan teröristi belirlemek mümkün termal kamerayla ama o olanak da yokmuş.

» Termal kamera çalışmıyorsa, uzağı görmek için başka ne var karakolda?

  • Öyle bir karakola, yağışta çalışmayan termal kamera vermek zaten yanlış. Ama "Şahingözü" denen başka bir cihaz var. "Şahingözü" kar olsun, yağmur olsun her ortamda size teröristi gösterebilen bir teknoloji. Ve bu karakolumuzda bu cihaz yok... Üç dört ay yağış alan bir yere siz termal kamera koyuyorsunuz ki aylarca kimseyi göremesin. Peki diğer karakolların bazılarında "Şahingözü" var, bu karakolda niçin yok? Diğer karakollarda bu cihazın başında olan arkadaşlarım diyor ki, "Şahingözü sayesinde, karda, yağmurda yedi kilometre ötesini görebiliyoruz."

» Sarıyayla Karakol Komutanı, Komutan Yardımcısı bu eksikliklerin herhalde farkındaydı, talepte bulunmadılar mı?

  • Tabii ki farkındaydılar. Ama talepte bulundular mı bilmiyorum. Tahmin ederim bulunmuşlardır ama Genelkurmay kendisine gelen talepleri açıklayacak kadar şeffaf bir yer değil ki... O zaman yazışmalara bakılır, hesabı sorulur. Ama ben şunu açıkça biliyorum, karakoldaki bütün komutanlar karakolun silah olarak çok kötü durumda olduğunu gayet iyi biliyor ve herkese söylüyorlardı... Bakın Sarıyayla'da şehit olan arkadaşlarımızın birisi, Adem Şimşek benim çok yakınımdı.

» Yakın arkadaşınız mıydı?

  • Yan yana bir sürü  fotoğrafımız var. Benim merakım, şimdi benim bu anlattıklarımın ne kadar işe yarayacağı... Bir daha bunlar olmasın diye... Genelkurmay hesap veren bir Genelkurmay değil ki.

» O hesabı sormak gazeteciler olarak bizim görevimiz ama. Bu baskının hikâyesini ortaya çıkarmak da öyle...

  • Bakın biz o karakola hiçbir askerî eğitimden geçmeden gittik. Tunceli'de elli gün Nazi kampından bir derece iyi olan bir yerde kaldık, "kabul-toplama merkezi" denen yerdi burası. Size neyi anlatsam daha çok işe yarar ki?

» O geceyi anlamama yardım edin. Baskın başlayana dek o karakolun, çevredeki PKK etkinliği konusunda hiçbir istihbaratı yok muydu?

  • Saldırı istihbaratı  var ama beklentiler bir başka karakolun hedef seçileceği yönünde. Dereova'ya saldırı olacağı düşünülüyormuş.

» Dereova'nın Sarıyayla'ya uzaklığı ne kadar?

  • Beş kilometre... Ve o karakolda BTR var, tank var...

» Gece vakti birden ateş mi açıldı Sarıyayla'ya?

  • Hayır, bizim karakolumuzu öyle bir yapmışlar ki bütün karakolların çevresindeki mevziler 30-40 metre mesafedeyken bir tane mevziyi bizim karakola beş metre mesafede koymuşlar.

» Çok yakın değil mi?

  • Çok yakın. Nedenini anlamış değilim. Bu mevziden kendinizi korumanız mümkün değil yani... Kuruluşundan beri karakola beş, en fazla yedi metre uzakta bir mevzi var. Üç no.lu mevzidir bu. Teröristler de zaten o mevzinin çevresindeki teli açıp girmişler. Oradan sızmışlar. O mevzinin yedi metre ötesi karakol komutanının odası, karakolun en can alıcı noktası yani... Karakola yardım geciktirildi

» PKK'lılar üç no.lu mevzide teli kesip içeri sızınca karşılarına ilk kim çıkmış?

  • Orada kısa dönem askerlik yapan bir arkadaşım nöbet tutuyormuş. Karakolda zaten asker sayısı  az, mevzi de çok olduğu için, karakol komutanımız yeterli sayıda askeri olmadığı için karakola en yakın yere kısa dönem arkadaşı koymuş. Bu arkadaşım şu anda hastanede yaralı. Bilgisayar mühendisidir kendisi. Teröristleri görünce birkaç el ateş etmiş, bacağından vurulmuş. Komutanımız da sesi duyar duymaz çok yakın olduğu için hemen odasından çıkmış. Yardıma gelenlere, "beni burada bırakın, siz gidin askerleri uyandırın, herkes mevzilerine gitsin" demiş. O da çok büyük cesaret yani. Allah mekânını cennet eylesin. Onun cengâverliği sayesinde birçok arkadaşım kurtuldu.

» İlk sıcak teması yapan kısa dönem bilgisayar mühendisi ile Karakol Komutanı Astsubay Kıdemli Başçavuş Özüberk....

  • Evet, çatışma başlayınca karakol komutan yardımcımız üç tane şarjör vermiş  karakol komutanımıza. O da kalmak istemiş. "Yok" demiş komutan, "sen diğer çocuklara sahip çık" diye onu yatakhaneye yollamış.

» Ne kadar sürmüş çatışma? Ne zaman içeri girmişler?

  • İki saate yakın çarpışma var. Baskın zaten iki saat kadar sürmüş. Karakol komutanı şehit düşünce, teröristler karakola giriyor. İçeride çarpışma sürüyor.

» Nerelere girebilmişler?

  • Karakol komutanının odasına giriyorlar, oraya el bombası atıyorlar. Telsiz Odası'na giriyorlar ve odayı tarıyorlar. Sonra yatakhaneye koşuyorlar. Yatakhanenin iki kapısı var. Kapılardan biri içeriden kaynak yapılmıştı. Şans eseri o kapıyı zorlamışlar. Ondan dolayı yatakhanede giyinmeye, silahını almaya çalışan arkadaşlara ulaşamamışlar.

» Baskın sırasında karakoldan kimse dışarıdan yardım isteyebilmiş mi?

  • Emin değilim. Onu ancak Genelkurmay bilir. Ama teröristler Telsiz Odası'na hemen giremediklerine göre yardım istenmiştir, benim tahminime göre. Karakol komutanımızın korumalığını yapan arkadaşımız bilir bunu ama ona ulaşıp soramadım çünkü o da yaralı, hastanede yatıyor.

» Ama şunu biliyoruz ki, hava koşulları kötü diye helikopterler gidemedi, saatler sonra bir ambulans ulaştı karakola.

  • Yasemin Hanım, basit mantık kullanalım. Dışarıdaki komutanlar işlerini iyi bilselerdi bugün bu kadar şehit vermezdik. Bu ilk karakol baskını değil. Karakollara onlarca saldırı oldu Tunceli'de. Buna Nazımiye İlçesi de dahil. Buna rağmen orada bir tane hava indirme askeriniz yok. Orada birkaç kilometre mesafede hava indirme tugayınız olsa bu yaşanır mı?

» Yok mu böyle bir tugay yakında?

  • Yok ama aslında olması  lazım. Düşünün siz gerilla savaşına alışık, silahları  sağlam teröristlerin ortasına korunmasız, 18-20 yaşında hayatında silah eline almamış gençleri koyuyorsunuz. İki saat boyunca çarpışıyorlar ve o teröristler elini kolunu sallaya sallaya çekip gidiyorlar siz bir tanesini bile yakalayamıyorsunuz. Dışarıdakiler için söylüyorum. Ben o ilçedeki karakol olsam utancımdan insan içine çıkamam.

» Karakolları koruyacak hava indirme tugayları neden yok?

  • Bakın bir karakolun ortalama maliyeti 1-1,5 trilyon lira arası. Şimdi bu karakolun birinden ikisinden vazgeçip onun parasıyla hava indirme kabiliyeti olan bir tugay kursanız, ona da bir tane Sikorsky zimmetleseniz... Otuz beş kilometre yürütmezsiniz askerleri karakola yardım göndermek için, haksız mıyım?

» Otuz beş kilometre yürümüşler mi gerçekten?

  • Evet. Nazımiye Merkez'den yürümüşler. Empati yapalım. Çok acı, bakın. Diyelim ki siz art niyetli bir komutansınız. Ve oradaki askerlerin şehit olmasını  istiyorsunuz ve bundan nemalanmak istiyorsunuz. Ne yaparsınız? Karakola yardıma gidecek elemanı en yavaş yoldan gönderirsiniz... Bunun en yavaş yolu nedir sizce?

» Askerleri yürütmek herhalde...

  • Daha yavaşı sürünerek gitmeleri olur ancak. O arkadaşlar mümkün mertebe geç yardım alsın diye, şehit düşsünler diye kasıtlı olarak yardım geciktirilmiş gibi bir izlenimim var benim.

» Bunun kararını kim veriyor?

  • Nazımiye Merkez'de Komando Birliği var, orada veriliyor karar ama sorumlu kim bilemem.

» O komando birliği neden cemselerle yardım göndermiyor?

  • İşte ben de onu soruyorum. Baksanıza ambulans gidebilmiş. Sizce neden araç çıkarmamışlar? Kesinlikle ihmal var... Ama komutanlar tanrı yani, sorgulayamayız ki.

» Anlıyorum. Tedariksizlik, silahların kötülüğü, "Şahingözü" olmaması, hava indirme takviyesi olmaması, karadan yardımın en yavaş yolla gönderilmesi... Siz bütün bunların kayıpları arttırdığını mı söylüyorsunuz?

  • Evet, kesinlikle. Üstelik haberlerle çocukların anlattığı birbirini tutmuyor. Haberler diyor ki ambulans sabaha karşı üçte vardı. Karakoldaki çocuklar diyor ki, "Abi, daha geç, altı-yedi gibi geldi" ama tabii onlar da çok sağlıklı düşünemiyor olabilir.

» "Şok" hali vardır herhalde... Her halükârda sabaha karşı gelmiş ama ambulans, değil mi?

  • Çocuklar, JÖH'leri yani JÖH dediğimiz Jandarma Uzman birliklerini "sabah 11 ile 12 arasında gördük" diyorlar.

» Baskından 12 saat sonra mı?

  • Evet. Tabii, bu arada baskın esnasında köydeki bütün evlerden ateş gelmiş karakola.

» Köylüler mi ateş etmiş?

  • Köylüler ateş etmemiş. Köy boş  çünkü. 20-25 ev var köyde. Yedi ya da dokuz evde insan kalıyordu, gerisi boş. PKK'lılar gelip o boş evlere mevzilenmişler, onlar ateş etmiş.

» Yardımın gecikmesi nedeniyle hayatını kaybeden asker var mı ya da durumu ağırlaşan?

  • Çocuklar, "Abi, yardım erken gelse, bu kadar şehidimiz olmazdı" diyorlar. Sabaha kadar yaralıların başında beklemişler. Çatışmadan sonra o moralsiz halde, askerler arkadaşlarının parçalanmış vücutlarının başında yarımşar saat nöbet bekleyerek geçirmişler geceyi. Karakoldaki arkadaşların şu anki hali felaket. Onlara eziyet ediliyor sanki "niye çarpıştın, niye vatanı savundun" diye...

» Psikolojik rehberlik hizmeti ya da başka bir yardım sağlanmış mı?

  • Hayır, baskını yaşayan çocuklar sabah 4'ten akşam 5'e kadar nöbet tutuyorlar şu anda. Uyumaları gereken zamanda da uyuyamıyorlar. Gece 1'de konuştum. "Abi uyuyamıyorum, gözümü kapatınca şehitleri görüyorum" diyor bir arkadaşım.

» Çok zor...

  • Bakın Yasemin Hanım, benim anlattığımla siz bunaldınız. Ben bunları yaşadım. Arkadaşlarımla sürekli görüşüyorum. Bunlar tekrarlanmasın diye konuşuyorum sizinle.

» Anlıyorum ve buna büyük saygı duyuyorum. Son olarak, baskın nasıl sona ermiş, anlatır mısınız? PKK'lılar çekip gitmiş mi?

  • Çok zayiat vermişler. Arkadaşların saydığına göre 13 tane. Zayiat verince cesetlerini alıp gitmişler. Yoksa normalde karakolu almaya gelmişler. Halay çekeceklermiş karakolun içinde. Niyetleri oymuş. Dağlıca'daki gibi yapmak. Yapamamışlar. Ancak karakolun girişinde, PKK'lıların sızma yaptığı yerde askerler sonradan cesaret verici iğneler, adrenalin kapsülleri bulmuşlar...

» Çatışmayı yaşayan arkadaşlarınızın olayı anlatmaları istenmiş mi? Soruşturma yapılmış mı?

  • Hayır, henüz öyle bir şey yok.

» Bir ziyaret olmuş mu karakola?

  • Bir rütbeli gelmiş, "aferin aslanlar" demiş, o kadar. Hâlâ da orada bir sürü rütbeli varmış. Ama özel bir yemek vermek bile yok askere. Bir psikolojik hizmet yok. Herkes kâbus görüyor karakolda

Sarıyayla Karakolunda, Türkiye Cumhuriyetinin bölünmez bütünlüğü  uğruna, bayrağı uğruna, savaşarak şehit olan meslektaşlarımıza ve askerlerimize Allah'tan rahmet diliyoruz. Bizim vatanımızın bütünlüğünü, bari şehitlerimizin döktüğü kanların yüzü suyu hürmetine korumak adına TEMAD’a ve emekli assubaylara büyük görev düşmektedir.

Ülkemiz, kalıcı barışı sağlanması adına maalesef sanal bir ikileme sürüklenmiştir. Halkın gündeminde olmamasına rağmen, devletin gündemine İmralı görüşmeleri girmiştir. Gelinen durumun halka lanse ediliş şekli sanki bir yıl içinde her şey bitecek ve terörden iz kalmayacak şeklindedir. Ancak gerçekler öyle değildir. Önümüzdeki dönemde İmralı ziyaretler zinciri sıklaşacak ve İmralı adasından propagandalar ve tehditler alacağımız günler de gelecektir. Barış adına istenen nihai nokta ise Bölücü Örgüt Elebaşının maalesef Türkiye Büyük Millet Meclisine girmesi ve devlet yönetiminde federal ve otonom bir döneme geçilmesidir. Bu durum etnik bir gereklilikten değil, sadece Büyük Ortadoğu projesi kapsamında Avrupa’nın ve ABD’nin istediği bir dayatmadan kaynaklanmaktadır. Amaç Ortadoğuda Avrupa’nın ve ABD’nin çıkarlarına ters düşebilecek büyük bir Türk devletinin önünü kesmektir. Temelleri yıllar önce atılmış bu yapılanmanın figüranları maalesef bugün başımızda yetkili makamdadırlar.

Ülkemizin batısı Kürdün, Türkün özgürce yaşayacağı, doğusu ise Kürt otonom bölgesi veya özerk bölgesi olacak bir yapılanma maalesef Türkiye Cumhuriyeti'nin sonu demektir. Biz emekli Assubaylar ülkemizin işgale maruz kalacağı bu yapılanmayı kaygıyla izliyoruz. Gelinen noktada yapılan işleri Baldıran zehiri diye bize anlatanlar bu milletin yıllardır verdiği şehitlerle ne içtiklerini zannediyorlar?

Gaziliği suistimal etmeyin!” diyebilecek kadar ileri giderek gazisini fırçalayan bir başbakana biraz ağır ol diyorum. Siyasetçinin işine karışmamak adına şehidine ve gazisine sahip çıkmayan güvenlik güçlerinin tüm yöneticilerini, çalışanlarını ve emeklilerini kınıyorum.

Suriye Dışişleri Bakanının bir sözüne de katılıyorum. Birileri Türkiye’ye baskı yapmalı. Türkiye Suriye’yi maalesef dışarıdan karıştırmaktadır. Suriye yönetiminin muhalefetiyle barışçıl sürece girmesini Türkiye Beşar Esad’ı göndermek adına istememektedir. Türkiye maalesef Libya liderine yaptığını, Suriye liderine yapmak istemektedir. Batılı gazetecilerle ağız dalaşına giren Dışişleri Bakanımız maalesef bir histeri ile hareket etmektedir. Başbakanımız her konuda bir histeri içindedir. İpler ellerinde değildir. İpler bellerine dolanmış ve gitgide sıkışmaktadırlar. Çünkü halktan uzak bir siyasi gündeme esir olarak halkını büyük bir savaşın içine atmalarına ramak kalmıştır.

Saygılarımla…

SULTANTOP KARAKOLU

Şubat 26, 2013

Iğdır ilimizin Aralık ilçesi sınırları  içinde, Küçük Ağrı Dağının eteklerinde bulunan Sultantop Karakolunda 21 Ağustos 1993 yılında yaşanan ve 18 askerimizin şehit olduğu baskın öncesi ve sonrasında yaşananlar bir filme konu olacak kadar ilginçtir.

Terör örgütü tarafından bu karakola yapılan baskın, bölücü terör örgütü Elebaşının “Sınırları kana bulayacağız.” Talimatından sonra Üzümlü, Taşdelen, Derecik, Aktütün, Alan, Pirinçeken başta olmak üzere bir çok karakola yapılan saldırılardan biridir.

Bu karakola yapılan saldırıdan önce karakolun içeriden bazı askerler tarafından satıldığı, G-3 piyade tüfeklerinin iğnelerinin söküldüğü söylenir. Söylenene göre baskından bir hafta önce Bölücü Terör Örgütü  bazı askerleri kandırmıştır. Ancak daha sonra bu askerleri de “Vatanını satan yarın bizi de satar.” Diyerek öldürdüğü anlatılmaktadır.

Bu baskında şehit olan Karakol Komutanı Teğmen ve Asteğmene insanlığa yakışmayacak ve buraya yazmaya utandığım bir şekilde işkence yapıldığı anlatılmaktadır. 2006 yılında bir terörist itirafında, bu karakolda yaşanları anlatmıştır. Askerlerimizin boğazlarının kesilerek öldürüldüğünü söylemiştir. Bu baskında Karakolumuzda bulunan termal kamera ve kara radarının kutu içinde olduğu ve kullanılmadığı, ancak saldıran teröristlerin 250- 300 kişi olduğu ve gece görüş sistemi üstünlüğü olduğu anlatılmaktadır. Bu baskını 25-30 kişilik bir teröristin aktif yaptığı, diğerlerinin ise baskın nasıl yapıldığı konusunda eğitim aldığı söylenmektedir. Baskında can kaybının yüksek olmasının nedeninin, Karakol komutanının karakoldan dışarı çıkmaması ve personeli mevzilememesi olduğu anlatılmaktadır.

Gelelim Baskından sonra yaşanan bir hukuk hikayesine… Aşağıda Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin bir kararı vardır.
RÜTBE TERFİİ

ÖZETİ:926 sayılı Kanunun 85' inci maddesinde, uzun süre yargılanıp da beraat edenler yönünden bir istisna öngörülmediğinden; burada sayılan rütbe terfi koşulları gerçekleşmeden, davacının doğrudan emsallerinin bulunduğu rütbeye terfii mümkün olmamakla beraber; beraatle sonuçlanan yargılama aşamasında tutuklu ve açıkta geçirdiği süreler zarfında eksik ödenen aylık ve özlük hakları toplamının idarece hesaplanıp davacıya ödenmesi gerekir.

Davacı, 20.10.1998 tarihinde kayda geçen dava dilekçesi ile 7.5.1999 tarihinde kayda geçen cevaba cevap layihasında özetle; 21.8.1993 tarihinde görev yapmakta olduğu Iğdır-Aralık 5.Hd.Tb.2.Hd.Bl.Sultantop Hudut Karakoluna bölücü PKK örgütü mensuplarınca yapılan saldırıda karakolda önemli bir personel zayiatı meydana geldiğini, Komutanlıkça bu olaydan kendisinin sorumlu tutularak, büyük zararlar doğuran emre iteatsizlikte ısrar suçundan Askeri Mahkemeye verildiğini, 10.9.1993 tarihinde tutuklandığını, 4 ay 8 gün tutuklu kaldıktan sonra 18.1.1994 tarihinde tahliye edildiğini, aynı suç nedeniyle 8 ay 18 gün açıkta kaldığını, Askeri Mahkemece bu suçtan önce 2 yıl ağır hapsine mahkum edildiğini, kararı temyiz etmesi üzerine hakkındaki hükmün Askeri Yargıtay'ca bozulduğunu ve nihayet 12.Mknz.P.Tug.K.lığının 30.10.1997 tarihli kararı ile beraat ettiğini ve bu kararın 12.6.1998 tarihinde kesinleştiğini, ancak bu arada 24.4.1996-27.5.1997 tarihleri arasında ikinci kez 1 yıl 1 ay 3 gün süreyle açıkta kaldığını, göreve döndükten sonra 3.7.1998 tarihinde dilekçe vererek açıkta ve tutuklulukta geçen süreler içinde eksik aldığı maaş, yan ödeme, tazminat ve diğer özlük haklarıyla, idarenin kusuru nedeniyle mahrum kaldığı rütbe ve kıdemlerinin geri verilerek, emsalleriyle aynı nasıp tarihine götürülmesini talep ettiğini, ancak bu dilekçesine idarece herhangi bir cevap verilmediği gibi, 1998 yılı olağan terfilerine ilişkin KKK.lığının 20.8.1998 tarihli emri ile Astsb.Üçvş.rütbesi ile 7.derecenin 5.kademesine ilerletildiğinin tebliğ edildiğini belirterek; 30.8.1997 tarihinden geçerli olarak Astsb.Kd.Üçvş.luğa terfi ettirilmeme işleminin iptalini, tutuklu ve açıklı kaldığı dönem boyunca eksik ödenen aylık ve özlük haklarının yasal faiziyle birlikte hükmen tazminini, eksik aldığı özlük haklarıyla ilgili maddi zararının hesaplanmasının fiili zorluğu nedeniyle, bunların yerine kaim olmak üzere 5.250.000.000.-TL maddi tazminatın hüküm altına alınmasını talep ve dava etmiştir.

Dosyanın incelenmesinde; 1989 neş'etli astsubay olan davacının Iğdır-Aralık 5.Hd.Tb.2.Hd.Bl.Sultantop Hudut Karakol K.lığında Astsb.Kd.Çvş. rütbesiyle görevli bulunduğu sırada, 21.8.1993 tarihinde izinsiz şekilde karakolu terkedip Bölük Merkezine gittiği, aynı günün gecesi bölücü PKK örgütü mensuplarınca karakola yapılan baskında 18 askerin şehit düştüğü, böylelikle davacının büyük zararlar veren emre iteatsizlikte ısrar suçunu işlediği belirtilerek, hakkında adli soruşturma başlatıldığı, 10.9.1993 tarihinde tutuklandığı, bu suçtan 26.10.1993 tarihinde hakkında 12.Mknz.P.Tug.As.Savcılığınca kamu davası açıldığı, 19.11.1993 tarihinde açığa alındığı, 4 ay 8 gün tutuklu kaldıktan sonra 18.1.1994 tarihinde tahliye edildiği, 8 ay 18 gün açıkta kaldıktan sonra 6.10.1994 tarihinde MSB.'lığınca açığının kaldırıldığı, 12.Mknz.P.Tug.K.lığı Askeri Mahkemesinin 15.4.1996 tarih ve E.1996/72, K.1996/249 sayılı kararı ile davacının bu suçu sabit görülerek, 2 yıl ağır hapis cezasıyla mahkumiyetine ve ordudan tardına karar verildiği, bu karar üzerine 24.4.1996 tarihinde davacının MSB.'lığınca yeniden açığa alındığı, davacının vaki temyizi üzerine Askeri Yargıtay 2.Dairesinin 7.5.1997 tarih ve E.1997/129, K.1997/310 sayılı kararı ile davacıya yüklenen suçun unsurlarının oluŞmadığı ve beraati gerektiği belirtilerek, mahkumiyet kararının bozulduğu, bu bozma ilamı sonrasında davacının 1 yıl 1 ay 3 gün süren ikinci açığının 27.5.1997 tarihinde MSB.'lığınca kaldırıldığı, mahal mahkemesince bu bozma ilamına uyulduğu ve 12.Mknz.P.Tug.K.lığının 30.12.1997 tarih ve E.1997/1513, K.1997/826 sayılı kararıyla davacının anılan suçtan beraatine karar verildiği ve bu kararın 12.6.1998 tarihinde kesinleştiği, bu kesinleşme sonunda davacının 3.7.1998 tarihli dilekçesiyle komutanlığına başvurarak dava konusu taleplerini (emsallerinin ulaştığı rütbeye terfiini, bu nedenle maaş farklarını, tutukluluk ve açık nedeniyle eksik aldığı maaşlarını) sıraladığı, bu arada KKK.lığının 20.8.1998 tarihli terfi emri ekinde yer alan listede davacının son karar sonrasında çvş.luğa yükseltildiği, ancak 30.8.1998 tarihi itibariyle sicil oranı yetersizliği nedeniyle bir üst rütbeye (Kd.Üçvş.luğa) yükseltilemediği, bu nedenle de 926 sayılı Kanunun ek-8 sayılı cetvelinde 7'nci derecenin 5'inci kademesine intibak ettirildiği hususunun belirtilmiş olduğu, davacının söz konusu dilekçesine 60 gün içinde herhangi bir cevap alamaması üzerine, söz konusu zımni red işlemine karşı yukarıda özetlenen istemlerini havi davasını 20.10.1998 tarihinde AYİM'de açtığı anlaşılmaktadır.

Davacının iptalini istediği ilk işlem 30.8.1997 tarihinden geçerli Astsb.Kd.Üçvş.luğa terfi ettirilmeme olup; öncelikle bu işlemin hukuka uyarlı tesis edilip edilmediği irdelenecektir.

Davacı, suç tarihi olan 21.8.1993'de Astsb.Kd.Çvş.rütbesinde olup, normal olarak 30.8.1995 tarihinde Astsb.Üçvş.rütbesine terfi edebilecek konumdayken, büyük zararlar doğuran emre iteatsizlikte ısrar suçundan 10.9.1993 tarihinde tutuklanması ve akabinde de 19.11.1993 tarihinde açığa alınması nedeniyle, 926 sayılı Kanunun 106'ncı maddesinin atfıyla aynı Kanunun 65/e-3 ve olay tarihinde yürürlükte olan Astsubay Sicil Yönetmeliğinin 34/b maddeleri uyarınca, yargılama sonuçlanana kadar terfii mümkün olamayacağından; Astsb.Kd.Çvş.rütbesiyle devam etmiştir.

Davacı hakkındaki yargılama 30.12.1997 tarihinde beraatle sonuçlanmış, ancak bu hüküm 12.6.1998 tarihinde kesinleştiğinden, 926 sayılı Kanunun 106'ncı maddesi delaletiyle 65/e maddesinin son cümlesindeki "Bu gibilerin terfi ve kademe ilerlemesi işlemlerinin ne Şekilde yapılacağı Subay Sicil Yönetmeliğinde gösterilir" hükmüne göre çıkartılmış Astsubay Sicil Yönetmeliğinin 34/b-2 maddesi uyarınca davacı, beraat hükmünün kesinleşme tarihi (12.6.1998) itibariyle Astsb.Üçvş.rütbesine terfi ettirilmiş ve nasbı emsallerinin nasıp tarihine götürülmüştür. Gerçekten, anılan Yönetmeliğin 34/b-2 maddesinde "Haklarında...beraate ...karar verilmiş ve hükmü kesinleşmiş olanlar, emsalleri terfi etmiş olmak şartıyla, terfi şartlarını haiz iseler derhal terfi ettirilirler. Terfi edenlerin nasıpları emsalleri tarihine götürülür." Hükmünü taşımakta olduğundan (aynı husus Yönetmeliğin EK-2 nci maddesinde de tekrarlanmaktadır.) ve davacı da beraat hükmünün kesinleşmesi üzerine 12.6.1998 tarihi itibariyle terfi ettirilmiş olduğu yeni rütbesinde (astsb.üçvş.lukta) henüz hiç sicil almayıp, bu rütbenin terfi şartlarını haiz olmadığından (926 sayılı kanunun 85.maddesi uyarınca, 3 yıl süreli astsb.üçvş.rütbesinde üçte iki oranında sicili bulunmadığından), 30.8.1998 tarihi itibariyle de astsb.kd.üçvş. rütbesine terfi ettirilememiştir. 926 sayılı kanun ve buna dayalı olarak çıkartılan Astsubay Sicil Yönetmeliğinin öngördüğü esasa göre, bir rütbeden üst rütbeye geçişler liyakatın sicil üstlerince onanması halinde mümkündür ve bu da belirli oranlarda olumlu  sicil  alınmasıyla gerçekleşebilmektedir. 926 sayılı kanunun 85'inci maddesinde, uzun süre yargılanıp da beraat edenler yönünden bir istisna öngörülmediğinden; burada sayılan rütbe terfi koşulları gerçekleşmeden, davacının bir anda emsallerinin ulaştığı rütbeye terfiine hukuken imkan bulunmamaktadır. Davacının, her rütbede denenip, kanunda öngörülen oranda sicil almadan ve o rütbenin rütbe terfi koşullarını gerçekleştirmeden, doğrudan emsallerinin halen bulunduğu rütbeye terfii yürürlükteki mevzuata göre mümkün değildir. Bu itibarla, davacı hakkında davalı idarece tesis edilen söz konusu işlemde herhangi bir hukuka aykırılık bulunmamaktadır.

Davacı, diğer iki talebini 1602 sayılı Kanunun 42'nci maddesine uygun şekilde bir tam yargı  davası şeklinde ikame etmişse de; özlük haklarının değişmezliği ilkesinden hareketle, bu nev'i davalarda usul ekonomisi bakımından bir iptal davası şeklinde sonuçlandırılması yolundaki dairemizin son dönemdeki istikrarlı uygulaması nedeniyle, söz konusu istemlere ilişkin dava bir iptal davası şeklinde ele alınarak hükme gidilmiştir.

Davacının ikinci istemi, emsallerine göre rütbe terfiinde gecikmesi ve halen onlara yetişememesi nedeniyle uğradığı aylık farklarının kendisine ödenmemesi işleminin iptalidir.

926 sayılı Kanunun 33'üncü maddesinin 2'nci fıkrasında, "...açığa alınmaları veya tutuklanmaları nedeniyle terfi edemeyenlerden, haklarında beraat, kamu davasının düşmesi veya ortadan kaldırılması hükmü veya muhakemenin men'i kararı verilenler hakkında emsalleri terfi etmiş olmak şartıyla yukardaki fıkra hükmü uygulanmaz. Ancak, bu şekilde yapılan terfilerde maaş farkı ödenmez." denilmektedir. Yasanın bu açık ve amir hükmü karşısında ve Başsavcılık düşüncesinde isabetle belirtildiği üzere, 926 sayılı Kanunun 137'nci maddesine göre subay ve astsubayların aylıklarının rütbe, rütbedeki kıdem ve kademe esasına göre saptanacağı ilkesi gözetildiğinde davacının fiilen ulaşamadığı bir rütbenin aylığına müstehak olması imkan dışında bulunduğundan, davacının bu yöndeki talebinde de hukuki haklılık bulunmadığı açıktır.

Davacının üçüncü  talebi, açıkta ve tutuklu kaldığı süre içinde eksik ödenen aylık ve özlük haklarının, beraat kararı sonrasında idarece kendisine geri ödenmemesi işleminin iptaline yönelik bulunmaktadır.

926 sayılı Kanunun 65/f-2 maddesinde, "Açığa alınanlara, açıkta kaldıkları sürece aylıklarının üçte ikisi, tutuklulara ise yarısı ayrıca ödenir. Ancak, bu gibilerden haklarında...beraate...karar verilenlerin ödenmeyen veya noksan ödenen her türlü özlük hakları ödenir." denilmektedir. Kanunun bu açık hükmü karşısında, davacının 10.9.1993-18.1.1994 tarihleri arasında tutuklulukta geçirdiği süre zarfında eksik aldığı 1/2 aylıkları ile 19.11.1993-6.10.1994 ve 24.4.1996-27.5.1997 tarihleri arasında açıkta geçirdiği süreler zarfında eksik aldığı 1/3 aylıkları toplamının, beraat kararının kesinleşmesi sonrasında davalı idarece hesaplanarak davacıya ödenmesi gerekirken, bu hukuki lazımeye karar tarihine kadar riayet edilmediği dosya kapsamından ve duruşmada davalı idare vekili ile davacının beyanlarından anlaşıldığından; bu işlemin sebep unsuru yönünden hukuka aykırılıkla sakatlandığı ve iptali gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.

Açıklanan nedenlerle;

1. Davacının terfie ve bu nedenle özlük hakları farkının tazminine ilişkin davasında hukuka uyarlık görülmediğinden, bu hususlara ilişkin yasal dayanaktan yoksun DAVANIN REDDİNE,

2. Davacıya beraatle sonuçlanan yargılama aşamasında tutuklu ve açıkta geçirdiği süreler zarfında eksik ödenen aylık ve özlük hakları toplamının davalı  idarece hesaplanıp ödenmesi gerekirken, aksi yönde tesis edilen işlem sebep unsuru yönünden hukuka aykırı görüldüğünden, bu konudaki davanın kabulü ile İŞLEMİN İPTALİNE,

Hesaplanacak özlük haklarına dava tarihi olan 20.10.1998 tarihinden ödeme tarihine kadar %50 (Yüzde Elli) YASAL FAİZ İŞLETİLMESİNE

Dergi No:14

Karar Dairesi:AYİM. 1.D.

Karar Tarihi:21.09.1999

Karar No: E. 1999/58

Karar No: K. 1999/823

Bir astsubay karakolundan çıkıp Bölük Merkezine gidiyor. O gece karakolu basılıyor. Bir çok arkadaşı  şehit oluyor. Hemen kendisine dava açılıyor ve üzerine öyle bir yük biniyor ki, o şartlarda bu assubayın sinir yapısı güçlü olmasaydı intihar bile edebilirdi. Kendisine yüklenen suç çok ağırdır. Ancak yaklaşık beş yıl süren hukuk mücadelesi sonucunda mahkeme sonucunda suçsuz olduğu ortaya çıkıyor. Tüm haklarına kavuşmasına rağmen tazminata gerek olmadığı kararı veriliyor. Oysa onun bu süre içinde ne çektiğini bir o, bir Allah biliyordur.

Diyorum ki, adamın Allah'ı varmış. Eğer bir terörist çıkıp bu olayı kullanarak telsizde, “karakol komutanı ile anlaştık.” Deseydi, sanırım kesin delil sayılırdı. Düşünmek bile istemiyorum. Büyük geçmiş olsun. Bu trajedik baskın ve süren hukuk mücadelesi filmlere konu olacak kadardır.

Soruyorum; bir kurumun yöneticileri kendi personeline karşı bu kadar ön yargılı ve bu kadar acımasız olabilir mi? Eğer bu personel subay olsaydı böyle bir ön yargıya maruz kalacak mıydı? Bu davanın Askeri Yüksek İdare Mahkemesine gitmesine gerek kalmadan gerçeklerin ortaya çıkması daha kolay sağlanmayacak mıydı?

Saygılarımla…

Bağımsızlığı  ile işgalcilerin iştahla akan salyalarını kursaklarında bırakan, bağımsızlığından sonra da Türk halkının peşini bırakmayan ezeli ve bugün yaptıklarıyla da ebedi olduğu perçinlenen azılı düşmanları varken, Türkiye’deki terör biter mi?

Sömürgecinin oyunlarıyla geçmişte akan Türk kanı, günümüzde de yerli işbirlikçileri yoluyla oluk oluk akmakta.

Geleceğin çınarları  olmaya aday Türk gençleri, uluslararası antlaşmalar, iç ve dış hukuk kuralları, siyasi çekişmeler, tutarsızlıklar ortamında cephesiz savaşta, vatan savunmasında her gün birer birer can veriyor.

Kimi iktidar sahibinin oğlu vatan hizmetinden kaçmanın yolunu bulurken, her birisi ciğer paresi vatan evlatları kirli oyunda vatan uğrunda can veriyor.

Siyasetçisi rahat rahat siyaset yapsın, işçi, çiftçi, köylü, kentli yatağında rahat uyusun diye, karakolda, sınırda nöbet beklerken, hainle çatışırken şehit düşen vatan evladı, memleketinde büyük topluluklarla son yolculuğuna uğurlanıyor. Böylesine büyük topluluklara bakınca; nasıl olur da böylesine duyarlı bir halk yıllardır terör altında inim inim inler, demekten geri kalamıyor insan.

Evet, nasıl oluyor da böylesine hassasiyetliği olan, vatanın bütünlüğünü  şehit cenazelerinde haykıran bir halk yıllardır terörü bertaraf edemiyor?

Üstelik de demokrasi idaresine sahip, her dört yılda bir iç ve dış siyasetini belirlemede etkili olabilen bir halk!

Halkın, son on yıldır yüzde ellilerle yakın bir oyla tek başına iktidara getirmiş olduğu siyasi irade nasıl bir iradedir ki, terörü bitir(e)miyor ve üstelik de terör her geçen gün, dünü aratıyor?

Terör, sokaklarda, caddelerde, şehrin meydanlarında toplanarak terörü lanetleyen büyük topluluklarla mı, siyasi iradeyle mi, yoksa her ikisinin işbirliği ile mi biter?

Türkiye’de, olmadık şeyler oluyor son yıllarda…

Yıllarca terörle mücadele etmiş olan insanlar kesinleşmiş hiçbir karar olmadan, yıllardır özgürlüklerinden yoksun… Teröristin, teröre destek verenlerin adeta dokunulmazlığının olduğu, teröristin ayağına mahkemenin götürüldüğü, dış ülkelerde pazarlıkların yapıldığı, genelkurmay başkanının dahi terörist lideri olarak yargılandığı, insanların seyahatleri esnasında yollardan dağa kaçırıldığı, özgürce ve güven içinde seyahat edilemeyen bir Türkiye gerçeği ile karşı karşıyayız. Van’ı, Hakkâri’yi, Şemdinli’yi, Şırnak’ın Cudi Dağı’nı.. sivil ve silahsız olarak ne zaman gezip, görecek Türk vatandaşı?

Geçmişte sadece terör yoluyla dışa bağımlı tutulan Türkiye’yi yaşarken, Türk halkının kafası bu denli karışık değildi. Şimdi ise; dışa bağımlığın yanı sıra, kurumlar içi-arası güvenin sarsıldığı, sayın (!) terörist liderine ev hapsinin tartışıldığı, sözde zehirlendi diye eylemler yapılarak sokakların ateşe verildiği; terörist denilerek tutuklanan, teröre karşı mücadele vermiş, devlete, millete hizmet etmiş, sağlık sorunları da yaşayan insanların hapishanelerde adeta ölüme terk edildiğini ancak onlar için sokakların ateşe verilmediğini de görmekteyiz… Hâlbuki terör örgütlerinin dış bağlantıları mutlaka vardır ve topluma zarar verici hareketlerden geri kalmaz, PKK terör Örgütü’nde olduğu üzere, varlığını sürdürmek için eylem üstüne eylem yapar.

Bu ne tezattır böyle?

Böylesine tezatlıkların olduğu, Türkiye düşmanlarının kanlı eylemlerden nemalanarak halkı borç içinde, yoksul, yoksun bırakmanın yanı sıra, milli birliği bozucu, ülkeyi bölünme riskiyle baş başa bırakabilecek gidişata; şehit cenazelerinde toplanan toplulukların temsilcisi, tarihte aldığı kararlarla Türkiye’yi bağımsızlığa kavuşturan TBMM’de dur denilmelidir.

TERÖR BELASI

Nisan 17, 2012
teror-belasi

Terör tanım olarak,"İnsanları yıldırmak, sindirmek yoluyla onlara belli düşünce ve davranışları benimsetmek için zor kullanma, tehdit ve öldürme eylemidir." Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu tarihten itibaren sürekli ülkemizin başını ağrıtan terör belası, Türkiye'nin kalkınmasını istemeyen güçler tarafından tezgâhlanan oyunların sahnelenmesinden ibarettir. Türkiye Cumhuriyeti'ni siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel yönden baskı altına alarak zayıflatmanın, istikrarsızlaştırmanın ve sömürgeleştirmenin yollarını arayan güçler değişik söylem ve isteklerle terör hareketlerini sürekli faaliyete geçirmişlerdir.

Osmanlı Devleti'nin yıkılma sürecine girmesi, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi güçlü devletlerin dünya haritasını yeniden şekillendirerek zenginliklerine zenginlik katmak, petrol yataklarının, enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçirmek amacıyla özellikle Ortadoğu coğrafyasında sömürgecilik ve içten yıpratma faaliyetlerine girişmeleri terörizme yeni bir boyut kazandırmıştır. Osmanlıdan günümüze kadar yaşanan isyanların ve terör faaliyetlerinin arkasında hep dış güçlerin etki ve desteği olmuştur.

Kurtuluş savaşımızın başlangıç yıllarında Kürt ayrılıkçılar tarafından başlatılan isyanların arkasında İngilizler, Fransızlar ve Ermeniler vardı. Doğu ve Güneydoğuda halkı Türk devletine karşı kışkırtmak, bölgede Türk düşmanlığı yaratmak amacıyla bölgeye gönderdikleri ajanlar vasıtasıyla düzenin kaymağını yiyen Kürt ağa, bey ve şeyhlerinin önderliğinde halkı isyana hazırlıyorlardı. Sevr anlaşmasını yürürlüğe sokarak Kürdistan Devletinin kurulmasını gerçekleştiremeyen bu güçlerin plan ve destekleri doğrultusunda hareket eden ayrılıkçı Kürt isyancılar bölgede çeşitli zaman aralıklarında çıkarttıkları isyanlarla Milli Mücadelemizin büyük ölçüde sekteye uğramasına sebep oldular.

İngilizlerin oyunlarıyla Milletler Cemiyeti’nde alınan yanlı kararla İngilizlerin mandasındaki Irak yönetimine bırakılan Musul ve Kerkük’ün kaybedilmesinde büyük rol oynadılar. Türk Devleti’nin tüm karşı çıkma ve itirazlarına rağmen barışçıl yollarla alınamayan Musul ve Kerkük’ ün savaşarak geri alınması için düzenlenmesi planlanan askeri harekât isyanlar yüzünden yapılamadı.

Türk Devleti bir taraftan isyanlarla isyanların bastırtmasıyla uğraşırken bir taraftan da emperyalist güçlerin vatan topraklarından atılması için mücadele verdi. Ne acıdır ki, bugünlerde geçmişte yaşananları çarpıtarak değişik söylemlerle Şeyh Sait, Seyit Rıza gibi ırkçı işbirlikçi vatan hainlerine sahip çıkanlar isyanları isyancıları anmaya aklamaya çalışanlar var.

Terör faaliyetlerinin devam ettiği süreçte, binlerce insanımızın hayatını kaybettiği, yaralandığı ve sakatlandığı, Ülkemizin kalkınması ve güçlenmesi için harcanması gereken ekonomik kaynaklarının terörle mücadelede kullanılarak önemli ölçüde kayba uğradığı gerçeği ortadadır. Terör tehdidi ile bölgesel göçlerin yaşanması, kalkınmayı destekleyecek yatırmaların yapılamaması gerçeği ortadadır. Terör belası, başta devlet olmak üzere tüm vatandaşların güvenliğini hak ve özgürlüklerini tehdit eden en büyük sorundur.

Bugün Devletin varlığını tehdit eden PKK terör örgütünün kurulduğu günden beri amacı; etnik bölünme ve Bağımsız bir Kürdistan Devletini kurmak olmuştur. Bu amaçlar doğrultusunda dış güçlerin de destekleriyle sayısız silahlı eylemlerde bulunmuşlar, katliamlar yapmışlar cinayetler işlemişlerdir. Binlerce masum insanı asker, sivil, kadın çoluk çocuk demeden öldürmüşlerdir. Bölgedeki sosyal ve ekonomik sorunları istismar ederek bölge halkını yanına çekmeye çalışan terör örgütünün en büyük zararı yine bölge halkına olmuştur.

Son yıllarda strateji değişikliğine giden PKK terör örgütünün mücadelesini ağırlıklı olarak siyasi ortamlara kaydırmak suretiyle “Kürtlere özerklik”, “demokratik hak ve özgürlükler” gibi söylemlerle amacına ulaşmak gayretleri gözden kaçırılmamalıdır. Siyasi kaygılarla, terörizmin siyasallaşmasına, etnik tahriklerin artmasına zemin hazırlayacak yaklaşımlar son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilir.

Terörle mücadelede terörü destekleyen ve besleyen kaynaklar, terörle yıllardır baş edilememenin başlıca nedenleri çok iyi analiz edilmeli, ekonomik, sosyal ve diğer etkenlerin terörün bitirilememesindeki olumsuz etkileri araştırılmalıdır. Terörle etkin olarak mücadelede; terörün beslendiği yolsuzluk, mafya, kara para, silah, kadın ve uyuşturucu ticareti gibi ekonomik kaynaklarını kurutmak için kesin ve sonuç alıcı çözümler geliştirilmelidir. Terörle her alanda mücadeleye uzman personelle etkin bir şekilde devam edilirken terör örgütlerine militan katılımını engellemek için bölge halkının eğitim düzeyini geliştirecek ekonomik yönden kalkınmayı sağlayacak ekonomik ve sosyal projeler süratle hayata geçirilmelidir.

Demokrasi ve İnsan haklarının temel hak ve özgürlüklerin korunduğu hukuk düzeninin hâkim olduğu bir anayasa hayata geçirilmelidir. Terörle mücadele yapılırken: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Üniter yapısı ve ulus devlet anlayışına zarar verecek hiçbir girişim kabul edilemez.

bop-sehitler

Artık cephe savaşı yok… Birlik ve beraberliği yok edilerek sömürülmek veya ortadan kaldırılmak istenen ülkelerde işbirlikçi yaratıldıktan sonra hareket başlıyor… Yeni savaş yöntemleri, terör ve dinin birliğini bozan dini teşkilatlanmalar! Ve Türk halkı bunlarla karşı karşıya…

Sözde etnikliğe dayanan terör örgütleri ve farklı din anlayışı adı altında toplanan gruplarla ülkelerin altı oyulmakta…

Türkiye’de, halkın serbest dolaşımını, yatırımını engelleyen baskı altına alan, sindiren terör örgütünün icraatları yıllardır kan dökerek devam etmekte.

Dini gruplara ilişkin olarak, savaş içinde savaşı, birbirini yok etmeyi Irak’ta meydana gelen mezhepler arası savaşta gördük… Ülkelerinin elden gitmesi, işgal edilmesi mezhep ayrılığının önüne bir türlü geçemedi ve iki milyon Iraklının hayatını kaybetmesinde önemli rol oynadı.

Türkiye’de ise terör  örgütü yıllardır ön planda dururken; dini temellerde oluşan menfaat grupları şimdilik siyasette etkin görünmekte… İlerde yaşanılabilecek karışıklıkta onların da Irak benzeri bir tutum izlemeyeceklerinin bir garantisi yok. Şimdiye kadar tarikatların, cemaatlerin bu duruma yönelik bir açıklamalarına henüz denk gelmedik. Denk geldiğimiz ise, TSK’nın yıpratılmasına yönelik yalan yanlış söylemleridir.

Asker ve vatan savunması…

Türk halkının büyük emeklerle, fedakârlıklarla yetiştirdiği, biricik evlatlarını vatan savunmasına davullarla, zurnalarla, halaylarla, ellerindeki kınayla gönderdiği evlatları yarım asırdan fazlaca bir süredir; yedi düvelin desteklediği ve bu yolla para da kazandığı, gözü-kulağı olduğu, istihbarat verdiği Türk Milleti’nin yok edilmesine yönelik çalışan PKK Terör Örgütü’nün alçakça saldırılarına karşı koyarken, bize göre şehit, kimilerine göre ise kelle (!) olarak can vermektedir!

Canını canımız için veren şehitlerimizin milleti tarafından bağrına basılarak -protokolle halkın arasına polis barikatı olduğu halde- ebediyet yolculuğuna uğurlanmasında düzenlenen büyük törenler ise ülkenin başbakanı tarafından “yaygara koparılıyor” olarak değerlendirilebilmekte!

Mücadelede başarılı  olmanın yolu kararlılıktan, birlik ve beraberlikten geçer.

Ülkenin en yetkin kişilerince terörist başına “sayın” denilirken onunla mücadele eden silahlı güce yönelik olarak “askerlik yan gelip yatma yeri değildir, bunlarla savaşa girilmez…” gibi terörle mücadele edene zarar verici tutumların ancak ve ancak düşmana kazanım sağlayacağı muhakkaktır. Ayrıca, Oslo görüşmelerinden anlaşıldığı üzere terörle ilgili hükümetin planlı bir faaliyetinin olmadığı da açığa çıkmıştır. Bunun en büyük göstergesi de artan terördür. Liderine “saygı” duyulan bir örgüte karşı mücadele edilir mi?

Bir tarafta, büyük emekler sonucu, 2000’li yılların başında bitme noktasına gelmiş haldeyken günümüzde giderek artan terörle ağır aksak mücadele edilirken; diğer tarafta gerektiğinde kullanılmaya yönelik farklı, geçmişte oluşmuş olan ülke bütünlüğüne zararlı cemaatler de hızla yollarına devam etmekte.

Bir bukalemun gibi Türkiye’de her yere sızma yeteneği olan, hâkim, savcı satın almaktan, kiralamaktan bahseden ve bu yönü ile rüşvetçi, vergi vermeme ustası, devlet kadrolarına yapılacak atamalarda söz sahibi olabilen, devletin yurt yapmasının önüne geçerek avladığı yurtlarındaki çocuklarımızı Atatürk sevgisinden uzak yetiştiren, yaz tatillerinde çocukları evlerinden ayrı kamplara alan ve çocuklarını annesinden babasından koparak “çocuğu, ailesini beğenmez hale getirebilen”, Irak’ta ölen iki milyon Müslüman için sesini çıkartmayan kimilerinin basın yayını ise; PKK baskınını “derin PKK-derin devlet” ilişkisi altında, Türk Milleti'nin bağrından çıkan evlatlarından müteşekkil ordusunu gözden düşürecek, kuşku yaratacak, duyulan güveni sarsacak şekilde yayınlar yapması düşmandan başka kime yarar sağlar!

Ve görülen o dur ki geçmişte milliyetçiliği ile de tanınan kimi zavallılar da menfaatleri gereği olarak ne yazık ki bu yayın politikasını görev edinerek fırsat bulunan her yerde TSK’nın gözden düşmesi, güvenilirliğinin zedelenmesi için ezberlediklerini ev ev anlatılmakta…

Dün ak dediğine bugün kara, dün kara dediğine bugün ak, diyebilenler nedeniyle ülke halkının bir bölümü kimin ne olduğunu anlamakta zorlanmakta. Fakat bu anlamama durumu böyle devam ederse anlamayanlarla birlikte ne yazık ki anlayanların, işin farkında olanların da durumu zor görünüyor.

Bugün kapitalizme koşan Libyalıların Kaddafi’yi linç ederken kullandığı  “Allahu Ekber” nidaları düşündürücüdür. Kaddafi’yi Allah için mi yoksa kapitalist sistem için mi linç ederek öldürdüler? Kaddafi’yi linç edenler, kapitalist sistemi enselerinde, sofralarında, cüzdanlarında, ekonomik krizlerinde hissettiklerinde ne yaptıklarını anlayacaklardır.

Kapitalistlerin, Türkiye’de de Libya benzeri bir iç karışıklık yaratmak hedefleri olup olmadığı ve bu türden linç yapabilecek insan yetiştirilip yetiştirilmediği araştırma konusudur.

O halde anlamayanlara durumu anlatmak her Türk evladının görevi olmalıdır.

Türkiye, bir yerli savaş uçağı bile olmayan, tükettiği etini bırakın ülkenin güvenliğiyle ilgili anlık istihbaratını verenin üstünlüğünü bozmayacak şekilde ithal eden, dışa bağımlı bir ülkedir. Ve bu haliyle de bağımsızlığı büyük tehlike altındadır! Bu durumda olan bir ülkenin bölgesinde lider ülke ilan edilmesi, halkı yanıltmaktan başka bir şey de değildir.

Lider ülke olmak için yerli teknoloji gereklidir… O ise hâlihazırda mevcut değil. Türkiye, söylemleriyle, eylemleriyle AB-D çıkarlarına çalıştığı müddetçe lider gibi görünebilir… Liderliği bir tür sanaldır…

Fransa’nın Total Petrol Şirketi yoluyla Libya’da petrol üretimine başladığına dair haberler basında yer aldı. Hayırlı olsun (!) Peki, Libya’ya özgürlük iddiasıyla söylemlerde bulunan Türkiye bu duruma karşı ne yaptı? Veya yapabileceği ne var?

Ülkemizin durumu geçmişten bu yana Atatürk dönemi hariç hep karmaşık olagelmiş. Şimdi ise eskisine göre oldukça karmaşık bir süreçten geçilmekte…

Türkiye, yabancılarca Türk halkına bırakılmayacak kadar önemli bir ülke. Onu korumak, ona sahip çıkmak her zamanki gibi sorumlu davranmaktan geçiyor…

Son Eklenenler

Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ