60.000 mi büyük, yoksa 2 mi? Bunu bilmeyecek ne var? Tabii ki 60.000 büyük diyorsanız, bu makaleyi sonuna kadar okumalısınız. Zira, ya Arşimet yanlış hesapladı ya da siz yanılıyorsunuz.
Peki, nasıl oluyor da 1+1, yani 2 rakamı 60.000’den büyük olabiliyor? İstisnâsı olsa da görmek, inanmakdır değil mi? Buyurun, görelim.
Tabiatda meydana gelen bazı olayların, fiillerin sonucunu tayin eden “nicelik” değil, bilakis “nitelik”dir. İstesek de istemesek de bu böyledir. Mutlak doğrudur, neticeyi değiştiremeyiz.
Fişek, dolu ise doludur; boş ise boşdur. Avlanmak üzere tüfeğinize sürecekseniz şayet bir milyon boş fişek mi yoksa bir tek dolu fişek mi işinize yarar?..
Zeytin yağı dolduracak iseniz kulpu kırmızı kırk kırık küpü mü yoksa bir tek sağlam küpü mü yeğlersiniz?
Beraber hareket eden 2 kişi, pek tabiidir ki eşgüdümsüz ve örgütsüz hareket eden 60.000 kişiden daha büyükdür. Şöyle açalım bu mefhumu; uygun bir kaldıracın doğru sıklet noktasına oturan bir tek kişi, dünyayı mahrekinden oynatabilir mi? Evet, oynatabilir. İlmen mümkün. Kanunu bile var (¹). Peki, yanlış yerde oturan altmış bin kişi dünyayı yerinden kıl kadar kımıdaltabilir mi? El cevap; Hayır, gıpraşdıramaz! Kımıldattığını gören var mı? Yok! Demek ki neymiş? 2 rakamı, 60.000’den daha büyükmüş! Kavilleşdik mi dostlar?
Yukarıda gördüğünüz üzere, birlik olmuş 2 kişi; hedefsiz, gayesiz, amaçsız 60.000 kişiden daha büyük ise şayet kaldıracın doğru sıklet noktasında duran 40.000 kişiyi bir düşünün... Ya da aynı fikir etrafında birbirine kenetlenmiş, aynı amaç uğrunda mayalanmış; tek bilek, tek yürek, tek ses, yek vücut olmuş 100.000 emekli üyesi olan bir dernek tasavvur ediniz hele...
Her biri farklı hedefin peşinde farklı yöne doğru umarsızca koşan ve böyle olduğu için her biri yek diğerinden bîhaber altmış bin kişi, ancak bir kişi kadar önem taşır. Belki de taşımaz, taşıyamaz! Örgütsüz insanlar, kuru kalabalıkdan öte mânâ ifade edemez. Böyle insanlar, ortak davranamaz. Aynı anda ellerini havaya bile kaldıramaz. Bu anlamda altmış bin kişi, beraber hareket edebilen iki kişi kadar bile tesirli değildir. Kavilleşdik mi dostlar? Peki...
Örgütlü hareket etmek; emek ister, çaba ister, sebat ister, sabır ister, gayret ister yiğitler. Topyekûn mücadele etmekse niyetin şayet, tereddütsüz elini taşın altına koyacaksın. Fikrî düzeyde birlik olup aynı amaç uğrunda yoğurulmuş, aynı hedefe odaklanmış; bir işaretle, bir kelime ile bir nidâ ile bir araya gelebilen; aynı anda hareket edebilen insanlar her engeli aşar, her menzile vasıl olur. Bunca yıl emir almış, emir vermiş, nice badireler atlatmış, nice mihnetlere göğüs germiş; zorluklarla büyümüş, çeliklenmiş ve ordu idare etmiş askerleriz biz. Aynı anda aynı adımı atmayı; bir milyon kişi bile olsak yek vücüt hareket etmeyi bizden daha iyi bilen var mı?.. Kavilleşdik mi dostlar? Âlâ...
Sayın Başkan Ahmet Keser; 11 Aralık 2012 tarihinde, TARIM TÜRK TV'de saat 15:00’da naklen yayınlanan "2'den 4'e Hayat" isimli programa iştirak etdi. Başkanımız, yayına telefonla bağlanıp 60 seneden beri gasp edilen haklarımızı gayet sarahatle kamuoyuna bir kez daha ifşâ etdi (²).
Sunucu hanımefendi güzel. Allah sahibine bağışlasın. Güzel olduğu kadar kibar. Kibar olduğu kadar zarif. Zarif olduğu kadar da akıllı bir hanım. Sorduğu sorulardan anlıyoruz bütün bunları.
Programın sunucusu Sayın Esra YILDIZ, ilk önce Sayın Başkana hitaben “programa hoş geldiniz” dedi. Ve konuşmasına şöyle devam etdi;
Sayın Başkanımız, bu soruyu şöyle cevapladı;
Kıymetli arkadaşlarım, Sayın ESRA YILDIZ’ın sorusuna lütfen dikkat buyurunuz; “kaç üyeniz var?.” Alın size buram buram akıl kokan bir soru!.. Siz kimsiniz?, Derdiniz nedir?, Ne istiyorsunuz?, Kaç para istiyorsunuz? diye sormuyor. Kaç kişisiniz diyor. Adamın gönül teline dokunan soru işte tam da bu... Örgütlü hak arama mücadelesinde üye sayısı kadar söz sahibi oluyorsun, gündem tutabiliyorsun, itibar görüyorsun çünkü.
Sunucu hanımın sorduğu bu suale, Sayın KESER’in şöyle bir cevap verdiğini hayal edin. “Bugün itibariyle yüz bin emekli astsubayımız vardır. TEMAD’ın üye sayısı ise doksan sekiz bin’dir. Bu rakam, emekli olan astsubaylarımızın %98’ine tekabül etmektedir."
*Gaip; Göz önünde olmayan, hazır bulunmayan, nerede olduğu bilinmeyen.
Bu meyanda, soralım; yoksulluk sınırında emekli maaşı alan ve TEMAD’a hâlâ üye olmayan altmış bin emekli astsubay nerede? Gören, bilen, işiteniniz var mı? TEMAD, burada. Peki, Türk Silahlı Kuvvetlerinden emekli olan altmış bin astsubay nerede? Yoksa gaip* mi?..
Yeşil başlı gövel ördek uçup gitse de göle karşı, suyun içinde avlanırken ölümün soğuk nefesini her an ensesinde hisseder. Çünkü kuşlar sıcak kanlıdır ve su donarsa suyun içindeki yaban kazları da açlıkdan donarak ölebilir.
Takdir-i ilâhidir. Bilirsiniz; insan, aklı ile; hayvan ise içgüdüsü ile hareket eder. İdrâki kıt olanları aşağılamak için bazen insan, insana “kaz kafalı” der. Hâlbuki küçümsediği o kazlarının öyle bir marifeti var ki duymayın gitsin. İnsana dudak ısırtacak cinsden. Allah’ın akıl bahşettiği yegâne mahlûk olan insan bazen idrâkden mahrum kalırken nasıl oluyor da aklı olmayan yaban kazları bazı şeyleri idrâk edebiliyor?
Kışın ayaz günlerinde, yaban kazları yaşadıkları gölün donacağını hissederler. İnsiyakî olarak bilirler ki; yegân yegân uçsalar yeterli olmayacak ve göl donacakdır. Gölün donması demek kazların hepsinin açlıkdan donarak ölmesi demekdir. Gölün üstünde kalırlar ise suyun donmasıyla birlikde hepsi gene donarak ölecek. Gölün donacağını “idrâk” eden yaban kazları, eylem birliği edip sürü halinde yuvalarından aynı anda havalanırlar. Gölün üzerinde hep beraber alçakdan uçarak kanat hareketiyle nispeten daha sıcak bir hava akımı meydana getirirler. Bu hava akımıyla gölün yüzey sıcaklığının daha fazla düşmesini önler ve gölün donmasına mâni olurlar.
Aynı maksat için işbirliği yaparken yaban kazlarının o küçücük yüreklerindeki ortak kavil, “ya hep beraber, ya hiçbirimiz”dir. İnsiyakî olarak bilirler ki “hiç’lik ölüm getirir, bir’lik ise kurtuluş demekdir.” Bilirler ki gecenin büründüğü o kemik çatırdatan soğuklar ve katran karası o zulmet sürgit devam edemez. Bilirler ki karanlık, aydınlığa mağlup olacak ve sabah gene gelecek. Güneş o sıcak, güleç yüzünü gene gösterecek ve dünyayı tekrar ısıtacak. Yaban kazlarını birbirine bağlayan, aynı teknede mayalayıp, yek vücut haline getiren ve peşinde sürükleyen yegâne hayal, işte budur yiğitler. Yaban kazları bilirler ki sürüden ayrılanın akibeti ölümdür. Yaban kazları bilirler ki hayal etmek, elleri böğründe sızlanıp ölümü beklemekden efdaldir. Hayat, gerçeğe dönüşen hayallerin başarı hikayeleriyle doludur. Önemli olan husus şudur; siz, o hikayenin hangi tarafındasınız? Kendi hemcinsimize kaz kafalı diyerek hakir gördüğümüz bu hayvanlardan bile insanoğlunun alacağı ne ibretler varmış meğerse.
Varıp meclisine, emekli astsubayı sual eylesek; elvan çeşit kırkbinmilyon sebep, bahane, özür, şikayet, mazeret, gerekce işitir şu kulaklarımız. Zor değil, yağlı yağlı kesip işkembe-i kübradan bol bol atmak... Aç ağzını, yum gözünü... Dilin kemiği yok nasılsa! Üfür de üfür. Öfkene mağlup olursan şayet savur bol bol küfür. Kağıtdan kayık yüzdürüyorsan çimdiğin leğenin içinde hani mesele yok!.. Kendi ellerinle inşa ettiğin sahte, biçimsiz, sessiz, hissiz dünyanın efendisi ol zahmetsizce. Ne azgın fırtına, ne deli rüzgâr, ne dev dalgalar, ne hırçın denizler, ne de insanın ciğerine işleyen soğuklar yalasın o narin yanaklarını... Sen es, sen gürle...
Komutanına kızmışdır, devletine küsmüşdür. Kendi sınıf arkadaşına gönül koymuşdur. Eşe dosda gücenmişdir. Dünyaya sırtını dönmüşdür. Yorulmuşdur, yıpranmışdır, alınmışdır, kırılmışdır. Vefâsızlıkdan yakınır. Muvazzaf iken maruz kaldığı adaletsizliğe, uğradığı tarifsiz nice haksızlığa isyan etmişdir. Halinden memnun değildir. İstikbâlinden umutsuzdur...
Hakkı vardır elbet. Ateş olmayan yerde duman tüter mi hiç? Sızlanmalar, söylenmeler, kahretmeler, şikayetler, isyanlar... Al benden de o kadar! Bütün bunları ben de yaşadım sizler gibi. Peki yerden göğe kadar haklı bile olsak bu ilenmeler, bu söylenmeler bir arpa boyu dahi yol aldırır mı bize? Götürür mü bizi hedefimize?..
Durmak, oturmakdan; konuşmak, susmakdan yeğdir. Sen, sen ol. Üfürme öyle tek başına cılız cılız. Esip gürleyen, sürükleyen, alıp götüren, kasıp kavuran yel ol. Damla iken sel ol. Hep beraber el ele ol!..
Goca çamın gürlemesi dal ilen,
Goca çamın gürlemesi dal ilen,
Goç yiğidin eğlencesi yar ilen, değil mi?
TEMAD, goca bir çam ise deyiniz bakalım, goca çamın dalleri kimdir?
Dalleri yoğusa can dostlar, goca çam gürleyebilir mi?..
Aynı anda kanat çırpmak, aynı anda üflemek ve birleşerek büyümek...
Hedefe yek vücut yürümek..
Bazı mefhumları göremesek bile bu, onların olmadığı anlamına gelmez. Meselâ, sevgi, aşk, neşe; elem, acı keder... Meselâ, rüzgâr. Meselâ, ses. Meselâ, suhunet. Meselâ koku. Meselâ, dağın arka tarafı... Bütün bunlar, göremesek bile yerli yerinde öylece duruyor. Marifet odur ki bunları hissedebilesin, duyabilesin, görebilesin. Bilir misin ki seni fırdolayı kuşatan o başı pâre pâre dumanlı yüce dağların arkasında ne geniş göller, coşkun akan ne derin ırmaklar, ne hırçın denizler, hatta uçsuz bucaksız nice ummanlar var... Gönül gözüyle bak ve o dağın arkasındakilerini gör.
Sivri sinekli sazlığın sığ sularında sazdan yapdığın kayıklarda kürek çekmekden vazgeç. Lâkin beyhudedir. Bulanık suda balık avlanmaz. Kurtul, gel yalnızlığından. İçinde çimdiğin galvaniz leğende kağıtdan gemicik yüzdürmeyi bırak. Hayal et ve kendini, menziline vasıl olmak için engin ummanlarda hırçın dalgalarda, vahşi fırtınalarla ölümüne boğuşan gözü pek denizcinin yerine koy.
Söylenmeyi, sızlanmayı; b.kun ile güreşmeyi, gölgen ile kavgayı, karanlığa küfür etmeyi bırak. Zira nâfiledir. Sürüden ayrılan kınalı kuzunun akibetinden ibret al. Zaman, büyük düşünme zamanı. Artık lütfen büyü ve büyük düşün...
Her kuşun tüneyecek bir yuvası, her geminin sığınacak bir limanı vardır, olmalıdır. Yuvası olmayan kuşu, sığınacak limanı olmayan gemiyi tasavvur et hele... Akibeti nice olur?
İptil sen seni bil, sonra ele nazar eyle. Altmış binliklerden isen şayet 2’den küçüksün. Dulda köşelerde, karanlık mahfillerde insan eti çiğneme. Atatürk’den mirasdır bize; samîmi ve meşru olmak şartıyla her fikire hörmet ederiz. Söyleyecek bir çift efdal sözün var ise çık ortaya ve haykır yiğitce.
Çıkmaz sokaklarda, bilinmedik mecralarda, dikenli yollarda dolaşma. Tehlikeli sularda nâfile debelenme. Elindeki taşı kendi ayağına bırakma!.. Ağaç kurdu değilsin, kabuğun altına saklanma! Gürleyen goca çamın budaklı gövdesinde gürbüz bir dal ol!..
Muhannetin düdüğü olma, emeğini heder etme, beydude işlerde ömrünü törpüleme, densizin diline düşme. Köhnemiş kibirli kör kirpilerin fitne değirmenine dibi delik helkeyle ağulu su taşıma.
Bunca vakitden beri ölümüne yatdığın gaflet uykusundan uyan gayrı...
Birbirinin farkında bile olmayan isimsiz, amaçsız, hedefsiz altmış bin insan kalabalığının arasından sıyrıl. Ait olduğun asıl yuvana, son limanına dön!..
Madem ki hak aramak kutsî ve şerefli bir davranış, faziletli bir iş, öyleyse buyur gel!
Bu yuvada, bu limanda her emekli astsubaya yer var.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
Bugün elimizi attığımız her gazetede, kapağını açtığımız her kitapda, girdiğimiz her sitede, çevirdiğimiz her televizyon kanalında, dokunduğumuz her telefon ya da bilgisayar ekranında bir tıklamayla, bir dokunmayla kolayca bulabildiğimiz bilgilere bir an için erişemediğinizi tasavvur edin. Hayat kâbus olurdu değil mi?..
İnsanoğlu; dünya dediğimiz şu mekâna ayak basdıktan bir müddet sonra, etrafında gördüğü her canlıdan farklı olduğunu idrâk etdi birden bire. Önceleri basit de olsa konuşabiliyordu. “Düşünüyorum, o halde varım” dedi. Düşünebildiğini fark etdiği anda; söylediğinin, yaptığının unutulup gitmesini istemedi. Zaman denen mefhumun silici ve yok ediciliğine inat, ürettiği her neviden bilgiyi başka insanlara aktarmak, onlarla paylaşmak ve netice itibariyle de onları etkilemek, şartlandırmak için dayanılmaz bir ihtiyaç hissetdi.
Yüzlerce, belki de binlerce yıl boyunca sadece el, kol, yüz işaretleri ve basit sesler ile anlatabildi aklından geçenleri. Başka bir şey bilmiyordu çünkü. Yaşadıkca gördü ki söz uçup gidiyor, unutuluyor, yok oluyor. Kıymet verdiği ve kendinden sonra gelecek insanlara aktarmak istediği bilginin kalıcı olması için bir şeyler yapması gerekdiğini akıl etdi.
Önce tamgasını vurdu taşlara. Kayalara kazıdı kim olduğunu, rüyasını, duygularını, düşüncelerini ve nasıl yaşadığını... Ve “resim” sanatını icat etdi. Bir zaman sonra; harfleri, kil tabletleri, sonra da kağıdı icat etdi. Kağıdın ebed müddet biricik eşi olan yazıyı keşfettiğinde, iki tarafı çok keskin kılıca benzeyen ve dünyanın en etkili silahını keşfettiğinin farkında bile değildi belki de.
Nihayet aradığını bulmuşdu eşref-i mahlûk. Bildiğini, bilemediğini, kısacası aklından geçen her şeyi yazıya döküp kağıda basdı ve adına dedelerimiz önce “matbuat”, sonra “basın” dedi. Yarım asır önce televizyonu icat etdik ve babalarımız “basın-yayın” ismini verdi. Çeyrek yüzyıl önce de üçüncü nesil olan bizler, “medya” dedik ona.
Fayda ve zararı üzerine yapılan tartışmalar devam ededursun kerâmeti kendinden menkul dördüncü nesil bazı internet münevverleri şimdilerde “sosyal medya” diyor bu sihirli aygıta...
Sosyal’ı da medya’sı da bizden kelimeler olmadığından dolayı biz makalemizde, babalarımızın yolundan gidip onların dediği gibi “basın-yayın” ibaresini kullanacağız.
Önce taş ve kil tablet, sonra kağıt ve en nihayetinde kağıdın pabucunu dama atan dokunmatik plastik ekranlar çıkdı piyasaya. Her biri kendinden öncekini ıskartaya çıkartan, hatta imha eden icatlar... Artık bugün itibariyle, bilgi her yerde. Kimsenin cebinde ipekden mendil, boynunda muska değil. İsteyen, istediği her türlü bilgiye bir tıkla ulaşabiliyor. Dünyanın bir ucunda meydana gelen bir olay, bir haber, kirpik daha kaşa değmeden dünyanın öbür ucuna aktarılabiliyor. Kötü haber tez yayılır derlerdi ebelerimiz dedelerimiz. Günümüzde artık iyi haber de çabucak yayılabiliyor. Milyonlarca insan, bir SMS ile aynı anda, aynı hareketi yapıyor, yaptırıyorlar. Yeniliğe doymayan insanoğlu, kitle haberleşme cenahında bakalım daha neler icat edecek...
Keşfetdiği yıllarda; düşüncesini sadece kendinden sonra gelecek insanlara aktarmak niyetini taşıyan insanoğlu, bilginin gücünü fark ettiğinden beridir artık haberleşmeyi başka insanları kendi menfaati yönünde davranmaya zorlamakta kullanıyor. Dedelerimizin “efkâr-ı umumiye” dedikleri, babalarımızın “kamuoyu” adını verdikleri ve en son olarak da üçüncü nesil yeni yetmelerin “ortak akıl” dediği kavram da işte tam olarak bu oluyor; kendi menfaati doğrultusunda kendinden başkasını etkilemek...
İlim ve fende başdöndürücü ve durdurulamaz gelişmelerin gözlendiği son yüzyılda kitle haberleşme araçları, insanlara tesir ederek kamuoyu oluşturmada son derece etkili bir vasıta haline geldi. İcatlara koşut olarak; önce gazete-dergi, ardından radyo-televizyon, son olarak da çeyrek asırdan buyana örütbağ kılığında karşımıza çıkan basın-yayın faaliyetleri, insan hayatını ve davranışlarını şekillendirme ve yönlendirmede vazgeçilmez ve sonucu doğrudan belirleyen bir kuvvet haline geldi.
Bu cümleden hareketle; milletin iradesine dayalı idare biçimi olan cumhuriyet yönetiminde; yasama, yürütme ve yargı erkine ilave olarak, etki şiddeti ve tesir sahası itibariyle basın-yayın, günümüzde artık “dördüncü kuvvet” olarak nitelendiriliyor.
Kuvvetler erki sıralamasında her ne kadar dördüncü sıraya konulsa da basın-yayın; insanların davranış, tutum ve düşüncelerinin yönlendirilmesine ve devlet idaresinin biçimlendirilmesinde çoğu kez öncü ve başat bir kuvvet olarak karşımıza çıkıyor. O kadar ki, iktidar hükümetlerini yıkıp yerine yenisinin kurulmasında bile beşinci kol faaliyetleriyle birlikte sahaya sürülmüş ve elde edilen sonuçlarda çoğu kez belirleyici olmuşdur. Çünkü dördüncü kuvvet; kurşundan çok daha etkili, bombadan çok daha ucuzdur. Arap ülkelerindeki hükümetleri değiştiren “Arap Baharı” ve sosyal medya denen vasatta astsubayların başlattığı ve 2012 senesinin en büyük hareketi olarak kayıtlara geçen “Pes Hareketi”, dördüncü kuvvetin ortaya koyduğu başarılı sonuçlara bir kaç örnekdir.
Hangi gazeteye baksanız, hangi televizyon kanalını açsanız , hangi radyoya kulak verseniz; insan aklına ziyan, saçma, anlamsız, son derece zararlı ve Türk insanın dilini, dinini, ahlâkını, edebini, töresini ifsat ederek bütün milleti uyuşturup düşünemez hale getirmesi de madalyonun öteki yüzü...
MÜŞKÜL İPTİDÂ isimli makalemde bahsetmişdim. Sayın Ahmet KESER Başkanlığındaki acer TEMAD idaresi; astsubay özlük haklarının tahakkuk ettirilmesi konusunda verdiği mücadelede, ilk ve en önemli imtihanını basın-yayın nezdinde verdi. 2012 senesinde dördüncü kuvveti kullanma konusunda göz doldurup fevkalâde başarılı oldular.
Sayın Ahmet KESER, sessiz akan derin bir nehir gibi her yerdeydi. Gazetede, dergide, televizyonda, örütbağda...
Yetmedi;
Radyo programına katıldı mı, ben duymadım. Şayet katılmadıysa buradan tavsiye ediyorum. Sayın Başkan, bir de raydo mülakâtına çıkın lutfen.
Peki, Sayın TESUD Başkanının adını bileniniz, basın-yayında iki çift kelâmını işiteniniz ya da sıfatını göreniniz var mı? Yolda görseniz tanır mısınız? Dertli insan iniler can dostlar. Ebedî huzur ile muştulananlar, dertden münezzeh olanlar niye inilesin ki?
Başkanımız Sayın Ahmet KESER, sadece bir sene içinde TEMAD’ı dördüncü kuvvet nezdinde mümtaz bir marka haline getirdi. Sayın KESER bugün itibariyle basın-yayın çevrelerinde itibar gören, makbul bir şahsiyetdir. TEMAD ismi, Ahmet KESER’i; Ahmet KESER ismi, TEMAD’ı; her ikisi de emekli astsubayları çağrışdırmaktadır.
Bir sene gibi kısa bir zaman içinde TEMAD’ın bu özverili ve çok başarılı çalışmaları nihayet sonuç vermiş; algıda seçicilik tezahür etmiş, astsubay meselesi kamuoyu gündeminde geniş yer edinmiş ve en önemlisi yüce Türk milletinin şefkatli sinesinde ve şaşmaz vicdanında kabul görmüşdür. Milletimiz artık bizim kim olduğumuzu ve ne istediğimizi biliyor.
Bu kelâmdan olmak üzere Sayın Başkan Ahmet Keser; 11 Aralık 2012 tarihinde, TARIM TÜRK TV'de saat 15:00’da naklen yayınlanan "2'den 4'e Hayat" isimli programa iştirak etdi. Başkanımız, yayına telefonla bağlanıp 60 seneden beri gasp edilen haklarımızı bütün sarahatiyle kamuoyuna bir kez daha ifşâ etdi (²).
Programın yapıldığı hafta içinde, iki meslekdaşımız canına kıymış. Düşman öldürmek için öldürme sanatı üzerine eğitilen astsubaylarımız, düşman dururken dönmüş kendilerini öldürmüş. Sayın KESER’den işitiyoruz bu vakaları. Programın sunucusu zarif hanımefedi Esra YILDIZ’ın astsubay meselesi ve intiharlar konusundaki sorduğu akıl açıcı sorulara Başkanımız önemli cevaplar verdi.
Programın sahne konuğu ise İş ve Sosyal Güvenlik Uzmanı Sayın Özgür KAYA. Biz astsubayların dertlerini, sıkıntılarını, meselelerini, isteklerini Genelkurmay Başkanlığımızda konu ile ilgilenen komutanlarımızdan daha iyi bildiği aşikâre görülüyor. Sayın KAYA; astsubay özlük haklarının iyileştirilmesi konusunda alınacak kararlara körü körüne, hatta kasden ayak direyip engelleyen ve sayısı üçü beşi geçmeyen apoletli kast sevdalısının, külâhlı harâmilerin, börkenekli sergerdelerin, fesat kumkumalarının, fitne karamuklarının farkında...
Sunucu hanımefendi güzel. Allah, sahibine bağışlasın. Güzel olduğu kadar kibar. Kibar olduğu kadar zarif. Zarif olduğu kadar da akıllı bir hanım. Sorduğu sorulardan anlıyoruz bunu.
Üçü bir yerde bu güzel insanlar; astsubayların özlük hakları, meslekî sıkıntıları ve isteklerini birlikte inceleyip çok önemli değerlendirmeler ortaya koydular. Telefon ile programa iştirak eden Sayın Başkanımız, sanki sahnede konuklar ile birlikteymiş gibi rahatdı. Konuya hâkimiyeti ve özgüveniyle fevkâlade bir mülakât verdi. Yayında; astsubayların dertlerini, sorularını, meselelerini tek tek ele aldılar. Sonra, çözüm önerilerini sıraladılar birer birer... Söz ile ifade edilebilecek hemen her şeyi söylediler orada.
6 ARALIK 2012 Perşembe günü bu kez KANAL D televizyonunda M. Ali BİRAND’ın sunduğu 32. GÜN programı yayınlandı (³). Sahne konukları; bir doçent, emekli bir subay, askerdeyken komutanından yediği dayak sebebiyle sakatlanmış bir evladımız, kötü muamele sonucu oğlu askerde şehit olan acı dolu bir baba. Konu gene aynı. Son zamanlarda artış temayülüne giren asker intiharları. Sahnedeki konuklara ilave olarak Genelkurmay Başkanlığımız, tarihinde ilk defa bir televizyon programına bir profesör tabip albayını göndermiş. Üstelik resmî elbisesiyle.
İntiharlar konusunda TSK’nin belleğini oluşturuyorum diyen Sayın profesör albayımız, Türk ordusundaki intihar vakalarını, birbirine hiç benzemeyen başka ülke ordularındaki intihar vakalarıyla mukayese etmek gibi yanlışın içine düşerek konuya girdi. İyi niyetli görünmesine rağmen intihar vakaları konusunda kendisine sorulan sualin ekserisine açık ve kesin cevap vermedi. Malumu ilâm etmekden ibaret olan cevapları inandırıcı ve ikna edici olmakdan bir hayli uzakdı. Kendisine sorulan suallere genel geçer yuvarlak cevaplar vermekle iktifâ etdi. Kimi soruların cevabını, örütbağdan takip ettiğini söyledi. Bazı soruların cevabını bilmediğini ifade etdi. Örneğin, intihar vakalarının kuvvetlere dağılımını.. Sayın albayımız, kışladaki intihar oranının ülke ortamalası düzeyinde olduğunu ifade etdi. Fakat doçentimiz, bunun doğru olmadığını, asker intiharlarının ülke ortalamasının üç katı olduğunu söyledi.
Askerdeyken yediği dayak sebebiyle sakat kalan evladımız; “Beni hem bölük astsubayı hem de bölük subayı dövdü. Her ikisini de dava etdim. Fakat sadece bölük astsubayına ceza verdiler” dedi. Birisi hâkim bile olmayan AYİM’in kara kuzgun kılıklı muhammes apoletlileri, sadece astsubaya ceza vermiş. Botu ile çocuğun kalçasına basıp dayak atan subay ceza almamış. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) konusundaki kanaatimi Köhne Zihniyet ve Mâziperestler isimli makalemde serdetmişdim. Pişmiş kelle gibi sırıta sırıta “Ben, İdarenin Mahkemesiyim” diyen muhteremlerin verdiği bu karara şaşırdınız mı?
2002-2012 seneleri arasındaki 10 yılda her rütbeden 934 asker intihar etmiş. Aynı dönemdeki şehit sayısı daha az; 818. 13 KASIM-10 ARALIK 2012 tarihleri arasındaki sadece bir aylık dönemde 6 astsubay meslekdaşımız canına kıymış. Genelkurmay Başkanlığımız, asker intiharı konusunda yaptığı araştırmanın neticesinde, birinci sıraya “bilmiyorum”u oturmuş. Duyunca ben de irkildim. Başkanımız söylüyor TARIM TÜRK televizyonunda. Hazırlanan araştırma raporunda; asker intiharlarının ikinci sıradaki sebebi “maddî yetersizlik” imiş. Birinci sıradaki sebebi ise “bilinmiyor” imiş. Yanlış okumadınız; asker intiharlarının birinci sıradaki sebebini Genelkurmay Başkanlığımız “bilmiyor” imiş. Tez vakitde gözlerini kara toprak örtesice statü hazretleri ne diyor acaba bu konuda?..
Bir vatan evladı; asker olsun, kendini vatana fedâ etsin. Sebep ne olursa olsun bir gün kendi canına kıysın. Maddî manevî her türlü imkana sahip olan Genelkurmay Başkanlığımız ise intihar eden askerin ölüm sebebine “bilmiyorum” desin. Ağalar, paşalar; bu cevabı vermek için albay olmaya, hele hele profesör olmaya hiç lüzum yok. Tüyü bitmemiş eytamın lokmasını böylesi akla zarar, böylesi beyhude raporlar için çarçur etmeye hakkınız yok! Çıkın sokağa. Karşınıza ilk çıkan vatandaşa sorun bu soruyu. Aynı cevabı alırsınız. Acizliğin, ilgisizliğin, basiretsizliğin, beceriksizliğin, önemsememenin, umursamamanın, vefasızlığın bundan daha açık bir emaresi ve itirafı olabilir mi? Bütün bu olanlar akıl ile izah etmekden uzakdır. İhmalden, ağır görev kusurundan öteye anlam ifade etmez mi?
Bu vatanın has çocuklarının kendi canına kıymasının sebebini bilmediğinizi itiraf ediyorsunuz. Yaban kazları, gölün donacağını idrâk edebiliyorlar. Zahmet edip de verdiğiniz bu cevabınızla kendi işbilmezliğinizi, kendi beceriksizliğinizi, kendi basiretsizliğinizi ikrar ettiğinizin idrâkinde misiniz muhteremler? Bunları itiraf ederken yüzünüz hiç mi kızarmaz? Mercimek danesi kadar aklı olan, azıcık vicdanı olan birisi bile askerlerimizin yürek dağlayan bu intiharlarına bîgâne kalabilir mi? Unutmayınız ki söylediklerinizi dinleyenler yaban kazları değil.
Bunlar bir yana, anasının-babasının gözünden esirgediği ve ellerine kına yakıp vatan hizmetine gönderdiği evladının ölümünde sizin hiç mi payınız yok? Sebebini bilemeseniz de birinci sırayı teşkil eden intiharların müsebbibi yok mu Allahaşkına?
Uyanın artık ölümüne yatdığınız bu gaflet uykusundan! Memur olduğunuza göre istifa denen kanûni bir hakkınız var, biliyorsunuz. Boncuk bulmuş çocuk gibi sevinerek yaygara ile kanun çıkartığınız ve marifetmiş gibi pazarladığınız mecburî hizmeti sırf kendiniz için 10 seneye indirdiniz nasıl olsa. Bilmiyorsanız işinizi, istifa edin ve bunları bilecek yiğit vatan evlatlarına yol açın lutfen.
6 ARALIK 2012 tarihinde Genel Başkanımız Ahmet KESER, saat 21:00’da bu kez de BUGÜN televizyonunda naklen yayınlanan ve Erkan AKKUŞ’un takdim ettiği Geniş Açı programında (⁴)... Kendileri bu kez sahnede. Sayın Başkanımızın yanında, emekli bir profesör albay ve bir de doçent var. Mevzu, gene asker intiharları. Programın sunucusu Sayın Erkan AKKUŞ, belli ki iyi hazırlanmış. Bizi; bizim gözümüzle, bizim sözümüzle, bizler kadar kifayetle anlatdı. Programın akışı esnasında sorduğu esaslı sorularla astsubay meselelerini kamuoyunun iyice öğrenmesine ve anlamasına vesile oldu. Başkanımız, sorulara engin bir vukufla yaklaşıp akademisyenlere bile ders verebilecek bilgi derinliği ve ifade zenginliği ile konuları bütün sarahatiyle kamuoyuna duyurdu. Genelkurmay Başkanlığımızın bile açıklık getiremediği ya da ifade edemediği konulara değindi ve “bir bilen olarak” kendine sorulan bütün sualleri mükemmelen cevapladı.
Sadece bir haftaya sığdırılan iki naklen televizyon programında iki mükemmel mülâkat. Konusuna vukufiyeti her halinden, edasından belli olan, basına çok iyi intiba ve hoş resimler veren, gene Başkanımız.
Bisiklet sürmeye devam etmek istiyorsanız şayet pedalı devamlı çevirmelisiniz; durduğunuz anda düşersiniz...
TEMAD, 2012 senesinde dördüncü kuvvetin pedalını büyük bir maharetle ve hiç durmadan çevirdi. Pedal çevirmeye devam edin Başkanım.
Yiğit, yüzüne karşı övülmez derler. Bu düşünceyle mütevazı davranıyor ve bu vesileyle huzurunuzda Başkanımız Sayın Ahmet KESER’i yürekden kutluyorum.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
Sayın İlhan ŞEŞEN’in şarkısında cümle aleme fâş ettiği gibi hep “Ankara’dan abim gelecek” değil ya! Bu kez de “İstanbul’dan arkadaşım geldi” önceki hafta. Evde bir bayram havası. Arkadaşım beni çok severmiş...
Senelerdir birbirimizi görmemişdik. İpdil, bir güzel hasb-ı hâl ettik hep beraber. Artık geri gelmeyeceğini bildiğimiz mâzide kalan o eski güzel günleri yâdeddik uzun uzun. O da, ben de aynı sene evlenmişdik İstanbul’da. Yediğimiz içdiğimiz ayrı gitmezdi. Gönül gezip tozup, görüp eğlenmek istiyor... Serde gençlik var hani. İstanbul dipsiz koca bir kazan, bizler birer çomçe... Kimi zaman çocuklar gömlek cebimizde, kimi zaman sekiz bacak bizler hep birlikde arşınladık oraları. Paramızın elverdiği nispetde tabi ki... Para keselerimiz kadifeden idi. Lâkin, içinin dolduğunu hiç görmedi şu gözler.
Güzel insanlarla güzel mekanlar birleşince yaşananlar ne de güzel anılara dönüşüyormuş. Bir daha gidip gezme imkânı bulamadığımız onca yerleri dördümüz beraber gezmişdik. Ne kadar da keyifliymiş meğer o güzel günler... Gençlik, insana sermaye değil derler, doğruymuş...
Misafire izzet-i ikram etmek, gezdirmek, gönlünü hoş tutmak gerek değil mi? Biz de bu fikirle, haydi size Ankara’yı gezdirelim deyip maaile vurduk kendimizi yola. Eteklerimize tutunanları da sayarsak bu kez sayımız tam iki misliydi. Malum, Ankara deyince akla ilk gelenler 3K’sıdır. Bir başka ifadeyle; sağ cenahınızda nazar eylediğiniz kalesi, keçisi ve kedisidir. “K” ile başlamasa da ister inanın ister inanmayın bir de Ankara tavşanı var ki gerçekten görmeye değer. Her şeyi benden beklemeyin artık. Onu da araştırıp siz bulun.
“3K”’ye bir de “A” ilave edeceğiz elbet. Dünya Astsubaylar Günü vesilesiyle 17 Ekim’de, elimizde Türk bayraklarımızla bahçesini gelincik tarlasına çevirdiğimiz Anıtkabir’in her Türk’ün gönlünde müstesna bir yeri olduğunu söylemeye luzüm yok tabi ki.
Zamanın İngiliz elçisi, Ankara’da ikâmet ederken tiftik keçisinin kerametini idrâk etmiş. Daha doğrusu keçinin değil, kılının kıymetini fark etmiş. Keçinin kendisi değil, kılı meşhurmuş. Benden duymuş olmayın, hatta keçi bile hâlâ bilmiyormuş bu hakikati ve sırf bu yüzden kendini taa o zamandan beridir Abdurrahman Çelebi zannettiği pek yaygın bir tevâtür buralarda.
Allah’ın topraklarımıza bahşettiği bu keçimiz, çok inatcı oluşundan kelli beyaz, uzun, parlak ve sağlam kıllarıyla pek namlıymış. Dünyanın en uzun ve sağlam kılı bu keçilerimizden elde ediliyormuş. Kendim görmedim. Büyük bacımdan duymuşdum bıldır. Dirhem dirhem satılan yününden pek nadide ve bir o kadar da bahalı kazak, kaşkol gibi giysiler örülürmüş.
Ankara’da görevi bittikten sonra utanmaz İngiliz elçisi, memleketine dönerken biri erkek, biri de dişi olmak üzere bir çift Ankara keçisi kaçırmış. İngiliz atının atasının da bir Türk aygırı olduğunu biliyor musunuz?(¹) Adam elçi değil, resmen keçi hırsızı! Bugün bile Türkiye’de icra-i sanat eyleyen elçi kılıklı ecnebi adamların her birinin azılı birer casus ve arsız birer hırsız olduğunu ve buldukları çöpümüzü bile ilk fırsatta alıp kendi memleketlerine kaçırmak için yanıp tutuşduklarını söylemeye gerek var mı?
Hani “keçileri kaçırmak” derler ya, işte aynen öyle olmuş. Bu İngiliz hırsız, afedersiniz elçi, keçileri gerçekten kaçırmış. Hem de Ankara’dan taaa memleketi İngiltere’ye... Oradan da aborijinlerin memleketine... Sadece Ankara’ya mahsus olan Ankara tiftik keçisini, o gün bu gündür Ankara sokaklarında bir daha gören olmamış. İngiliz almış götürmüş fakat geri getirmemiş. Bir zamanlar bizim onlara sattığımız angora denen tiftik keçisi yününü, bügünlerde o soğuk nevâle İngilizlerden biz para verip alıyormuşuz, iyi mi?..
Hiç merakınızı celbetti mi? Ağacın dalına sımsıkı sarılan yaprak, bir zaman gelince sanki birisi ona “Haydi, atla bakalım” demiş gibi ağaçdan aşağı niçin düşüyor? Bu soruyu binaltıyüzseksenyedi senesinde NEWTON’dan bir kaç gün önce ben sorsaydım şayet, o değil de ben meşhur olurdum hani. Madem senenin beş altı ayında hiç gıpraşmadan yerinde öyle durup duruyor ve altından geçerken bizlere tepeden bakıp kısı kıs gülüyorsun, yılın geri kalan günlerini de hep o çöreklendiğin tahtında geçirsen ya! Koruk bağda, yaprak dalda güzel, değil mi? Anam der ki; “Oğul, daldaki yaprağın yere nâfile düşdüğünü mü bilirsin? O yaprağın toprağa nüzûl etmesinde bile elbet Yüce Rabbimin sayısız hikmeti gizlidir. Adam o dur ki bu hikmeti anlayabile!” Demek ki bir hikmeti var...
Ya da hiç düşündünüz mü? Sayın Ersen GÜRPINAR’ın kaleminin ucu niye hep ıslak? Bazen gecenin olmaz saatlerinde siteye girdiğimde; ana sayfanın (sahi, baba sayfası da var mı acaba?) sağ alt tarafındaki KİMLER SİTEDE? bölümünde, kırmızı harflerle Ersen GÜRPINAR’ı görüyorum. Elâlem rüyalar diyarının arnavut kaldırımlarını arşınlarken ve pireler dağlık coğrafyalar üzerinde biteviye meydan turu atarken demek ki kendisi o saatlerde sitenin içinde ve oralarda bir şeyler yapıyor!..
Ankara kedisine gelince. Biz, bunca yıldır ailecek Türkiye’nin Başkentinde mukimiz. Ben, hani o iki gözünün rengi birbirinden farklı olduğu söylenen Ankara kedileri var ya onlardan bir dane bile görmedim bu muhitde. Kıymetli vaktinizi almayayım, sokaklarda her cinsden çok miktarda köpek ve göbelez vardı, onları gördük. Hatta misafirlerimiz de gördü. Fakat parkların orasına burasına rastgele serpiştirilmiş alçıdan mamûl tiftik keçileri ve belediyenin olur olmadık yerlere ilişdirdiği plasdikden mürekkep ve “ucube”ye benzeyen Ankara kedilerini saymazsak ne Ankara kedisi gördük ne de Ankara keçisi. Yukarıda söyledim. Bana sormayın, yavrusuna göcen dedikleri Ankara tavşanını da varın siz kendiniz keşfedin gayrı...
Hûlasa, Ankara’nın meşhur 3K’sinden sadece bir “K”sini, yani kalesini gezdirmek kısmet oldu misafirlerimize. Oraları gezerken, etrafda kum gibi Japon gezgin (turist) ler gördük. Hepsinin elinde bir kalem, bir kağıt; ya da bir kamera... Hiç getirmeyen, erinmemiş, kameralı, tokaç kadar telefonlar getirmiş yanında... Ellerindeki fotoğraf makinesinin dürbünü boylarından büyük. Ankara’nın andezit taşı kaplı sokalarında, yerlerde sürünüyor! Hani, “Türk kardeş, al sana”, deyip de eğer varsa oralardan bir iki tane Çin lokumu getirseler ne olurmuş sanki?.. Zavallılar; yememiş içmemişler, çünkü boylarından belli, aha bu kadarcık... Eee, yağsız tuğsuz pirinç pilavını sen kalkıp da bir çift çöp ile dane dane yersen, aha işte ancak bu kadar büyürsün tabi... Al eline şimşirden bir kaşık, daldır şöyle pilav sinisinin içine derinden derinden. Doldurup kaşığı, taşıra taşıra doya doya bir yesen ya!.. En uzun boylusunun kafası bizim oğulun göbeğinin seviyesinde. Hafazanallah, ayakkabımın içine düşseler, dışarı çıkmak için merdiven isteyecekler.
Bu ufak tefekliğine rağmen bir lahzâ bile boş duranı yok. Sanki tatile değil de çalışmaya gelmişler buralara. Hepsi bir şeyler çiziyor, yazıyor, resim, video çekiyorlar. Hanım, şunlara bir sor bakalım, kimmiş dedi? Yanlarına yaklaşıp sordum kendilerine, “Japonya’da havalar nasıl” diye! Hep bir ağızdan “Biz Nippon değiliz, biz Çin’liyiz” demezler mi? Saklamıyorum, hepimiz de epeyi afalladık hani! Önce onlara, sonra da birbirmize bakdık afal afal! Japonları gördük de hanımların ipe dizip boyunlarına takdığı kolyedeki kum boncuklarının danesinden epeyce fazla sayıdaki Çinli’lerin taa buralara kadar geldiğine ilk defa şahit olduk. Devlet büyüklerimiz gerdanlarını kıvıra kıvıra ne diyorlar? Bizlerin pişirip yemediğimiz fakat hunnak olasıca bazı fesat kumkumalarının sosis salamın içine tepdiği tavuk ayaklarını kasdederek “her Çin’liye bir çift tavuk ayağı satsak IMF’ye olan borcumuzu bilmem kaç zamanda öderiz”... Sayın pek muhterem Bakanım, al sana, şu âciz kulundan pek parlak bir tavsiye... Çinli’ye tavuk ayağı satmak istiyorsan şayet tavuk ayaklarını frigofirik (her ne demekse) uçaklara bindirip beşbindokuzyüzkırkdokuz kilometre mecbûri uçak yolculuğu yaptırmaya ne hacet! Maksadın Çin’lilere tavuk ayağı yedirmek değil mi? Evet. Öyleyse, buyur, gel, Ankara Kalesinin önüne... Aç orada bir kaç tezgâh. Doldur üzerine her neviden tavuk ayaklarını... İster tavada, ister mangalda... Maksat döviz kazanmak ise al sana bir fikir de bizden. Bak o zaman sen Yuan’a Yuan diyor musun?...
El’in Çin’lisi erinmeyip, yemeyip, içmeyip taa Çin’den kalkıp Ankara’ya kadar geliyor ve oturup orada etrafı seyreylerken Ankara Kalesinin sahifeler dolusu resmini çiziyorsa; ne var ne yok diye sağa sola dikiz atıp habire resim çekip kameraya kayıt ediyorsa, belki de bilemediğimiz başka bir şeyler de çeviriyorsa; Yaprak, istemez miydi ana gibi kendini besleyen, kollayan, koruyan ağacın dalları arasında ilelebet durmayı? Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz nasılsa, değil mi? Demek ki bir hikmeti var...
Ya da Sayın Ersen GÜRPINAR istemez miydi, gecelerin yalnız adamı gibi emekliassubaylar.org sitesinin domain’lerinde, ıssız sessiz sörvırlarında, kuytu köşelerdeki rutubetli modemlerinde, karanlık rautırlarında ömür törpülemek yerine “assubaylara yapılan tahakküme varan haksızlıklara” bir şaplak patlatıp da bir hamlede hepsini berhevâ etmeyi? Kurumu yıpratanlar, haksızları yazanlar değil, bilâkis haksızlığı yapanlardır değil mi, nasıl olsa? Ya da “mesaj panosunda” astsubayların dertleriyle vakit öğütüp ona buna cevap yetiştirmek için kar yağmış saçlarını tutam tutam yolmak yerine, binbir güzelliklerle bezenmiş Ege’nin cennet mekanlarında, oraların kerempelerinde, Atatürk’e de verilen kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası sahibi Manisa Tarzanı gibi cesurca, özgürce, gönlünce, biraz da âvâre âvâre dolaşmayı?.. Demek ki bir hikmeti var...
Neyse, haydi hayırlısı. İyisiyle kötüsüyle artık devr-i saltanı sona erdi mevsim-i hazanın. Kendini tazelemek, güzelleşip neşvünema bulmak üzere uykuya daldı bir süreliğine... Binbir renkli altın sarısı yapraklarını bir başka baharda geri almak üzere, birer ikişer ödünç verip toprak ananın bağrına, koltuğunu kışa devretti. Hazan vakdi hüzün vakdidir derler lâkin hüzünlü değil ağaçlar. Niye olsun ki? Hazan vaktinde gurup renginde borç verdiği yapraklarını, tazelenmiş olarak cennet yeşilinde geri alacak bahara nasıl olsa...
Kıymık kıymık çizilmiş, nar gibi kızarmış, mis gibi kokan kestaneler mangalda... Sahlepciler, enfes tarçın kokan tezgâhlarını sokaklara indireli günler oldu. Paltolar, koyu renki esvaplar, kaşkollar askıda... İhtiyadı elden bırakmayanlar da şemsiyelerini, hatta zincir takoz ve çekme halatlarını çokdan hazırladılar bile. Kış geldi, çattı. Havalar iyice soğudu buralarda. Artık zaman, devr-i kış zamanı... Sobaların borusu yerinde, biz de dönelim makalemizin konusuna.
Her yenilik, bir bozulmanın neticesidir. Eski, artık bozulmuş; yerini, yeniye bırakmışdır. Her bitiş, yeni bir başlangıçdır.
Atatürk, “Her işin iptidâsı müşgüldür” der. Ne kadar da kerâmet yüklü bir deyim imiş meğerse... Biz astsubaylar için pek müşgül de olsa bakın, göz açıp kapayınca kadar, şuncacık bir sürede avucumuzun içinden akıp giden ikibinoniki senesinde neler zuhur eylemiş astsubayların makûs tarihinde ilk defa. Hiç birisi kolay olmadı, defter-i kebire kayıt edilmeyi hepsi ziyadesiyle haketdi... Derler ya “geç olsunda, güç olmasın!” Biz astsubaylar için hem müşkül oldu, hem de iptidâ!.. Olsun varsın, yürümek, durmakdan yeğdir, değil mi?
Bir düşünün şöyle. Bugüne kadar rahmetli olmuş meslek büyüklerimiz, bu ilk’leri göremeden hak’kın rahmetine kavuşdular. Mümkün olsa da gelip kendileri bir görseler ne derlerdi acap? Hepsi huzur içinde yatsınlar. Onlara kısmet olmayanlar, mücadele bayrağını devretdikleri bizlere nasip oldu, olacak inşallah.
Elimde olmadan şöyle bir düşündüm şu kıt aklımın yettiği kadarıyla bir iki gün evvel. İptil dedim ki, üçyüzaltmışbeş günlük ömür takviminin yaprak tomarlarını koparta koparta en nihâyetinde sonuna geldin. Şunun şurasında bir deste gün sonra nereye gidecekse, ikibinoniki senesine güle güle diyeceğiz. Peki biz ömrünü milletin, vatanın, mukaddesâtımızın uğruna askerlik değirmeninde öğüten astsubaylar için ikinbinoniki senesi arz-ı vedâ eylerken bakalım neler yedecek? Aklıma gelenleri aşağıda yegân yegân yazdım... Başka varsa üşenmeyiniz, unutulmasın, ekleyiniz. Ekleyiniz ki tarih de kayıt etsin. Bakalım, kaç kişi olanların farkında...
İnanın ya da inanmayın, hayırlara vesile olan bunca olay sadece üçyüzaltmışbeş günlük şuncacık zaman zarfında meydana geldi. Bunların hiçbirisi karın doyurmuyor dediğinizi duyar gibiyim!.. Doğrudur, dostlarım. Bunlar, karnımızı doyuracak kanunlar değil fakat o kanunların temeline emekle, çileyle, mihnetle ve binbir zahmetle döşenen dolgu taşlarıdır. İpdil, temel sağlam olsun bir hele...
Her işin iptidâsı müşgüldür pek muhterem büyüklerim, çok kıymetli küçüklerim!.
İpdil, katre düşer. Yağmur, ardından gelir; İptidâ katre düşdü... Beklemeye râzıyım!..
İlave edeceğiniz bilgi varsa ki olmalı, bir zahmet bu satırın altına gelecek şekilde sabit ve koyu siyah kalem ile ekleyiniz...
Yeni yılınız şimdiden kutlu, hayırlara vesile ve her şey gönlünüzce olsun inşallah...
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb.III Kad.Kd.Bçvş.
Tarihi sayabilmemize imkân veren takvimlerin başlangıcına vesile olan vak’aları bilirsiniz. Bizler için pek manâlı ve ehemmiyetlidir. Tarih; beşeriyetin ortak mirâsı, en kıymetli hazinesi, müşterek hâfızasıdır. Huma guşu yere düşse ölmezmiş!. Fakat o nâdide ganedindeki tüylerden bir danesini bile gıpraşdırsa tarihde izi kalır.
Merakınızı mucip oldu mu hiç? Dernek ambleminde; TESUD, palaları yukarı doğru çatılmış “çifte kılıc”’ı, TEMAD ise namluları yukarı doğru çatılmış “çifte tüfek”i derneklerine simge olarak seçmişler. Hayırlı olsun. Tasa etmeyin, şimdilik bir tesbitden gayrı maksadımız yokdur!.. Muradımız, hem TESUD hem de TEMAD’ın bizâtihi kendileriyle alâkalıdır.
TESUD neyin nesi, kimin kimsesidir? Son 50 seneden beri astsubayların açlıkdan kokan nefesinin yürekler parçalayan kokusu taaa Hint’den, Çin’den duyulurken, TESUD’un merdane idarecilerinden bir daneciğinin bile meydana çıkıp da “Astsubaylarımız, taleplerinde haklıdır. Bu davalarında TESUD olarak kendilerini haklı buluyor, haklarının tahakkuk ettirilmesi için sonuna kadar destekliyoruz” dediğini duyanınız var mı? Silah arkadaşlığı bunu gerektirmez mi? Astsubaylar da tıpkı subaylar gibi etden kemikden mürekkep. Onlar da zihayât. Hudâyinâbit (¹) (TDK/1988) değil ya!.. Peki, vaziyet bu minval üzereyken TESUD’un kendi sitesinde yayımladığı yazılar üzerinden astsubayların hâmiliğine soyunmasının sebep-i hikmeti ne ola ki? Ahde vefâ mı, kadirşinaslık mı, gönüldaşlık mı, silah arkadaşlığının icâbı mı? Saygı; sevginin yürekde mihnetle, samimiyetle, sabırla mayalanmış hâlidir. Bu muhabbetin sebebi, TESUD’un emekli astsubaylara olan saygısının bir tezahürü mü? Bu çabalarının hulûskârane (¹) olduğunu söyleyebilir miyiz? Astsubayların haklarını korumak, takip etmek hele hele tahakkuk ettirmek konusunda TESUD’un samimiyet imtihanından sınıfda kaldığını birileri kulağınıza fısıldamadı mı? Astsubay silah arkadaşlarınıza ¼’ünün verilmesinde pinhân ellerin harâretle döndürdüğü çark-ı feleğin akibetini unuttunuz mu? Önce kurt ol, duldalarda kuzuyu parçala; sonra çoban ol, otur başında ağla!... Şair ne demiş? Olmaz ki, böyle de yatılmaz ki!.. Burada şair, karşısındaki insanın kötü bir niyetinin olmadığını biliyor. Çünkü bu sözü söylemeden hemen önce diyor ki; “İçinde kötülüğü yok, biliyorum ...”. Sizin içinizde iyilik var mı? Olmaz, ağalar; olmaz paşalar!.. Böyle de yapılmaz ki!..
Bindokuzyüzyirmisekiz senesinin 1 Kasım günü T.B.M.M açılış konuşmasında “Cumhuriyet, bilhassâ kimsesizlerin kimsesidir” diyen; Bindokuzyüzyirmibeş senesinin ondört Ekim’inde İzmir Kız Muallim Mektebinin Musameresi esnasında “Cumhuriyet idâresi, faziletli, namuslu insanlar yetiştirir” diyen Atatürk’ün ruhlara hûlul eden bu muhteşem ve münebbih tavsiyesinin siz; neresinde, hangi cenahında, hangi kertesindesiniz? Yoksa siz Çekoslavakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?
Halen TESUD örütbağ sayfasında yayında olan 19 Temmuz 2012 Perşembe tarihli, "Özlük Haklarının İyileştirilmesine İlişkin Duyuru” başlıklı ilginç bir yazı var (¹). Sayfayı açtığınızda, aşağıdaki görüntü çıkıyor karşınıza.
Bağlantıdaki TESUD Sosyal Hizmetler Başkanlığının hazırladığı yazıda özetle şöyle deniyor;
1.TSK personeli arasındaki maaş dengesinin yeniden oluşturulması maksadıyla; mevzuatta değişiklik yapılması, TESUD tarafından Genelkurmay Başkanlığından talep edilmiştir.
2.TSK personelinin özlük hakları ile ilgili çalışmaların, personel ayırımı gözetilmeksizin bir bütün olarak yürütüldüğü, bu kapsamdaki tekliflerin, halen görevde bulunan subay, astsubay, uzman jandarma, uzman erbaş ve sivil memurların özlük hakları ile bunların emekli maaşlarında da iyileştirme yapılmasını içerecek şekilde ihtiyaca göre muhtelif zamanlarda Genelkurmay Başkanlığınca hazırlandığı Temmuz 2012 tarihi itibariyle öğrenilmiştir.
3.Özellikle aşağıda belirtilen TSK personelinin ve bunların emeklilerinin özlük haklarının iyileştirilmesine yönelik olarak hazırlanan çalışmalardan emekli personeli ilgilendirenler hususlar şunlardır:
Yeridir, söylemem lâzım. Dilimde tüy bitti, ben gene bir daha söylüyorum, TSK’de “başçavuş” şeklinde rütbe yokdur. “Uzman jandarma” dediğiniz rütbe de “uzman jandarma çavuş” olmalıdır. Sayın Ersen GÜRPINAR, “başçavuş kadar taş düşsün başınıza” diyor!” Dikkat edin, Sayın Ersen GÜRPINAR düşmesin başınıza!.. Astsubay rütbesini yanlış yazana ahmak mı diyelim, aymaz mı? Derneğinizde vardır, 926 sayılı TSK Personel Kanunu madde 77’ye zahmet edip bir bakınız Allahaşkına?
Bu yazıdan anlıyoruz ki emekli ya da muvazzaf ayırımı yapmaksızın hem kendi mensuplarının hem de astsubay, uzman jandarma çavuş, uzman erbaş ve sivil çalışanların özlük haklarının tahakkuk ettirilmesi için TESUD, hem Genelkurmay Başkanlığı ile hem de M.S.B.lığı ile meşveret ediyor ve iki yönlü, çok muhataplı ve mutlak çözüme odaklı müsbet bir yazışma içinde. Fevkalâde. Buraya kadar takdire şâyan bir hâl tarzıdır, bunu görünce umudumuz yeşeriyor. Peki yazı metninin ileri satırlarını gördüğünüzde hissiyatınız ne olacak? Bilemeyenlere bir ipucu verelim; Makam Tazminatının Fesat Sarmalı’na bir bakınız.
TEMAD, en meşru hakkı olarak sadece kendi üyelerinin hakkını aramak için faaliyet icra ederken Genelkurmay Başkanlığımızın e-muhtırasını burnunun dibinde buldu. TESUD ise hızını alamamış, TSK’nin çalışanlarının tamamının hâmiliğine soyunmuş. Kendi mensuplarının hakkını almak için çırpınan TEMAD’a, muvazzaf astsubayları tahrik ettiği iddiasıyla e-muhtıra veren Genelkurmay Başkanlığımız, TESUD’un bu yazısı için ne yapdı acap?
Sual sormak, ademoğluna fıtraten bahşedilmiş, vazgeçilmez, devredilmez bir hakdır. Benim yerime sen sor demek insanlıkla bağdaşmaz. Kalk ve sualini kendin sor. Çünkü sual sormak; çözümün yarısı, doğruya ulaşmanın ilk şartıdır. İnsan isek eğer “saçak altından yürümek” yerine iliklerimize kadar ıslanmayı göze almak pahasına bile olsa kendi fikrimizi kendimiz söyleyebilmeliyiz.(bkz. Kibrit Çöpü). Sorgulamak düşüncenin sağlamasıdır; sorgulamak, fikirlerin beyinde mayalanmasıdır; soru sormak, zihinde fırtınalar kopartır, tekeden süt çıkartır, çöle kırmızı kar yağdırır. Sual sormak, zihine dar alanda ve otuz üç saniyede doksan dokuz ters takla attırır. Soru sormak zihni parlatır demişdik bağlantısını hemen yukarıda gördüğünüz evvelki yazımızda...
TEMAD, tıpkı TESUD gibi, 2847 sayılı Dernekler Kanununa tabi olan ve bu kanuna göre faayet icra eden resmî bir dernekdir. Bu cümleden olmak üzere, yazışma kuralları çerçevesinde her resmî ve özel kurum ve kuruluşlarla eşit seviyede yazışma hakkını haizdir. Bu neviden yazışmak aynı zamanda vazifesidir de. Bu kapsamda, yeri geldi, şimdi şu soruları soralım; Cevapları siz veriniz.
Söz uçar, yazı kalır. Bildiğimiz her neviden malûmatı ileriye doğru taşıyan, zamana karşı direnebilen; yazıdır, belgedir. Buradaki meramımıza vasıta olan belge ise bir soru önergesi. Makam tazminatının subaya ve astsubaya verilmesi için İstanbul Milletvekili sayın Mahmut TANAL, 22.10.2007 tarihinde T.B.M.M Başkanlığına 2/572 sayılı yazılı bir kanun teklifi vermiş. Söz konusu kanun teklifinde bakalım muhterem vekilimiz neler serdetmişler; Buyurun;
Önce albaylar huzursuz olmuş. Emekliler de dâhil olmak üzere albayların ve yarbayların tamamına makam tazminatı altın tepside sunulmuş. Sonra ne olmuş? Bu kez de binbaşılarımız huzursuz olmuşlar. Onlara da ver kurtul, olsun bitsin. Peki, huzursuz olma sırası kimde şimdi? Demek ki neymiş? Hak almak için huzursuz olmak gerekiyormuş.
Gördüğünüz üzere yukarıdaki önergesinde sayın vekilimiz şöyle buyurmuşlar; “Bu tanımlardan da anlaşılacağı gibi Binbaşılar da diğer Üst Subaylar gibi yani Yarbay ve Albaylar ile aynı gruba ve aynı statütüye tabidirler. Üstelik Binbaşı ve Yarbay rütbesindeki subaylar aynı görevi ifa ederler...” Sayın milletvekilimize sorsak, baştan aşağı subay rütbelerini bîtamam sayamaz; bilmesini ve saymasını da beklemeyiz. Öyleyse bu ifadeleri sayın milletvekilimizin yazdığına siz inanıyor musunuz? Bu cümleye mefhum-u muhalifinden bakalım; yarbayın görevini binbaşı yaptığı doğruysa ki koca vekilimiz herhalde doğru söylüyordur; binbaşının görevini, yüzbaşı; yüzbaşının görevini, üsteğmen; üsteğmenin görevini, teğmen; teğmenin görevini de asteğmen yapar neticesine varmamız lâzım, değil mi? İşte burası tam da zurnanın zırt dediği yer. O zaman, yarbaya verdiğiniz her şeyi diğer subaylara da verin olsun bitsin bu iş demeye getiriyor hazretler, iyi mi? İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü nasılsa!. Biliyoruz bunları. Hatta bildiğimiz bir hakikat daha var; subayın yapdığı “komutanlık” ve “amirlik” gibi görevlerin bir çoğunu herhangi bir rütbedeki astsubayımız da yapıyor, yapabiliyor, yapdırıyorsunuz. Fakat bunu söylemeye sizin diliniz bir türlü varmıyor, varamıyor. Astsubaylara “komutanlık” ve “amirlik” makamı veriyorsunuz fakat tazminat vermiyorsunuz. Tasda çorbayı verip de kaşık vermemek gibi. Payamı sincap kırsın, çiğeyi sen yut! Derenin taşıyla sağ tarafınızda gördüğünüz derenin kuşu işte böyle vurulur, kıymetli yiğitler.
İfadeye bakar mısınız?211 sayılı TSK İç Hizmetleri Kanununa ilişdirdikleri bir muteriza, evet sadece bir muteriza “}” işaretiyle; aslı mesnedi olmayan bir “üst subay” sınıfı uydurmuşlar. Evet, tekrar ediyorum uydurmuşlar ve binbaşı rütbesindeki subayı da bu “uyduruk sınıfa” dâhil etmişler.
Muteriza işareti “ } ” ile nasıl yeni bir subay sınıfı icâd edilir, bu satırdan itibaren sayarsanız üçüncü alt başlıkda nazar edeceğiz.
Sayın milletvekilimizin eline bu kanun teklifini tutuşturan apoletli fesat kumkumalarına buradan soruyorum. Gelin, benim gözlerimin içine bakarak “üst subay” sınıfı vardır, “general/amiral” şeklinde bir sınıf vardır deyin hele bir. Üst subay neymiş, general/amiral neymiş, bana bir izah edin hele. Muhterem ağalar, uydurduğunuz her fiilin, her kavramın, her kaidenin, her kuralın kanunda bir yeri, bir karşılığı ve bir tarifi olmak mecburuyeti vardır. Don Kişot gibi kılıcınızı öyle hoyratca oraya buraya savurup olmayan bir kavram peydahlayamazsınız. 926 sayılı TSK Personel Kanununda böyle bir tarif, tanım ya da kavram var mı? Âmâ olmadığı halde bu konuya âmâ bakan baldıran otlarına cevabı ben veriyorum; Yok, ağalar, yok paşalar! “Üst subay” diye bir sınıf yok, general/amiral diye bir sınıf yok, artık bunu böyle belleyiniz.
Yukarıda görüldüğü üzere, konumuz ile alâkalı olarak ortalıkda dolaşan yazılara, e-muhtıralara, soru önergelerine, kanun tekliflerine alıcı gözle bir bakarsanız, TESUD’un hazırlayıp sitesinde yayımladığı tekliflerin; maddesi maddesine, kelimesi kelimesine aynen kanun teklifine dönüşdüğünü görürsünüz. Nasıl olduğu konusunda tevâtür, Elvan çeşitli. Benim bildiğim kadarıyla artık ordumuzda “emir eri” yok, yıllar önce ilğa edildi. Nasıl oluyorsa oluyor, daha TESUD tokmağı havana değdirmeden, birileri ortalık yerde zuhur eyleyip onların yerine “hık” deyiveriyor hemencecik? İpleri başkasının elinde kukla misâli...
Huzur, subaya ezelden beridir altın tepside sunulmuş. Astsubayın nasibine ise mağduriyet düşmüş. Astsubay Hazırlama Okulu’na girerken rahmetli babama imzalatılan evraklar arasında, meslek hayatım boyunca “mağdur” olacağıma dair herhangi bir ifade yoktu. Kimse benden böyle bir şey istememişdi. Mağdur olacağımı bana tebliğ de etmediler. Fakat vatanıma, milletime hizmet etmeye başladıktan sonra, hele hele emekli olduktan sonra statü hazretleri beni mağdur etmek için hemen maaşımın yarısını tırpanladı. Yetmedi, her neviden herzeyi yemeye ve her türlü kepazeliği de ne hazindir ki yapmaya hâlâ devam ediyor.
Az önceki yazdıklarımdan ne demek istediğimi anlamanız için sayın vekilin verdiği kanun teklifine iliştirilen Madde Gerekçelerini buyurun, birlikte okuyalım. Bakalım ne demiş?
Maaşların iyileştirilmesi için meclise verilen soru önergelerinde ortaya dökülen kelâmlara bakılırsa; subaylar “huzursuz” olmuş, astsubaylar ise “mağdur” olmuş. Bu betimlemeden; subaylarımızın mağdur olmakdan münezzeh, astsubayların ise huzursuz olma hakkının olmadığı sonucuna varmak mümkün. (Huzursuz; Huzuru olmayan, tedirgin, rahatsız. Mağdur: Haksızlığa uğramış, kıygın) (TDK/1988). Önce uğunasıca sonra da inşallah tez zamanda boynu altında kalasıca statü paşa hazretleri, huzur kelimesini subaya, mağdur kelimesini ise astsubaya yakışdırmış. Hani türkümüzde diyor ya; “Oy Memedim, Memedim; Sana küsdüm demedim. Beni sana geçmişler, vallahi ben demedim...” Evet, billahi ben demedim, onlar demiş. Mağdur olmuş, aç kalmış, altı delik ayakkabıyla sokağa çıkmış, çocuğuna harçlık vermek şöyle dursun şeker alamamış bir subay, herhalde TESUD’un en meşum, en menhus kâbusu olsa gerek. Lâkin, astsubaylar, arafatda soyulmuş hacıya döndü ve yarım asırdır sizin ödünüzü patlatan kâbuslar ile koyun koyuna hayat memat mücadelesi veriyor muhterem ağalar.
Demek ki neymiş? Statü paşası ne buyurmuşlar? Sayın vekilimize “dikte” ettirilen bu ifadeye göre subaylara ebedî huzur vaadedilmiş. Astsubayların sehimine ise dipsiz mağduriyet düşmüş.
Karargâhlarda, kışlalarda, sosyal tesislerde görmüşüzdür; üst subay berberi, üst subay helâsı, üst subay yemekhanesi, üst subay koltuğu (şaka değil), üst subay kıyafeti, üst subay havuzu, üst subay plajı, üst subay misafirhanesi; hastanelerde üst subay odaları vs... Muvazzaf iken söyledim bunları. Fakat sözümüz yere düşdü, verdiğim dilekceler dosyada tozlandı. Her yer kesif bir böbürlenme, doyumsuz bir yaftalama, hudutsuz bir hodbinlik, sınırsız bir payelenme kokar. Zannedersiniz paşa dedelerinin el emeği, alınteri parasıyla yapdırmışlar! Pekâla merak ettiniz mi hiç, nedir üst subay diye? Sayın komutanlarımız, ordumuzun “iki aslî unsuru” var derken, “birincisi subay” oluyor değil mi? İkinci aslî unsur da “astsubay” olduğuna göre peki ne menem bir şeydir bu “üst subay” ya da general/amiral hazretleri?
İzmir millletveki Sn. Bülent BARATALI’nın “Temsil Tazminatı Ödenmesi Hakkında” 22.10.2007 tarihinde Meclis Başkanlığına verdiği 2/572 sayılı kanun teklifine eklenen gerekceye bir göz atalım.
Gerekcenin ilk parağrafını aynen yukarıya aldım. Sn. milletvekilimiz, 211 sayılı TSK İç Hizmetler Kanunu madde 11’e istinaden subayları; “subaylar”, “üst subaylar” ve “general/amiraller” olarak birbirinden farklı 3 sınıfa ayırmış. Bu sınıflandırma, sayın milletvekiline ait. Altına imzasını attığı bu kanun teklifinde, subay rütbelerini böyle tasnif etmiş. Peki, şimdi biz de, sayın milletvekilimizin bahsettiği subay rütbeleri hakkında kanun hazretleri ne diyor? Aynı kanun, madde 3b/4 subaylar;
Gördünüz değil mi? İlgili Kanun, toplam 12 adet olan subay rütbesini, sadece “subay” başlığı altında toplamış. Fakat buna rağmen birileri “subaylar” başlığı altında olan e), f) ve g) satırlarında yazılı binbaşı, yarbay ve albay rütbelerinin sağ tarafına ve her üç rütbeyi kapsayacak şekilde bir muteriza (}) işareti koymuş ve bu üç rütbeye “üst subaylar” demiş. Sayın vekilimiz, bu sınıflandırmayı bir adım daha ileri götürerek general/amiral rütbelerini de “subay” rütbelerinden ayrı ve farklı telâkki etmiş. Bakın, aynı kanun madde 6 ne diyor; Subay: Hususi kanuna göre Silahlı Kuvvetlere intisabeden asteğmenden mareşala (Büyük amirale) kadar rütbeyi haiz olan askerdir. Anlaşılan, “subay” tanımı kendilerine dar gelmiş olmalı ki zabit efendiler, kanuna takla attırmak pahasına kanırta kanırta kendi akıllarınca “üst subaylar” ve “general/amiraller” şeklinde iki yeni, farklı ve üstün subay sınıfı türetmeye çalışmışlar. Tahayyülün de bir haddi, bir hududu vardır efendiler!...
Önce şunu ifade edelim; subay rütbeleri, sayın milletvekilimizin yazısında ifade ettiği üzere madde 11’de değil, madde-3b: “Rütbeler” başlığı altındaki 4’üncü parağrafdaki “subaylar” alt başlığında gösterilmişdir. Haydi, burada bir imlâ hatası var diyelim ve bu yanlışlığı geçelim.
Peki ağalar, olur da bu kadarı da olur mu? Bu kadar da palavra atılır mı Allahaşkına? Üst subay nedir? General/amiral nedir? Bu rütbelerin kanunda müstâkil, farklı ve ayrı bir tarifi var mıdır? Subay tarifinin içinde tam 12 rütbe sayılmış. Kanunda subayın tanımı gayet sarih olarak mevcut iken subay rütbelerini eğip bükerek hatta tahrif edip kasıtlı olarak 3 sınıfa ayırmak da ne oluyor? Bunlar kanunda var ise gösteriniz, biz de öğrenelim. Bu sakat tasnifleme ameliyesi hangi zihniyetin mahsulüdür? Kime ve neye hizmet eder? Binbaşı, yarbay, albay ve general/amiral rütbeleri, subay tanımına dahil değil midir? El cevap, dâhildir. Eh, öyleyse durup dururken kanuna tecavüz etmek pahasına kendinize yeni rütbeler ihdas etmeye, yeni payeler vehmetmeye utanmıyor musunuz? Devletin milletvekilini alenen kandırmaya çalışırken yüzünüz kızarmıyor mu? Siz kanun tanımaz mısınız? Bir muteriza işareti (}) ekleyerek “üst subay” gibi, “general/amiral” gibi yeni sınıflar peydahlamak da ne oluyor? 926 sayılı TSK Personel Kanunu madde 29’a niçin âmâ bakarsınız? Tıpkı yarbaya kanunsuz olarak makam tazminatı ödemenizde olduğu gibi, yaptığınız bu kurnazlığın, bu alicengiz oyununun, bu kanun tanımazlığın bir gün ayağınıza dolaşacağını hiç mi düşünmezsiniz? Hafifcecik bir rüzgâr esip de lüle saçlarınıza değse yeldir yepelek muhtıra vermesini biliyorsunuz. Berât-ı zimmet, asıldır! Şayet milletvekilimizin bu hatâsından hâlâ bîhaber iseniz, işte size bir fırsat. Buyurun, kamuoyuna duyurun ve milletvekilinin bu hatâsını düzeltiniz.
Muteriza işareti “ } ”, muteriza işareti “ } ” olalı dostlarım inanın böyle işkence görmedi, böyle tevil edilmedi, böyle kötü emellere alet edilmedi, böyle vahşice tecavüze uğrayıp mor şalvarı gül dalına asılmadı. Bu tecavüzü yapsa yapsa 1960 darbecilerinin püsküllü generalleri yapar, hiç şüphem yok. Niye mi? Tarih önemlidir dedik ya! İç Hizmet Kanununun kabul tarihine bir bakınız. 1980 darbesi sonrası parti kurup kendini çöplüğün horozu zannederek horozlu parti kurup “asmayalım da besleyelim mi?”; “bir sağdan, bir soldan netekim” diyenin gazıyla siyasete soyunup seçim neticesinde avucunu yalamakla iktifâ eden muhterem bir paşamız; gazetecinin “darbe döneminde hapishanede kadınlara copla işkence edildi mi?” şeklinde soru sorması üzerine ne demişdi? “Ne münasebet, elimizde taş gibi delikanlılar var”. Delikanlıların “taş gibi” olduğunu nereden ve nasıl biliyorsa!..
Sonra şunu anlamak zor değil. Bu kanun teklifini, apoletli üç beş firavun faresinin hazırladığından ve milletvekilimizin tavassutuyla meclise ilettiğinden şüphe yok. Çünkü durup dururken sayın vekilin böyle hince bir kanun teklifi hazırlayıp meclise verme ihtimali yüzde sıfır. Bu itibarla sayın vekilimize sözümüz yok!. Kendileri nezaket göstermiş ve kendisine verilen söz konusu teklifi aynen bu şekliyle meclise teslim etmiş. Bu gerekcede döndürülen dalaverenin asıl müsebbibi, teklifi sayın vekile veren apoletli beşbıyıklardır.
Ordumuz; gururumuz, başımızın tâcı, gözümüzün bebeği, alnımızın ak’ı, vatanımızın ve namusumuzun bekcisidir. Bugün işgâl altında yaşamaya mecbur edilen ülkelerdeki insanların maruz kaldığı muameleye bir bakınız. Ordu yoksa, namus yoktur. Ordumuzu müdafaa mevzu bahis ise en önde ben olurum. Hedefimde ordumuz değil, ordumuza çöreklenmiş beceriksiz apoletliler var. Bu kanun teklifini hazırlayan apoletli zevat şu hakikâti artık anlasın. Her dâim şâz olmaya mecbur değilsiniz. Üst subay ve general/amiral sanrısından derhâl vazgeçiniz. Böylesi şenî, böylesi gaydırıguppak bu nevi güccük işleri bırakınız gayrı. Sömürgeci İngilizin icâdıdır, adına da “dolaylı tutum” derler. Her şeyi bilir. Fakat bön bön bakıp tecâhül eder. Bu arada boş durmaz, gizliden kendi bildiğini okur. Bu sömürgeci tutumdan fâriğ olunuz efendiler. İçinde debelenip durduğunuz bu paranoyadan; bu mâziprestlikden (bkz.Köhne Zihniyet ve Mâziperestler) artık kendinizi çekip kurtarınız. Subay tanımı ve bu tanım içinde saydığınız diğer bütün rütbeler, subay tanımının içinde 1967 senesinden bu yana öylece duruyor, hiç değişmedi. Bilmeyenler öğrensin, bilenler bilmeyenlere öğretsin. Bilip de bilmeyenleri kandırmaya çalışanlar da bu hileden vazgeçsinler. Unutmasınlar; yalancının mumu...
Kendine takım elbise dikdirmek isteyen müşteri, koltuğunun altında 3 endâze kumaş ile terzi dükkanına girmiş. Kurnaz terzi, kumaşın en iyi cinsden olduğunu hemen anlamış. Önce ölçüyü almış, kalıbı çıkartmış. Sonra başlamış kumaşı biçmeye. Terzi, ne yapıp edecek, bir yolunu bulup bir kaç parça kumaşı el çabukluğu ile hemen tezgahın altına atacak. Müşteri, anasının gözü, cin gibi... Pür dikkat terziyi kesiyor. Terzi durumu fark etmiş ve kendince bir yol bulmuş. Hiç lüzumu yokken birden bire kavarayı çekmiş. Böyle bir şeyi hiç beklemeyen müşteri başlamış vecd ile gülmeye... Bu esnada terzi, masanın üzerinde kesdiği kumaşın bir parçasını müşteriye farkettirmeden hemen tezgahın altına atıvermiş. Oyunun tuttuğunu gören terzi, bir daha yellenmiş, bir parça kumaş daha... Bir daha yellenmiş bir parça kumaş daha... Aç, doymam; tok, acıkmam sanır! Gözü doymaz terzi, depoda gazı sebil suyu zannetmiş. Bir parça kumaş daha aparmak için bir kez daha yellenmek istemiş. Yaradana sığınıp var gücüyle motorun gazına basıp içinde ne varsa hepsini koyvermiş. Terzi, motoru o kadar zorlamış ki gaz ile beraber içeride ne kadar is, pas, kurum varsa donuna boca etmiş. Sonra, insanın burnunun direğini kıran ağır bir koku yayılmış etrafa...
Yanında çırak olarak çalışdığım ve kendisi de hâlâ çok iyi bir terzi olan Seydi dayım anlatmışdı bu kıssayı. Bu vesileyle kendisine selâm ediyor ellerinden öpüyorum.
Dün gece geç saatlerde kıymetli arkadaşım Hasan TAŞCI aradı. “Abi, hokkanı muslukdan dolduruyorsun herhalde. Son makaleni tam 4 saatte okuyabildim” dedi. Ben de önce “Hasan, ben seni okur-yazar bilirdim” dedim. Sonra da “yazılarımı okuman için sana para vermiyorum!” dedim. Sahi, deyip soruyu bana tedvir etdi; “bu kadar vakit harcayıp bu yazıları yazmak için sana kim para veriyor abi, Allahaşkına?” Tecâhül ettim. Bu satırlarımı okuyorsa, duysun; kimseden para almıyorum, daha doğrusu vermiyorlar. Peki, niye mi yazıyorum; Kimsenin müttehidi ya da muhalifi değilim. Benim için “kim” değil, “ne dediği” önemli. Ben, bilginin memlûku, doğrunun divânesiyim (²) (TDK/1988). Ben, yanlışa bakarak uğrunda canımı seve seve vereceğim doğruyu, sadece doğruyu bulmaya çabalıyorum. Zira dem (²) (TDK/1988), şaşmaz yanılmaz hassas terazide doğruyu tartmanın demidir, can dostlarım.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb.III Kad.Kd.Bçvş.
Makâm Tazminâtının Fesat Sarmalı
Edebiyatımızda güzel bir tâbirdir; “zarfa bakma, mazrufa bak!..” deriz.
İnsanları dış görünüşüne göre değil fakat iç görünüşüne, seciyesine, kişiliğine, beyninin gerisindeki niyetine göre değerlendirmeyi öğütleyen has bir deyimdir.
Aynı zamânda;
Bir şeyin ve olayın zahirî görüntüsünün değil de muhtevasının önemli olduğunu ifâde etmek için kullanılır. Bu anlamda “Dervişin fikri ne ise zikri odur” atalar sözüyle de taban tabana zıt bir anlam ifâde eder. Çünkü bu atasözünde en azından şeref, haysiyet, dik duruş, mertlik, açık yüreklilik vardır.
Zarfın mazruf ile olan ilişkisi;
Gül ile bülbül,
Subay ile astsubay,
Ȃşık ile maşuk,
Yusuf ile Züleyha,
Leylâ ile Mecnun,
Edi ile büdü,
Nokta ile virgül,
Gece ile gündüzün ilişkisine benzer.
Birisi, diğeri için yaradılmışdır.
Birisi, diğerinin mütemmim cüz’üdür.
Biri olmazsa, diğeri de olmaz!..
* * * * *
Bu girizgâhdan sonra, gelelim;
TSK personelinin özlük haklarının iyileştirilmesi konusunda,
Son zamanlarda yapılan çalışmalar gündemde önemli bir yer tutmaya başladı.
Sağolsunlar, Sayın Milletvekillerimiz;
Meclisi soru önergesi ve kânun teklifi yağmuruna tutuyor,
TESUD, konu ile ilgili olarak hazırladığı taleplerini;
M.S.B. ve Genelkurmay Başkanlığına gönderdiğini ve konuyu takip ettiğini söylüyor,
TEMAD Başkanımız Sayın Ahmet KESER;
Temsil ettiği yüzbinlerce üyesinin hakkını almak için çırpınır iken,
Kapısına kadar getirilen sarı zarf içinde hakkında suç duyuruna maruz kalıyor,
Millî Savunma Bakanımız Sayın İsmet YILMAZ;
Askerî personelin maaşlarında yapılan çalışmaların tamamlanmak üzere olduğunu basına açıklıyor,
Genelkurmay Başkanlığımız;
Kendi personelinin özlük haklarının,”bir sistem bütünlüğü içinde incelendiğini ve kendi yetkisi dâhilindeki düzenlemeleri titizlikle hayata geçirdiğini, diğer konuları ilgili makamlara teklif ettiğini” basın açıklamasıyla kamuoyuna ilân ediyor”.
Görünen o ki konunun muhatabı olan bütün taraflar elinden geleni yapıyor, en azından zâhiren öyle görünüyor.
Fakat bugün biz, görünen ile yetinmeyeceğiz
Ve dahi
İyileştirme denince akla ilk gelen husus olan tazminatlar konusunda,
Bugüne kadar ne zaman, neler yapılmış, hangi kanunlar kabul edilmiş hep beraber bir göz atacağız.
Bugün itibariyle ve kabul edildiği tarihlerden buyana
Sâdece subaylara ödenen 4 çeşit tazminat şunlardır;
1. Makâm tazminâtı,
2. Hizmet (görev) tazminâtı,
3.Temsil tazminâtı,
4. Kadrosuzluk tazminâtı
* * * * *
Genelkurmay Başkanı,
Kuvvet Komutanları ve
Jandarma Genel Komutanına makam tazminatı ödenmesine imkân verildi.
Orgeneral ve Oramiral rütbesindeki subaylar da makam tazminatı kapsamına dâhil edildi.
General ve amiral rütbesindeki subayların tamamına teşmil edildi.
Kıdemli Albaylara da makam tazminatı ödenmeye başlandı.
Makâm tazminâtı alan subaylarımızın bu tazminâtları % 100’den fazla oranlarda arttırıldı.
Albay rütbesindeki subayların tamamına makam tazminatı ödenmeye başlandı.
Kıdemli Albaylar ve Albaylar için farklı makam tazminatı göstergesi tespit edildi.
Aynı rütbede olan subayların farklı makam tazminatı alması bakımından dikkat çeken bir durumdur.
Yarbay rütbesindeki subaylara da makam tazminatı ödenmeye başlandı.
Makam Tazminatının iç gıcıklayacı safahâtı kısaca bu kadar...
Fakat tefrika tefrika çıkartılan bu kanunların askeriyemizde sebep olduğu tesir;
Dünyânın bu ucunda kanatlarını çırpan kelebeğin,
Dünyânın diğer ucunda kasırgaya sepep olmasından daha derin ve sarsıcı oldu!..
Personel Kâ nunu “hizmet tazminatı” diyor, diğer kanunlar “görev tazminatı” diyor.
Karşılığında sıfır (0) olan benim maaş pusulamda ise “özel görev tazminatı” yazıyor.
“(A) bendi kapsamına giren ve temsil tazminatı almayan personele de “hizmet (görev) tazminatı” verildi.
Bir başka ifade ile; Yarbay ve üst rütbedeki subaylara da hizmet (görev) tazminatı ödenmeye başlandı.
Fakat
Bakanlar Kurulu Karar metinde geçen “6 aylık zaman sınırlaması”;
2002/4382 sayılı bu Bakanlar Kurulu Kararının 5’inci maddesi;
“10/1/2002 tarihli ve 2002/3546 sayılı Kararnamenin eki Kararın 1, 2, 3 ve 4'üncü maddeleri ile geçici 1'inci maddesinin uygulanmasına “15.07.2002 tarihinden itibaren devam olunur” şeklinde değiştirildi.
Ve bu sinsi hile ile;
"Sâdece 6 ay süre ile" ödenecek hizmet (görev) tazminatı “devâmlı” hâle getirildi.
* * * * *
Ve dahi
En az 7.000 gösterge üzerinden Makam veya Yüksek Hâkimlik Tazminatı alanlara ödenen Temsil tazminatı konusuna temas etmeyeceğim.
Bu tazminat, kozasında uyuyan ipek böceği larvaları için sözkonusu çünkü.
Tevâ tür o dur ki devletin kurumlarını sâ dece bu uyuyan ipekböceği larvaları temsil ediyor imiş!
“Memleketin buhranına ve kardeş kavgasına mâni olmak” bahâ nesi ile
27 Mayıs 1960 Cuma günü bütün memleketde idâreyi ele “darbeci subaylarımız”
Hemen ertesi sene piyasaya sürdükleri 211 sayılı TSK İç Hizmet Kânunu ile;
Kendi istikbâllerini ve özlük haklarını kısmen teminât altına almışlar idi.
Fakat
Subaylarımıza bütün bunlar az geldi...
Devletin kasasından kendi midelerine daha çok mama akıtmak için,
Hemen hummalı bir çalışma başlatdılar...
Bu kez de
TSK Personel Kânunu ismi ile yeni bir kânun piyasaya süren 27 Mayıs’ın darbeci subayları
“Tazminât” ismi ile
Ve fakat
5434 sayılı Emekli Sandığı Kânununa aykırı olarak kendilerine yeni menfaatler temin etdiler.
Bu menfaatlerden birisi ile de;
Kadrosuzluk sebebi ile terfi edemeyen beyaz subaylarımıza;
926 sayılı Kânunun 49’uncu maddesi ile “züğürt tesellisi” kâbilinden tazminât vermeye başladılar.
Bu tazminât ile kadrosuzlukdan dolayı emekli edilen subaylarımıza;
Aldıkları son maaşlarının 2 ilâ 8 katı tutarında toplu bir para veriliyor idi.
Subaylarımıza verilen bu tazminât;
O senelerde Emekli Sandığından aldıkları ikrâmiyenin dörtde birine tekâbül ediyor idi.
27 Mayıs subay darbesinin rüzgarından istifade ile;
1967 senesinde almaya başladıkları bu “züğürt tesellisi tazminâtın” mikdarı beyaz subaylarımıza az gelmeye başlayınca
Bu kez de bu tazminâtın mikdarını artıracak yeni fırsatlar kollamaya başladılar.
1993 senesine vâsıl olduğumuz günlerde bir pundunu bulan subaylarımız,
499 sayılı KHK ile bu emellerini tahakkuk etdirdiler.
27 Mayıs darbesinin kendilerine verdiği özgüven ile;
“Tazminât” ismini verdikleri ikrâmiyeyi 5434 sayılı Emekli Sandığı Kânununa aykırı olmasına rağmen
1967 senesinde meclise kabul etdirmişler idi.
Bu tazminât;
Emekli Sandığı Kânununa aykırı idi. Çünkü bu kânuna tâbi olan emeklilerden hiçbirisi,
Görevde iken aldığı bir tazminâtı, emekli olduğunda da almaya devâm etmiyor idi.
Fakat
1993 senesine vâsıl olduğumuz günlerde, rüzgâr hiç de subaylarımızdan yana esmiyor idi.
İktidâr ve muhalefet partileri bir araya gelmişler
Ve dahi
2 Eylül’ün darbeci subaylarını hesâba çekmek isdiyorlar idi.
1967 senesinde 5434 sayılı Emekli Sandığı Kânununa aykırı olarak almaya başladıkları
Ve dahi
“Tazminât” ismini verdikleri rüşveti
1993 senesinde meclise getirseler, kabul etdiremeyeceklerini beyaz subaylarımız pekâlâ biliyorlar idi.
Bu engeli aşmanın da biricik yolu var idi;
Yangından mal kaçırır gibi TBMM denetiminden kaçırarak bir KHK tertip etmek!..
Bu KHK’yi imzâlayacak bakanların kimisini,
Subay orduevine dâvet edip “bir balık iki duble rakı” ile tavladılar.
Kimisini de,
Tehdit ve yalan ile ya korkutdular ya da kandırdılar.
Ve böylece aşağıda anlatdığımız duruma geldik!
1967 senesinden beri;
499 sayılı KHK ile 1993 senesinde “kadrosuzluk tazminâtı” olarak tebdil edildi
Ve dahi
Ne diyelim? Helâl olsun vallahi!
Subaylar için bu kez de “Kadrosuzluk Tazminatı” icâd edildi.
Kadrosuzuluk sebebiyle terfi edemeyen
Veya
Yaş haddinden önce emekli edilen subaylara;
65 yaşına kadar ödenmek üzere ve ek göstergeler dâhil, orgeneral aylığının aşağıda gösterilen oranları emekli maaşlarına ilave edilmeye başlandı;
Orgeneral (% 30),
Korgeneral (% 25),
Tümgeneral (% 20),
Tuğgeneral (% 15),
Albay (% 12),
Yarbay (% 11),
Binbaşı (% 10) ve
Yüzbaşıya (% 9).
Orgeneral (% 333),
Korgeneral (% 360),
Tümgeneral (% 400),
Tuğgeneral (% 500),
Albay (% 583),
Yarbay (% 500),
Binbaşı (% 500) ve
Yüzbaşıya (% 333).
Tazminatın ismi bir yana, artış oranlarına dikkat ediniz.
Teselli ikramiyesi %583 artışla albaylara çıkmış. Emekli subayların maaşında önemli oranda artış getiren bu düzenlemede astsubayların gene esamesi okunmadı.
* * * * *
28/11/2011 târih ve 2011/2722 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile;
Ocak 2012 tarihinden geçerli olmak üzere;
Sâdece yarbaylara ve AÜKHE eğitimi almış astsubaylara yapılanlar gibi gizlice yapılan “balans ayarları” bunlara dâhil değil.
Makâlemizin buraya kadar olan satırlarına bakarsanız,
Yarbay ve üst rütbedeki bütün subay rütbelerinden yazıda bahsedildiğini görürsünüz.
Dikkatinizi çeken bir husus daha olmalı;
Buraya kadar dillerden dökülen ağdalı kelâmlarda, çıkartılan tomar tomar kanunlarda, astsubay kelimesi bir kez bile zikredilmemiş!
Bugüne kadar sâdece subaylara verilen;
Makam tazminatı,
Görev (hizmet) tazminatı,
Temsil tazminatı ve
Kadrosuzluk tazminatı için çıkartılan bu kanunlar silsilesine,
Eklenecek son halkada bakalım piyango kimlere çıkacak!..
* * * * *
Yazımızın öznesi;
Makam tazminatı,
Hizmet (görev) tazminatı
Temsil tazminatı ve
Kadrosuzluk tazminatı...
Elimizdeki belge ise bir soru önergesi.
Makam tazminatının subaya ve astsubaya verilmesi için İstanbul Milletvekili sayın Mahmut TANAL,
TBMM Başkanlığına 7/7407 sayılı yazılı bir soru önergesi vermiş.
Bu soru önergesini Millî Savunma Bakanı sayın İsmet YILMAZ,
22 Haziran 2012 tarihinde yazılı olarak cevaplamış. (Bkz. 22 Haziran 2012 târih ve MAİY:2012/7119/Kan. ve Kar.D.Ka. Tetkik ve İşl.Ş.1243 sayılı ve “Yazılı Soru Önergesi” konulu cevabî yazı).
Söz konusu soru önergesinde sayın TANAL şöyle diyor;
“Md.3. Yarbay ve üzeri rütbedeki subaylara verilen görev tazminatını 1’inci dereceye gelmiş muvazzaf ve emekli subay ve astsubayların da alabilmesini (yaklaşık 385 TL artış) öngören kanun tasarısı taslağı 11 Haziran 2012 tarihinde yasalaştırılmak üzere Başbakanlığa gönderilmiştir”.
İyi anlaşılması için konu hakkında kısa bilgi verelim...
Hatırlanacağı üzere;
2002 senesinde makam tazminatının yarbay ve astsubay II kademeli kıdemli başçavuşa da verilmesi amaçlanmış idi.
KHK kabul edilir edilmez, yarbaylara makam tazminatı hemen ödenmeye başlanmış
Fakat
Astsubay II kademeli kıdemli başçavuşlara ödemeye gelince bütçe muslukları fısss! etmiş idi.
İşde, yukarıda anlatmaya çalışdığım husus; bu konunun devamı niteliğindedir.
Statü hazretleri, 2002 senesinde, astsubay II kademeli kıdemli başçavuşları ileri sürerek,
Makam tazminatını muvazzaf yarbaylara verdirmiş idi.
Geriye kim kalmış idiı?
El cevap “1’inci dereceye gelmiş emekli subaylar”.
Peki kimdir “1’inci dereceye gelmiş emekli subaylar?”
El cevap bir gayya kuyusu!.. Doldur içine kimi istersen!..
Anlaşılan, statü hazretleri, yarbaya makam tazminatı vermekle hızını alamamış,
Şimdi de “1’inci dereceye gelmiş emekli ve müstafi subaylar”a görev tazminatı verdirmek istiyor.
* * * * *
Gönül diyor ki şimdi burada dur ve şu soruları sor;
Görev (hizmet) tazminatı,
Temsil tazminatı ve
Emekli subaylara kadrosuzluk tazminatı verilmesi amacı ile yapılan düzenlemelerde,
Gene astsubayların esamesi okunmadı.
* * * * *
Şunları da soralım;
Bakalım; 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu; Madde 11 – Makam: Her âmirin Silahlı Kuvvetlerde temsil ettiği mevkidir.
Aynı Kanun, Madde 9 – Âmir: Makam ve memuriyet itibariyle emretmek salâhiyetini haiz kimsedir. Demek oluyor ki unvanı “Âmir” olan her asker makam tazminatını hak ediyor.
1982 senesinden beri makam tazminatı;
2000 tarihinden buyana temsil tazminatı,
2001 senesinden beridir de görev tazminatı;
Yarbay,
Albay,
Tuğgerenal,
Tümgeneral,
Korgeneral ve
Orgeneral rütbesindeki bütün subaylara veriliyor.
Kadrosuzluk tazminatı da 1993 senesinden beri;
Yüzbaşı,
Binbaşı,
Yarbay,
Albay,
Tuğgeneral,
Tümgeneral,
Korgeneral ve
Orgeneral rütbesindeki subaylara veriliyor.
Soru sormak zihin açar, sormaya devam edelim;
Yok, âmir olmayan, âmir olmadığı için makamı olmayan subaylar da var.
Var, Yarbay ve üstündeki subaylardan âmir olmayan ve âmir olmadığı için makam sahibi olmayan subaylar da var ve makam tazminatını alıyorlar.
Bu sorunun cevabını ben bulamadım.
Hayır. Âmir olduğundan dolayı makamı olan çok sayıda astsubaylar ve uzman jandarma çavuşlar var. Ben de Âmir unvanı ile görev yaptım, makamım vardı. İdâre, “Komutanlık” görevi veriyor fakat “Âmir” unvanı vermiyor astsubaya. Çorba, içmek içindir değil mi? Tıpkı çorba verip kaşık vermemek gibi...
Peki makamı olan astsubaylar ve uzman jandarma çavuşlara makam tazminatı niçin verilmez?
Sayın komutanlarımız;
Dizi dizi kanunlar çıkartıp makam ve görev tazminatını yukarıdan aşağıda doğru subaylara kerte kerte indirir iken
Etraflarına bakıp da kendilerinden başka “makam sahibi” göremediler mi acap?
Disiplin...
Bakalım; 211 sayılı TSK İç Hizmet Kânunu; Madde 13 – Disiplin: Kanunlara, nizamlara ve âmirlere mutlak bir itaat ve astının ve üstünün hukukuna riayet demektir.
O zaman ağalar, makam/görev/temsil/kadrosuzluk tazminatı ödenmesi konusunda;
Sizler bunca zamandan beri astınızın hukukuna riayet etmiyorsunuz ve onların haklarını tahakkuk ettirmiyorsunuz!..
Hani ast’ın hukukuna riayet? Kanunu ihlâl ettiğinizin farkında mısınız?
Bu cümleden olmak üzere;
Şimdi kim var sırada?
Önce binbaşılar,
Bir zaman sonra yüzbaşılar,
Üsteğmenler,
Teğmenler ve
Asteğmenler...
Şimdi de
Muvazzaf ve emekli/müstafi binbaşılara da;
Makam ve hizmet (görev) tazminatı verilmesi konusunda kanun teklifleri, soru önergeleri, yazışmalar çizişmeler yapılıyor bugünlerde.
Peki,
Âmir unvanlı makam sahibi astsubaylar ve uzman jandarma çavuşlar ne olacak?
* * * * *
Bu arada kısa bir bilgi hatırlatayım.
Bilginiz üzere astsubay tabiri,
İlk kez 05 Temmuz 1951 tarihli ve 5802 sayılı Astsubay Kanunda ihdas edildi.
Astsubay Kanununun birinci maddesi bakın ne diyor;
926 sayılı TSK Personel Kanununun 1967 senesinde meriyete girmesiyle,
5802 sayılı Astsubay Kanunu ilğa edildi.
Fakat
Astsubay Kanununun sâdece bir maddesi;
Yukarıda gördüğünüz birinci maddesi,
“Madde 208/k fıkrası” olarak 926 sayılı TSK Personel Kânununda aynen ipkâ edildi.
Astsubay Kanunu çıktığı ilk günden beri;
Subaylarla emsal görev yapan astsubaylara, artık bu tarifin çok dar geldiği tartışma götürmeyecek bir hakikatdir.
Sâdece Astsubay için tertip edilen bu târif önemlidir.
Subayın bile hiçbir kanunda böylesi çarpıcı bir tanımı ve tarifi yokdur.
5802 sayılı Astsubay Kanununa niçin konulduğu
Ve
Bu kanun ilğa edilirken 926 sayılı TSK Personel Kânununa niçin ithâl edildiği derinlemesine araştırılıp sebebi açığa çıkartılmalıdır.
Astsubay tâbirinin kanunumuza girdiği ilk tarih olan 1951 senesinden
Yaklaşık olarak 2000 senesine kadar tam 60 sene, Âmir’lik unvanı astsubaylardan esirgendi.
Bunu bir kenera yazınız. Statü hazretleri, Âmir’lik unvânını sâdece subaylara has bir makam olarak kullandı.
Âmirliğe sadece subayları layık gördü.
Yakın zamana kadar “Âmir” deyince akla sâdece subay geliyordu.
2000’li yıllarda, ordumuzda meydana gelen müsbet yöndeki zihniyet değişikliğine koşut olarak
Önce Kuvvet Komutanlarının inhasıyla astsubaylara Âmir’lik ünvanı verildi.
Daha sonra, astsubaylar için Âmirlik kadroları ihdas edildi ve
TMK’larda astsubay kadrolarının “Unvanı” hanesine “Âmir” ibâresi yazılmaya başlandı.
Astsubay kadrolarının Âmirlik olarak ihdas edilmesi konusunda yetkisini sonuna kadar kullanan zamanın Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Sayın Metin ATAÇ’ı bu vesileyle saygıyla ve hörmetle yâd ediyorum.
2007 senesinde, Deniz Kuvvetleri Komutanlı Karargâ hındaki bir kadroya “Amir” unvanıyla atandım.
Atanma emrini okuduğumda, “Amir” kelimesinin parantez içinde yazılması dikkatimi çekdi.
Subay atamalarına bakdım, “... Amiri” şeklinde yazıyordu.
Fakat benim atama emrinde “.. K.lğı (Amir) şeklinde yazıyordu.
Hemen Atama Astsubayını arayıp bunun sebebini sordum.
Cevap, Şube Müdüründen geldi. “Şef, inceledik, Amir ibaresinin niçin parantez içinde (Amir) şeklinde yazıldığına dair bir gerekce bulamadık. Haklısınız, hemen değiştiriyoruz” dedi.
Ertesi gün Personel Bilgi Sistemine girip bakdım. Amir ibaresindeki parantez () kaldırılmışdı.
Bu hatıramı anlatmamın esbap-ı mucibesi, makam/görev tazminatının astsubaylar için yeni bir mevzu olması.
Yarbaylar ile birlikte astsubay II kademeli kıdemli başçavuşlara makam tazminatı ödenmesine dair
Bakanlar Kurulu Kararının 2002 senesine denk gelmesi de yukarıda açıkladığım tekâmül ile alâkalıdır.
Meseleye adâ let açısından bakıldığında;
Maalesef statü hazretleri, “Amirlik” unvâ nını astsubaylardan tam 50 sene esirgemişdir.
Hem amirlik hem de makam görevleri yaptığı hâ lde
Astsubaylara makam/görev tazminatı ödenmesi konusunda da idare, kendisi için isteyip aldıklarını astsubaylardan hâlâ esirgemektedir.
* * * * *
Son zamanlarda ortalıkda dolaşan soru önergelerinde ve kanun tekliflerine bakıldığında,
Genelkurmay Başkanlığımızın ifâ de ettiği gibi,
Çalışmalarının bir “sistem bütünlüğü içinde” yapıldığını söylemek mümkün.
Yazışmalarda Ordumuzdaki bütün sınıfları kapsayan kavramlar kullanılmış; teklifler; subay, astsubay, uzman jandarma çavuş ve uzman erbaşları ihtiva ediyor.
Lakin, gelin görün ki sonuca baktığımızda yeni kazanımlar elde edenlerin sâ dece ve her zaman subaylar olduğunu görüyoruz.
Statü hazretleri, kendi maksadına ulaşmak için astsubayı bir koç başı olarak ileri sürmüş;
2002 senesindeki uygulamadan, muvazzaf yarbaylar parsayı toplarken,
Muvazzaf astsubay II kademeli kıdemli başçavuşlar ise, teşbihde hatâ olmaz, avucunu yalamıştı.
Önce astsubay II kademeli kıdemli başçavuşları ileri sürerek yarbaylara makam ve hizmet (görev) tazminatını kopardınız.
Şimdi de ortalıkda dolaşan kanun tekliflerine ve soru önergelerine bakıldığında;
Astsubayların gene koç başı olarak ileri sürüldüğünü ve
Gizli maksadın bu kez de kıdemli binbaşılara makam ve hizmet (görev) tazminatı kotarmak olduğu görülüyor.
Bu da yetmedi “1’inci dereceye gelmiş emekli subaylar”a görev tazminatı isteniyor. Önceki yazışmalarda böyle bir talebiniz de yokdu. Şimdi, kendi lehinize çıtayı biraz daha yükseltiyor, bir adım daha mevzi kazanıyor, maksadınızı iyice tevessü ettirip bu kez de “1’inci dereceye gelmiş emekli subaylar”a görev tazminatı verilmesini gündeme taşıyorsunuz. Tıpkı muvazzaf yarbaylara makam tazminatı verilmesinde yapılan hülleye burada da başvuruyorusunuz ve gene astsubayları truva atı olarak kullanıyorsunuz.
Balıkesir milletvekili sayın Ahmet Duran BULUT’un 26 Haziran 2012 târihinde verdiği 7/7513 sayılı soru önergesinin konumuz ile alakalı iki maddesi işte şöyle;
Dikkat ettiyseniz önergede; yüzbaşı, üsteğmen, teğmen ve asteğmenlerin adı geçmiyor.
Bu kanun teklifi ile idâre; astsubaylar, uzman jandarma çavuşlar ve uzman erbaşları her zaman yaptığı gibi gene bir torba olarak kullanıp bu torbanın içine “1’inci dereceye gelmiş muvazzaf ve emekli binbaşıları, yüzbaşıları, üsteğmenleri, teğmenleri ve asteğmenleri doldurmuşdur.
İdâre; yüzbaşı, üsteğmen, teğmen ve asteğmenlerden hiç bahsetmeden ve onları bu torbanın dibinde gizleyerek astsubayları, uzman jandarma çavuş ve uzman erbaşları truva atı gibi kullanarak muvazzaf ve emekli binbaşılara istediğinin aynısının onlara da verilmesini talep ediyor.
Nasıl?
Zeyrekce değil mi?..
Bu ifadelerde bakalım daha ne hinlikler gizli...
Hayat; boğuştuğunuz fırtınalarla, yediğiniz denizlerle değil,
Gemiyi limana salimen getirip getirmediğiniz ile ilgilenir.
İdâre bu niyetinde ne kadar samimi? Kanun çıktığında göreceğiz elbet.
Bu da yetmiyor, şimdi de “başçavuşları” (TSK’de böyle bir rütbe yoktur, bunu artık öğrenin!) ileri sürerek ve her zamân yaptığınız gibi onların sırtına basarak;
“Subayları”, astsubay zarfının içine saklayıp muvazzaf kıdemli binbaşılara makâm tazminâtı kotarmaya çalışıyorsunuz.
Bu yazının müellifi beyninizin gerisinde gizlediğiniz niyetinizi okuyor ve bundan sonraki hamlenizi de buradan cümle âleme fâş ediyor...
Maaş iyileştirilmesi konusunda verilecek ilk kanun teklifinde;
"Birinci dereceye gelmemiş" bütün subaylara, bir başka ifadeyle emekli olmuş kıdemli binbaşılara;
Bir zaman sonra yüzbaşılara, üsteğmen, teğmen ve asteğmenlere de makâm tazminâtı verdirmek için
Gene aynı tezgâhı hazırlayacaksınız.
Sahneye koyacakları bu oyunda, kendileri sutre gerisine saklanır iken
Oyunun figüranı olarak da gene astsubayları ileri sürecekler.
Her daim yaptıkları gibi astsubayların omuzuna basarak gene sâ dece kendileri nemalanacaklar.
1/4'ünde olmadığı hâlde;
Muvazzaf yarbaya makam tazminatı ödenmesini “hukuka aykırı” bulan Yargıtayın raporuna rağmen
Yarbaylara makam tazminatı ödeyen idâre,
Kanun çıkardığı hâlde;
Astsubaya makam tazminatı ödemeye gelince “bütçede ödenek yok” diyor ya da birisi öyle dedirtiyor.
Kanaat-i şahsiyemiz odur ki ikincisi daha muhtemel. Bu ikircikli muamelede tâ rifsiz bir çifte standartdn pis kokusunu almayan var mı?
Muvazzaf yarbaya kanunsuz olarak makam tazminatı ödenmiş, kimin umurunda.
Kanunları hacamat etmek bahasına subaya makam tazminatı ödeyen
Ve fakat
Ellerinde aynı kanun olduğu hâlde;
Astsubaya aynı tazminatı vermeyen siyasî idârenin bu tutumunun ahlakî olduğunu söyleyebilir miyiz?
Askerî idâre;
2002 senesinde muvazzaf yarbaylara makam tazminatı verilmesini temin ederken,
Aynı kanuna dâhil ettiği muvazzaf astsubay II kademeli kıdemli başçavuşlara makam tazminatı verilmesi konusunda kendi iradesini maksatlı olarak ortaya koymamış,
Hattâ siyasî idâreye aksi yönde tesir ederek dolaylı yoldan engel olmuşdur.
Tıpkı astsubayara 1/4'ünün verilmesinde yaptığı muvazaa gibi...
Askerî idâre, 2007 senesinde bu kez de;
“Emekli subaylar” gibi muğlak bir torbanın içine doldurduğu emekli ve müstafiğ subaylara makam tazminatı verdirmek için milletvekilini öne sürerek, omuzuna basarak kulis yapmışdır.
Bu gayretleri hâlen devam etmektedir. Aynı soru önergesine “eğreti olarak iliştirilen” emekli astsubaylar ise hâlen arafda bekletilmektedir. Askerî idârenin bu konuda da niyetini okumak zor değildir; gene aynı hülleyi sahneye koyacaktır.
Genelkurmay Başkanlığımızın TARİH: 04 Mayıs 2012, SAAT: 11:15 ve NO: BA-02/12 sayılı meşhur Basın Açıklamasına bir göz atalım:
3. Türk Silahlı Kuvvetleri personelinin özlük haklarına yönelik iyileştirmeler; yüce devletimizin sağladığı imkânlar, ülkemizin şartları ve askerlik mesleğinin kuralları dikkate alınarak, bir sistem bütünlüğü içinde incelenmekte; Genelkurmay Başkanlığı yetkisindeki düzenlemeler hayata geçirilmekte, diğer konular ilgili makamlara teklif edilmektedir.
7. Sonuç olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri; birbirlerine gönül bağıyla kenetlenmiş fedakâr ve kahraman mensuplarının moral ve motivasyonunu en üst düzeyde tutmak maksadıyla, devletimizin sağladığı imkânları kullanmak suretiyle, ihtiyaç duyulan ve yetkisi dâhilindeki düzenlemeleri titizlikle yapmaya devam edecektir.
* * * * *
Yukarıdaki paragraflarda incelediğimiz makam tazminatının ödenmesi konusunda
Genelkurmay Başkanlığımızın bugüne kadar yaptığı ortada durur iken
04 Mayıs 2012 tarihli Basın Açıklamasında;
Çalışmaların “bir sistem bütünlüğü içinde yürütüldüğünü” ifade ediyorsa, buna kim inanır?
Sen önce, makam tazminatı ödemek için beraber yola çık,
Sonra astsubayı suya götür, susuz getir...
Hem de bir değil, iki değil...
Sonra da özlük çalışmalarının “bir sistem bütünlüğü içinde yürütüldüğünü” söyle.
Devlet idâre etmek, en azından ciddiyet ve samimiyet ve hakkâniyetli davranmayı gerektirir. Böyle ikircikli davranmak, ciddiyet ve samimiyetle bağdaşır mı?
Boğa, boynuzundan; adam, sözünden tutulur!..
Makam tazminatının astsubaylara ödenmesi maksadıyla
Bugüne kadar “bir sistem bütünlüğü içinde incelediğiniz” ve
"Titizlikle yapmaya devam ettiğiniz düzenlemeler”in neticesi ortada.
Beraber çıktığınız bu yolda; astsubay, bir truva atı oldu, siz, atın içine gizlendiniz.
Beraber çıktığınız bu yolda; astsubay bir zarf oldu, sizler zarfın içine saklanan mazruf oldunuz.
Beraber çıkdığınız bu yolda, astsubaylar koç başı oldu, kapılar kırılınca astsubayın omuzuna basarak ilk önce ve sadece sizler içeriye girdiniz.
Beraber çıkdığınız bu yolda, kazanan hep siz, kaybeden hep astsubaylar oldu.
Zâten yağlı ve kat kat ballı olan ekmeğinize sırf biraz daha, taşırıncaya kadar yağ ve bal sürmek için astsubaylar üzerinden mağdur edebiyatı yaptınız.
Sâdece kendi menfaatinizi tahakkuk ettirmek maksadıyla kanunlar çıkartmak için astsubayı bir maymuncuk gibi kullandınız.
Ve her seferinde nalıncı keseri misâli hep kendinize yontdunuz.
Devlet yönetme ciddiyeti nerede, samimiyeti nerede, hakkâniyet nerede, insaf nerede?..
Dilinizle söylediğiniz ile elinizle yaptığınız birbirine taban taban zıt ise o zaman sizin yaptığınıza biz ne diyeceğiz?
* * * * *
Zapdetdiği ülkelerde ebedî bir hâkimiyet kurmak isteyen Büyük İskender, zamanın ünlü bilgesi Aristo’ya bir mektup yazar ve kendisinin bu hususdaki tavsiyesini almak ister;
Hocam, rakiplerimin, muhaliflerimin;
Aristo, cevabî mektubunda Büyük İskender’e şunları öğütler;
Son 60 yıldan beri gıllı gışlı, tefrika tefrika kanunlar çıkartıp kendileri için ballı gaymaklı düzenlemeler yapan avara kasnakcıların astsubay haklarının tahakkuku hususunda yaptıklarıyla Aristo mantığı arasında bir benzerlik var mı sizce?...
Ağaca baltayla vurmuşlar; ağaç, “sapı bedenimdendir” demiş.
Malûm mihrâkların ordumuza yapdığına “TSK’yi itibarsızlaştırmak” diyor isek şâyet,
TSK’yi bu şekilde itibarsızlaştıran kendi subaylarımızın TSK’ye yapdıklarına ne diyeceğiz?
Hûlâsaten,
Bugüne kadar yapılan her düzenlemede, parsayı üç beş yüz apoletli fesat kumkuması topladı.
Beşik ulemalarının çarkına su taşıdığı tazminat silsilesinin fesat sarmalı hoyratca dönmeye devam ediyor...
1975 senesinde öncülüğünü meslek büyüğümüz astsubay ağabeylerimizin
Ve
Yiğit hanımlarının yapdığı ve basında geniş yer tutan ilk topyekûn eylemden buyana
Emekli astsubayların haklı taleplerini ilgililer, hoyuk gibi elleri böğründe seyredip “kös dinler gibi” dinledi.
Yüzbinlerce emekli astsubayın dağları aşan feryatları ve yaptığı eylemler “davulcu osuruğu” mesabesinde kaldı.
Takke düşdü, kel görünmek üzere!..
Borç para bulup ya da belediyenin tedarik ettiği bilâ ücret otobüslere binerek
Alltı delik ayakkabılarıyla yurdun dört bir yanından Ankara’ya gelip
Yllarda hakkını, hukukunu arayan yüzbinlerce emekli astsubayın bunca yıldır ortaya döktüğü emekleri ve
Bitmez tükenmez çabaları ise “sağdıç emeği” olmamalı, olmayacak!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb.III Kad.Kd.Bçvş.
Büyük Osmanlı Devleti’nin dördüncü hükümdarı Yıldırım Beyazıd’ın 1396-1399 yılları arasında mimar Ali Neccar’a yapdırdığı Bursa Ulu Camii inşaatında, rivâyet edilir ki Karagöz ve Hacivat isimli iki işci çalışmışdır; Kambur Bali lâkaplı demirci ustası Karagöz ve Hacı cav cav lâkaplı duvar ustası Hacivat... Padişah, Devletin 100’üncü kuruluş yıldönümü olan 1399 tarihine kadar caminin ibadete hazır hale getirilmesini ferman buyurur. İşciler var güçleriyle çalışırlar. Fakat Karagöz ve Hacivat, boş durmaz ve çalışmakdan ziyade birbiriyle sürekli atışır. Bu atışmalar o kadar eğlenceli olur ki işciler, hatta civardaki ahali de inşaatın yanına gelip onları seyre dalar. Tabi ki bu oyalanmalar sebebiyle inşaat gecikir. Padişah, caminin hâlâ bitmediğini, hatta yarısının bile yapılamadığını görür ve tahmin edebileceğiniz gibi çok hiddetlenir. Hemen sorumluların bulunmasını ister. Herkes can derdindedir. Hani, suç, kaftan olmuş da kimse giymek istememiş ya! Karagöz ile Hacivat’ın atışmalarını çok seven işciler ve hatta ustabaşı bile suç denen o kaftanı, çok konuşan bu ikiliye giydirmişler. Padişanın fermanıyla Karagöz ile Hacivat’ın kellesi hemen oracıkda vurulmuş.
Karagöz ve Hacivatı çok seven ve onların yokluğuna alışamayan Şeyh Küşteri, ölümlerinin ardından bu iki temaşa ustasının kurutulmuş deriden kuklalarını yapar ve perde arkasından oynatmaya başlar. Halk, bu oyunları pek sever. Böylece Karagöz ile Hacivat, Türk temaşa sanatındaki efsanevî yerini alırlar. 650 yıllık mazisiyle Türk’e has ananevî bir gölge oyunu olan Karagöz oyununu, bugün bile büyük küçük herkes severek seyretmektedir.
Karagöz ile Hacivat perdeyi yıkıp virân eyleye dursun biz, nefes aldığımız zamana dönelim. Gözlerinizi kapatın bir lâhza... Ve bir mezuniyet töreni tasavvur edin!.. Zor olmasa gerek, zira biz astsubaylar, mesleğe intisâb ettiğimiz ilk gün yaşayarak şahit olduk bu tatlı, eşşiz, unutulmaz heyacana. Nasıl eşsiz olmasın? Herkes sadece bir defa mezun olur o peygamber ocağından ömrü hayatında. Kazanmak bir yana, kayıt olma hakkını kazanmak için bile onbinlerce vatan evladının arasından seçilip iğnenin deliğinden geçmişsiniz. Sağlık muayenesinde ağzınızı açıp dişlerinize dahi bakmış, incelemişler. Gecenizi gündüzünüze katıp, dişinizi tırnağınıza takıp çalışmışsınız,... Ve nihayet okulunuzdan mezun olmuşsunuz. Üstelik dereceyle, yani iftiharla... Mezun olan astsubay, sizsiniz; rütbeyi siz alıyorsunuz. Tören, sizin töreniniz, diploma da sizin diplomanız. Fakat mezuniyetinizin tacı olan diplomanızı, kendi meslekdaşınızın elinizden alamıyorsunuz. Son 60 senedir mutâd olduğu üzere, sizden farklı ve üstün(!) olduğunu her nefes alışında bulutlara bile nakşeden bir subay, gelip diplomanızı elinize tutuşturuveriyor. Bazen de Dışişleri Bakanı ya da Kuvvet Komutanı veriyor. Sebep mi? Sebep, şu ecnebî menşeli, gâvur icadı boynu devrilesice statü hukuku tabii...
Ne yapalım, câri Tören Yönergesi ancak böyle bir törene cevaz veriyor diyorsanız, apoletlerinizi sökün ve oturduğunuz o yumuşak koltuklardan kalkın beyler. Çok şükür, askeriyemizde, bunu yapacak adamlar elbet var. Zamanında yapdık, biliriz. Yönerge dediğiniz o statü hazretlerini, o helvadan pinhan sanemi değiştirmek 30 dakika, imzalamak ise 30 saniyenizi alır. Elverir ki sizler kafanızdaki o sanemi kırınız evvela!
Mezun olan subay, diplomasını, kendi meslekdaşı olan bir subayın elinden alır. Aksi bir durum, darbe sebebidir. Bu bir hakikat mi? Hakikat. Ya astsubay iseniz?.. O zaman bu hakikat bâtıl olur, zâil olur, olmak zorundadır. Olmazsa, emir komuta zinciri içinde “ivedilikle oldururlar.” Çünkü statü hazretleri buna izin vermez. Sıkıştığında, verecek cevabı olmadığında idarenin arkasına saklandığı statü denen o şeyi elime bir geçirirsem; aha buraya yazıyorum dostlar; bakın neler olacak o vakit!..
Jandarma Okullar Komutanlığında 17 Ağustos 2012 Cuma günü düzenlenen diploma töreni hakkında İçişleri Bakanlığının örütbağ sitesinde yayınlanan habere bir göz attım. Burada yayınlanan resimlerde dikkatimi celbeden iki husus var. Birincisi; jandarma astsubaylarının mezuniyet töreninde; tribünde protokol için ayrılan yerde, bir tek bile astsubay yok. TEMAD temsilcisi de yok. İkinci husus da sitedeki habere eklenen 24 resim içinde, Okul Komutanının mezunlara diploma verirken çekilmiş bir tek resmi yok. Ya okul komutanı, mezun astsubaya diploma vermemiş ya da diploma vermiş fakat resim, İçişleri Bakanlığı örütbağ sitesindeki habere eklenmemiş. Her iki ihtimali de hoş görmenin imkânı yok. İkisi de ayıp. Bunca haber, İçişleri Bakanı ve Jandarma Genel Komutanının resimleriyle hormonlu dolma biber misâli iyice şişirilmiş. Tören haberinde, İçişleri Bakanımız sayın İdris Naim ŞAHİN şöyle buyurmuşlar; “Jandarma, insan odaklı yaklaşımıyla her zaman halkın yanında yer almakta ve halkın sevgi ve güvenine mazhar olmaktadır.” Sayın Bakan diyorsa, doğrudur diyenlerden iseniz şayet, Bakanlığın sitesine girip haberi bir de siz kendiniz okuyunuz. Jandarma, tertiplediği astsubay mezuniyet törenine insan odaklı yaklaşıp halkın sevgi ve güvenine mazhar olmuş mu, kendiniz görünüz.
Okul idaresi; halkı, yani mezun olan jandarma astsubaylarının ana babaları, eş, dost akrabalarını tribünün uzak bir kısmında edata tecrit etmiş. Sînesi mihnet, kahır dolu, nasırlı elleri öpülesice çileli analarım... İçdiği ucuz cıgaralardan dolayı pos bıyığı sararmış emekdâr babalarım benim... Tribünün bir köşesine sanki hapsedilmiş. Aslan ile dövüşen gladyatörleri seyreden Roma’lı avam bile bu kadar uzak değildi arenada dövüşenlerden. Mezuniyet töreninde; vatana fedâ ettikleri, gözlerinin nuru, medâr-ı iftiharı aslan evlatlarına dokunamıyor o ana-babalar. Sadece el sallayabiliyorlar uzakdan... Protokole bir tek bile astsubay davet edilmemiş. Protokol sıralarında boş yer olmasına rağmen TEMAD Genel Başkan Vekili sayın Yüksel BİNİCİ’yi de protokol sırasının dışında, ancak arka sıralardaki bir koltuğa oturtmuşlar. Askerî ataşe ya da elçilik temsilcisi olduğunu tahmin ettiğim protokolün içinde görünen siyahî bir şahısı da adeta saksıda çiçek misâli süs niyetine koltuğuna mıhlamışlar... Resimlere dikkatli baktıysanız siyâhi bir öğrencinin de okuldan mezun olduğunu görürsünüz. Haberde resmi yok; bu siyâhi öğrenci, diplomasını kendi komutanının veya hemşehrisinin elinden mi aldı acaba?
Hulâsa; jandarma astsubayının mezuniyet töreninde, törenin sahibi astsubaylar yok. Görünen o ki TEMAD, usulen davet edilmiş. Halk çocuğu kara yağız astsubayların ana babaları, yani halkın kendisi derseniz onlar da tribünlerde mahpus!.. İçişleri Bakanlığı örütbağ sitesindeki habere göre; “...yaş kütüklerine plaket çakılması, dereceye girenlere çeşitli hediyelerin verilmesi, jandarma marşının okunmasıyla ve tören geçişiyle tören son bulmuş”... Haberden anlaşılan o ki yaz sıcaklarının Ankara’yı yakıp kavurduğu o mubarek günde; çiftini çubuğunu, tarlasını tapanını, ahırda malını, ağılda kuzusunu, denizde takasını, ocakda aşını, beşikde bebesini, harmanda çeçini bırakıp onca zahmete ve masrafa katlanarak törene gelen elleri nasırlı çileli analarıma, pos bıyıklı, sînesi dert dolu babalarıma, Allah rızası için bir bardak soğuk su bile ikram etmemişler. Çünkü ikram ettiklerinden bahsedilmiyor haberde. Her kimse ve ne demekse, “dereceye girenlere” de hediye olarak herhalde rengârenk şekerler ile fındık fıstık dağıtmışlardır...
İçişleri Bakanlığı sitesinde yayınlanan tören haberindeki resimlere göre; Bakanımız sayın İdris Naim ŞAHİN, birisi bayan olmak üzere 2 astsubaya; Jandarma Genel Komutanımız Orgeneral sayın Bekir KALYONCU da birisi bayan olmak üzere 3 astsubaya diplomalarını vermiş. Mezun olan 905 astsubaya eğitim süresince emek verip onları vatan hizmetine hazırlayan Jandarma Okullar Komutanı Tümgeneral sayın Ali LAPANTA’nın ise diploma verirken çekilmiş hiç resmi yok haberde. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Şaşırmadım; yüzbinlerce emekli astsubayın, uzman jandarma çavuş ve uzman erbaşın yegâne hukûki temsilcisi olan TEMAD’dan da bu haberde bir kelime dahi bahsedilmemiş. Yeri gelmişken bir hususu üleşeyim sizlerle. Askerî dernekleri düzenleyen 2847 sayılı kanuna göre TEMAD, sadece emekli astsubayların değil fakat aynı zamanda uzman jandarma çavuş ve uzman erbaşların da tek ve hukûki temsilcisidir. Alâkabahş, değil mi?..
İçişleri Bakanımız ve Jandarma Genel Komutanımız kol kola vermiş, jandarma astsubaylarının 2012 yılı mezuniyet töreninde kendileri çalmış, kendileri oynamış. Yasak savma kabilinden tertiplendiği her halinden anlaşılan törenin sahibi mezun astsubaylar ve ana babaları da oturup tek perdelik bir “Karagöz oyunu” temâşâ eylemişler anlaşılan.
Şu halde, musalla taşında yatan astsubayın ayağına gidiyorsunuz. Ayağına gitmeniz için astsubayın ille de şehit mi olması lâzım? Yaşarken esirgediğiniz kıymeti, astsubaya öldüğünde göstermeye teşebbüs ederseniz ağalar, sinideki pişmiş kara kelle gibi sırıtırsınız da samimiyetinize kimseler inanmaz.
Göreve başlamak üzere mezun olan bir astsubayın önüne timsâl olarak, ancak kendi meslekdaşı kıdemli bir astsubayı koyabilirsiniz, bir subayı değil. Çünkü ordu içinde, her ikisinin de makamları, kadroları, görevleri, yetkileri ve hedefleri birbirinden çok farklıdır. Asgarî müşterekler müstesna olmak üzere bu hususiyetlerin aynı olması da askerliğin özüne ve ruhuna aykırıdır.
Diplomasını, Bakanın ve komutanının elinden almak, mezun astsubay için elbette gurur vericidir. Fakat çok daha gurur verici olan şudur ki mezun olan astsubayın, diplomasını kendi meslek büyüğü olan kıdemli astsubayının elinden alması... Bu cümleden olmak üzere; her şeye kâdir olduğunu zanneden Bakanlarımız, komutanlarımız artık kerem eyleyip biraz kenara çekilsinşler. Çekilsin de mesleğine ilk adımını atan astsubay kardeşlerimizin bu haklı gururunu ana-babalarıyla ve meslek büyükleriyle, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanımız ile birlikte yaşamasına fırsat versinler. Onlar da bu mutluluğu yaşatmanın ve paylaşmanın gururunu yaşasınlar. Hatırlatalım! Bakanlarımız, komutanlarımız diploma vermezlerse; kıyamet kopmaz, statü hazretleri üzülmez, disiplin bozulmaz. Dürülüp, beli kırmızı kurdela ile bağlanmış diplomalar yerde kalmaz. Bilâkis, emaneti sahibine iade etmiş olurlar.
Cihân-ârâ, cihân içindedür; ârâyı bilmezler,
Ol mâhiler ki; deryâ içredür, deryâyı bilmezler. (Hayâli)
Mezun subay gibi, mezun astsubay da pek tabidir ki diplomasını, Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Başkomutanının, Başbakanının ve Genelkurmay Başkanının elinden almak ister. Jandarma astsubayının mezuniyet törenine sayın Cumhurbaşkanımız ve sayın Başbakanımızı davet etmemek; Genelkurmay Başkanlığının e-muhtırasında iddia edildiği gibi, astsubayların kendi tercihi değildir, bu böyle biline... Bilâkis, bu vaziyet, e-muhtıra yayınlayanların dillerine biteviye pelesenk ettiği “Statü hukukunun” bir sonucudur. Bir başka ifadeyle bu tercih, Tören Yönergesinin altında imzası olanlara aittir.
Misâldir, emsâl teşkil eder; subay, diplomasını kendi meslek büyüğü subayın elinden alıyorsa, astsubay da diplomasını pekalâ kendi meslek büyüğü astsubayın elinden almalıdır. Niçin olmasın? Eşi menendi görülmemiş bir hadise değil elbet. Burada, bir şart cümlesi kurduğumu zannetmeyin. Bu satırların muharriri, yurtdışı daimî görevde çalışmış bir meslekdaşınızdır. Yazdığı bir şart cümleciği değil, hakikatin ta kendisidir. Çünkü, burada irat ettiği vak’aların hepsine yurtdışı görevi esnasında vaktiyle bizzat şahadet etmişdir.
Diplomasını, sadece subayın elinden almak, demek ki subay için vazgeçilmez bir hak. Hem de statü hazretlerinin subaya bahşettiği fıtrî bir hak. Ya kılıç taşımak? O da öyle! Bunların muteber olduğu memleket neresi? Kaf dağının arkasındaki Katagonya mı? Hayır, Türk’ün yurdu Türkiye. Peki, siz hiç kılıç kuşanan astsubay gördünüz mü? Ben gördüm. Hayal gördüğümü zannetmeyin; gördüm. Olay doğru, fakat ufak bir fark var; mekân, Türkiye değil! Yeri geldiğinde anlatırım inşallah bunu da.
Siyasî rant elde etmek ya da askerî ikbâliniz için iki eliniz kanda da olsa forsunuzun püsküllerini sallaya sallaya yeldir yepelek koşturup şehit düşen astsubayın musalla taşındaki tabutunun önünde dizi dizi saf tutup ellerinizi göbek hizasında bağlayıp başınızı öne eğmesini biliyorsunuz. Madem öyle, ey askerî erkân, ey mülkî erkân; meslek hayatının en önemli, en kıvançlı gününde astsubayın ayağına gitseniz de bu kıvancına ortak olup astsubayın diplomasını kendi elinizle takdim etseniz asaletinizden azil mi olursunuz? Tenzil-i rütbeye mi duçar olursunuz? Kerem eyleyip bu törenleri şenlendirip şereflendirmemeniz için engel nedir? Astsubayı sadece musalla taşında yatarken tabutunda ziyaret etmeye mecbur değilsiniz. Ayağına gitmeniz için astsubayın illâ ki şehit mi olması lâzım? Kurum kültürü, aidiyet duygusu, birlik ruhu... Bu düsturlara, külfette olduğu gibi nimette de paydaşlığı ilave etmezseniz muradınız noksan kalır. Bu kavramları yeşertmek için alın size eşsiz bir fırsat. Cumhurbaşkanımız sayın Abdullah GÜL’ü, Başbakanımız sayın R. Tayyip ERDOĞAN’ı, Genelkurmay Başkanımız sayın Orgeneral Nejdet ÖZEL’i davet etseler, Başkomutanı, Başbakanı olduğu astsubayının mezuniyet törenine koşa koşa gitmezler mi acap? Cumhuriyet tarihimizde bir ilk olacak, bizden hatırlatması...
Sağdaki resime bakıp “Ooo, bu ne muhabbet sayın Bakanım” diyebilirsiniz. Deyiniz, yerden göğe kadar haklısınız. Karşısına çıkan her vatandaşı soytarı zannedip evvela “Aga, na’ber ya!. deyip elini sıkan sonra da “hadi bi takla at da göreyim!..” diyerek saf köylü emmimi köçek gibi oynatan ve mezun astsubaylar ile kurukuruya el sıkışan muhterem vekilimiz, yakın zaman önce Türkiye’ye gelen BM elçisi Angelina Jolie ile başbaşa vermiş, mutluluk şarkıları terennüm ediyorlar. Ellere var da bize yoh mu, sayın Bakanım?..
Bilmem kimin kimsesi olan bu bayan, muhterem Bakanımızla oturup acemaşîrân makamından nağmeler terennüm eylerken, sayın Cumhurbaşkanımız da boş durmuyor... Angelina bacı; muhterem Bakanımızla aşuk-maşuk misâli meşk ettikten sonra, soluğu Pembe Köşk’de alıyor. Yüzünde kocaman bir tebessüm, hatta gülücük ile sayın Cumhurbaşkanımız, sanki bizden biri olan Angelina’yı köşkün kabul salonunda ayakta karşılıyor. Allah muhabbetlerini arttırsın. Resimdeki bu samimi temennadan sonra herhalde oturup bol sarımsaklı ve yoğurtlu Kayseri mantısına birlikte kaşık sallamışlardır. Ne diyelim, afiyet olsun! Cumhurbaşkanıma buradan sesleniyorum. Samimi isteğimdir; ben de mantı yemek istiyorum sizinle köşkde... Ben de, sizinle işte böyle bir resim çektirmek istiyorum... Ağyâra var da yâre yok mu, sayın Cumhurbaşkanım?..
Sayın Cumhurbaşkanıma, sayın Başbakanıma, sayın Genelkurmay Başkanıma açık çağrımdır; Vatandaşınız bile olmayan Angeline bacıya gösterdiğiniz muhabbeti ve misafirperverliği, Harp Okullarına gösterdiğiniz şevkâti ve samimiyeti kendi astsubayınıza da gösterin. Bu memlekete ömrünü vakfeden, canını adayan, Türk ordusunun omurgasını teşkil eden astsubaylarınız da sizin askerlerinizdir. Angelina bacıyı makamınızda misafir ediyorsunuz. Harp Okulu mezuniyet törenlerine gidiyorsunuz. Lutfen, astsubaylarınızın mezuniyet törenlerini de teşrif ediniz.
TEMAD’ın örütbağ sayfasındaki yazıdan anlaşıldığına göre törende, sadece mezun astsubaylar değil; mezun olan jandarma subay, uzman jandarma çavuşlar ve yabancı uyruklu 18 askerî personel de diplomalarını almışlar. Harp Okullarının törenine tekmili birden koşturan Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Genelkurmay Başkanımız, bu törene niçin gelmedi ya da davet edilmedi? Davet edilmediyse, Jandarma Genel Komutanını; davet edildiği halde gelmediyse kendilerini; davet edilmesine şayet utanmaz, arlanmaz statü hukuku izin vermediyse de bu statü hukukunu takbih ediyorum. Takbih yetmez; bu garabet, bu ayıp, bu ayırımcılık, bu kayırmacılık, bu himmetcilik tez elden ortadan kaldırılmalıdır. Çünkü, bu zevat, sadece subayların değil, fakat astsubayların da Cumhurbaşkanıdır, Başkomutanıdır, Başbakanıdır, Genelkurmay Başkanıdır. Astsubayın mezuniyet törenine davet etmek ve davete icâbet etmek; pastırma diyarına mantı yemeye gitmekten daha önemsiz olamaz! Diplomasını Cumhurbaşkanının, Başbakanın, Genelkurmay Başkanının elinden almayı astsubaylar da subaylar kadar haketmektedir. Kurşun, rütbe sorar mı dostlar? Astsubay da namlunun ucunda subay da namlunun ucunda!.. Bakın etrafınıza; mukaddes vatan toprağına ikisi de birlikte döküp kanlarını yek vücut, kolkola koşuyorlar şahadete.
Kendi şâd olan, herkesi şâdan bilir. Astsubaylar, özlük haklarında olduğu gibi bugüne kadar kendilerine revâ görülen bu basma kalıp ve ruhsuz mezuniyet töreninden de şâdan değildir. Astsubay, deryâ içre olup deryâyı bilmeyen mâhi değildir gayrı. Marifet odur ki deryâ, içindeki ol mâhilerin farkına varabilsin. İnsiyak ve peşin hüküm ile hareket edenler doğru karar veremezler. Sadece ikiyüz yirmiüç senelik ordu şu an nerede?.. İkibin ikiyüz yirmibir sene önce teşkil edilen ve mâzisi zaferlerle dolu şanlı ordumuzun bugün durduğu yere bakınız!..
Şaşmaz, değişmez, yanılmaz kaidedir; ezmanın tebeddülü ve ahkâmın tagayyürü inkâr edilemez. Medeniyet ve ilmî gelişmelerin ve icatların insanlığı bugün sokduğu bu yolda artık geri dönmek yok, kenara çekilip durmak yok! Zaman, “sökülmez” kaydıyla mühürlenen taşları yerinden oynatdı. Yeniliklerin, değişimlerin yeni anlayış ve kavrayışların sancısıyla kıvranan zaman, yeni doğumlara gebe... Bu vakte kadar böyle gelmiş, lâkin bundan sonra böyle gitmeyeceği âşikârdır. Bu yolda ayak sürüyerek bile yürüyenleri, zaman denilen bu acımasız hakikat asla affetmez. Bu yolda ya kendi iradeniz ve aklınızla yürürsünüz ya da arkanızdan gelenler sizi çala paça yürütür.
Harp sanatı ve özlük hakları konusundaki diğer ülke ordularında zuhur eden yenilikleri ve gelişmeleri takip edememek acizlik, etmemek ise ağır kusurdan öte mânâ ifade eder. İkisini de kabul etmek kâbil değildir. Astsubay özlük haklarının günün koşullarına göre iyileştirilmesi konusunda idare, bugüne kadar gösterdiği bu mesnetsiz ve peşin kabulünü ve kendisine de zarar verir hale gelen umarsız inadını ve kibirini artık bir kenara bırakılmalıdır. Nalıncı keseri misâli son 60 seneden beri yaptıkları gibi hep kendisine yontmaktan vazgeçmeli; ruhlarına sinmiş zehirli hodbinliği ve nasırlı kalplerindeki imansızlığı söküp atmalıdır. Kurum kültüründen her daim dem vuran idare, külfet de olduğu gibi nimette de paydaşlığı öğrenmelidir. Astsubayların hüsniyetle gündem ettiği konuları ve taleplerini akıl ve bilim ve nasfet rehberliğinde ele almalıdır. Silahlı Kuvvetlerimizin en iyi silahlara sahip olmak konusunda gösterdiği haklı ve heycanlı istek ve gayretini idare, astsubay haklarının iyileştirilmesi konusunda da samimi olarak ortaya koymalıdır. Ferdâya bırakmanın kimseye faydası yokdur. Ziyan edilen her gün, mesele zincirine bir halka daha ilave etmekte ve çözümü biraz daha zorlaştırmaktadır. Bu makalemde ele aldığım haksızlıkları telâfi etmek için ilgili kanun/yönetmeliklerde değişiklik yapmak kâfidir. Çeşitli sebeplerle kılıç veremediği üç beş subaya kılıç tahakkuk ettirmek için kanun çıkartan Genelkurmay Başkanlığımız için bu değişiklikleri yapmak bostandan karpuz koparmakdan daha zor olmasa gerekdir.
Daha iyiye, daha güzele mâtuf olmak kaydıyla tenkit etmek, aklın ve vicdanın emridir. Hakikat, bazen “bakmak” ile “görmek” arasındaki incecik solgun çizginin gölgesinde gizlidir. Son 60 seneden beri yapılagelen astsubay mezuniyet tören haberlerini bugüne kadar herkes okudu, bakdı ve geçdi. Biz ise; bu eksiklere, yanlışlara bakdık, gördük, durduk, düşündük ve yazdık. Emekli bir astsubay olarak benim sehmime düşen budur. Tenkitden ders almasını bilmek de erdemdir, fazilettir. Erdemli olup da ders almak ise bu kadar ruhsuz, heyecansız, basmakalıp, tekdüze, isteksiz, üstünkörü hazırlanmış ve öncekilerden hiç bir farkı olmayan, halkından ve kendi astsubayından kopuk, baştan savma böyle bir tören tertip edenlerin vazifesidir.
İkincibinyılın onkinci senesinde mezun olan vatan sevdalısı astsubaylar erdi muradına! Bu makalenin müellifi; genç meslekdaşlarına, silahın efendilerine, bu vatanın has evlatlarına, Türk Yurdu’nun Ebedî Sancakdârlarına huzur, sağlık ve nice güzellikler dolu bir ömür ve başarılı vazifeler temenni ediyor. Kendilerini Türk milletine fedâ eden kıymetli silah arkadaşlarımızın Allah, yâr ve yardımcısı olsun!
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb.III Kad.Kd.Bçvş.
Bilindiği üzere Sayın Ahmet KESER başkanlığındaki yeni TEMAD yönetimi, 14 Ekim 2011 tarihinde Genel Merkez’de yapılan kısa ve anlamlı bir ile tören nöbeti teslim aldı. Ordumuzun vazgeçilmez iki unsurundan birisi olan astsubayların; çağı yakalayan, gelişmeye, yeniliğe açık, her türlü bilgiyle donanmış, konusuna hâkim, müzakere edebilen, hakkını aramaya and içen fertlerinin bakış açısını ve yeni yüzünü temsil eden yönetimin ilk yaptığı işlerden birisi de hızlı, istikrarlı, tutarlı ve başarılı bir dizi basın-yayın hamlesi başlatmak oldu. Bu kadarına da Pes Hareketi, televizyonlarda çok sayıda canlı yayın, gazetelerde dizi yazılar, 17 Ekim Dünya Astsubaylar Günü faaliyetleri bunlardan sadece birkaçı... Türk kamouyunda olduğu kadar dış basında da gündem tutan ve ses getiren bu girişimler, yıllardan beri sessiz nefessiz bekleyerek haklarını aramak için çıkış yolu arayan astsubaylara yeni bir ses, taze bir nefes ve kararlı, neticeye odaklı bir başlangıç imkânı verdi. Bu makalemiz ile biz de; hak, adalet ve eşitlik arayan zümremizin bu uzun soluklu mücadelesine çorbada tuz, ummanda damla misâli bir iki kelâm eklemek amacındayız.
Adı “Cumhuriyet” idaresi olan ve milletin kayıtsız şartsız hâkimiyeti esasına dayanan çok partili idarenin hüküm sürdüğü memleketimizde, ara dönemleri saymazsak son 50 senede iki askerî darbe yapıldı; 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980... Kimisi “bizim çocuklara” dışarıdan ısmarlanan, kimisi içeriden sipariş edilen ve Türkiye’yi her seferinde yörüngesinden oynatan bu darbelere ilave olarak; ıslak imzalı muhtıraları, birisi TEMAD’a “adrese teslim” olarak yayınlanan ve birisini de “bizzat ben”in kaleme aldığı e-muhtıraları ve “balans ayarlarını” ilave etmezsek noksan kalır darbeler silsilesi.
Kıbrıs Barış Harekâtınında cephede sadece kendisinin harp ettiği zehabına kapılıp deveyi havuduyla yutmaya tevessül eden zabitan heyetinin nalıncı keseri gibi sadece kendine yontan maaş artışına isyan edip 1975 senesinde sokağa dökülen muvazzaf astsubaylar ve eylemin ön cephesinde muhannetlere meydan okuyan yiğit eşlerinin başına gelenler ise her biri filimlere konu olacak kadar acı ve ibret dolu, bir o kadar da yürekler burkan fakat bizler için birer celâdet hikâyesidir. Gün ışığına çıkarılmayı bekleyen bu olaylar silsilesinde kaybolup giden nice hayatların akibeti hâlâ muammadır....
Dünyanın büyük küçük bütün ordularında astsubaylık mesleği; çağın anlayış, kavrayış ve ihtiyaçlarına göre yükselip neşvünema bulurken, Türk Ordusunda ise astsubaylık tam tersine gerilemiş ve gerilemeye devam etmektedir. Son yarım asırda, subayın refah düzeyi ve meslekî hoşnutluğu yıllara sâri olarak sürekli iyileşirken, astsubayın durumu iyileşmek şöyle dursun sürekli gerilemişdir. Seneler önce vefat eden subayına kılıç vermek için kanun teklifi hazırlayan kerameti kendinden menkul subay heyeti, sıra muvazzafıyla, emeklisiyle, eşi, çoluğu çocuğuyla sayısı milyonlara varan astsubayın lokmasına, ekmeğine, hakkına, hukukuna gelince kılını kıpırdatmıyor. Astsubayın, subay kılıcı kadar kıymeti var mıdır, sorarım sizlere?..
Türk milletine bugün mevcut olanlardan bile daha geniş hak ve özgürlük getirdiği söylenen 27 Mayıs 1960 darbesi ne yazık ki astsubayları iki kere vurmuşdur. Deli Dumrul’u aratmayacak bir zihniyetle astsubaylardan zorla aidat kesen ve kendisine en çok gelir temin eden, ancak iş yönetmeye gelince bu koca zümreyi inkâr edip yok sayan ve hukûki bir garabet olarak hiçbir ticaret kanunu tarifine sığmayan 205 sayılı OYAK da 1960 askerî darbesinin mahsuludür. Darbeden hemen sonra darbeci zihniyetle hazırlanan 211 sayılı İç Hizmet Kanunu, 926 sayılı TSK Personel Kanunu ve bu kanunlara müsteniden çıkartılan Yönetmelikler ile astsubayların ordumuz içindeki hareket sahası daraltılmış, mevcut hakları gaspedilmiş ve iyice köşeye sıkıştırılmışdır. 1980 darbesiyle bir kaç boğum daha daraltılan çember içinde muvazzafıyla, emeklisiyle astsubaylar tamamen boğulmaya terkedilmişdir.
Belge niteliğindeki makaleleriyle davamıza ışık tutan kıymetli meslekdaşım sayın Aydın KULAK’ın ifadesiyle; askerî darbeler, biz astsubayları “iki kere” vurdu. Davamızın bayraktarlarından muhterem meslek büyüğüm sayın Ersen GÜRPINAR da “tahakküme varan haksızlıklar” diyor 50 seneden beri astsubaya yapılanlara. Kendileri nezaket göstermişler bizce. Çünkü astsubaylara yapılan haksızlık, hukuksuzluk, vicdansızlık, akılsızlık ve kıygıları izah etmekde tahakküm kelimesi bile âciz kalır. Türk milletine ne verdiği ne aldığı tartışıladursun, askerî darbeler; aile efradıyla, hastasıyla, ölüsüyle dirisiyle; muvazzafıyla, emeklisiyle, astsubayları iki kere vurmuşdur. Astsubaylar, askerî darbelerin hem mağduru hem de müştekisidir. Kimisi “Ast” dedi vurdu, kimisi “Astsubay Devrimi” dedi vurdu. Asker vesayeti, astsubaylara “bir” vermiş fakat “iki” almış; kaşıkla vermiş, kepçeyle geri çalmışdır. Bu yazının yazıldığı tarihde bile “yukarıdaki” büveleklerin “aşağıya” bakış açısı işte bu ana fikir üzerindedir. Üstelik yaptıkları bu gericiliğe utanmadan “Astsubay Devrimi” dediler. İrtica avına çıkan ordunun kendisi, astsubay hakları konusunda tam bir irticacılık yapmışdır. Kanaatimizce yaptıkları bu hokkabazlığa dense dense “mor devrim” denir. Çünkü, “Astsubay Devrimi” dedikleri bu soytarılıklar, astsubayları her seferinde incitmiş, istismar etmiş ve onları tam anlamıyla morartmışdır.
Astsubaylar, günümüzde; meslekî-teknik, eğitim-öğretim ve idare-sevk-komuta kademelerinde görevli 97.000’den fazla mensubuyla Türkiye Cumhuriyeti Ordu’sunun omurgasını teşkil ediyor. Komutanlık unvanı sadece subaya mahsus değildir. Kimi karakuzgunlar hazımsızlık çekip bu hakikate kör baksa da bu böyledir. Bir bakınız etrafınıza. Karargâhlarda, karakollarda, gemilerde komutan unvanıyla görev yapan binlerce astsubayımız var. Bu hakikat, inkâr edilemez bir şekilde karşımızda duruyor. Kamouyu oluşturma konusunda kendisini bir asırlık köhnemiş zihniyetine zincirleyen Genelkurmay Başkanlığımız, astsubayına bakış açısı itibariyle 50 sene öncesinin anlayış ve gerçeklerinin bile gerisindedir. Bu bakış açısının neticesi olarak da astsubaylar bugün özlük hakları, kadro, yetki ve sorumlulukları bakımından hiç kuşkusuz yarım asır önceki seviyesindedir. Atatürk zamanında, Deniz astsubay rütbelerinin omuzdaki apoletde olduğunu ve astsubayların kılıç kuşandıklarını söylesem ne dersiniz? 50 sene önce uçak uçuran pilot astsubaylar nerede şimdi? Son 40 seneden beri bir önceki yıla kıyasen gittikce daha az maaş alıyor astsubaylar. 40 sene öncesinin astsubay maaşı nerede şimdi? TEMAD Genel Başkanı sayın Ahmet KESER’in tabiriyle Genelkurmay Başkanları, Fenerbahçeli zenci topcu “Jay Jay Okocha'yı sevdiği kadar bile sevmedi astsubayları”.
Bir asır öncesinin maziperest zihniyetinden ve gelişmeyi engelleyen bu zihniyetten beslenen idare-i maslahatcı, hulûs çakan subaylar, o köçekler, o zenneler, o eyyam ağaları, Türk Silahlı Kuvvetlerinden ne pahasına olursa olsun hemen keçe külâh olmalıdır. Ordumuzu yıpratanlar, itibarını zedeleyen, zarar verenler işte bu zevatdır. Kimileri Marmaris’de “nü” resimler yapıp torunlarını severken, astsubaylar; çile çile acılar eğirip kirmende, ilmek ilmek dertler dokuyor kollarındaki sarı sırmalarına yarım asırdan bu yana. Kan kusturdular, kızılcık şerbeti içdim dedi. Kolunu kırdılar, yeninin içine sakladı, muhannetler görmesin diye! Maaşını kısdılar, ya sabır! dedi. Nedir bu ölçüsüz, ahlâksız haksızlığın ve kıygının sebebi? Söyleyiniz efendiler!.. Peki nedir, astsubayların bu yüce, bu sınırsız, bu mübarek sabrının sırrı? Söyleyelim, bir tek kelime; edep, edep, edep...
Askerî darbeler, biz astsubayları “bir değil, ikişer kere” vurdu. Askerî vesayet, astsubaylara “bir” verdi fakat “iki” aldı dedik az evvel. Şu an gündemimizde olan bu konuları burada tek tek yazsak, site idaresini cidden zora sokarız. Bu makaleyi ikiye mi bölsek, dörtle mi çarpsak diye hülle yaparlar anında. Can dostlar, astsubaylara yapılan kepazeliklerin hangi birini yazalım? Guş ganedi galem olsa, bunca gadirliği yazmaya kâğıt da yetmez mürekkep de... Ancak kitaplara sığar. Zaten davamıza gönül veren vefâlı, şuurlu, astsubay olmaktan iftihar eden arkadaşlarımız ve TEMAD, bu sıkıntı ve taleplerimizi her vasatta gündeme getiriyorlar. İlla da örnek mi istiyorsunuz, verelim; Birincisi; Deniz Astsubay Okulu Marşına yapılan darbe... Güftesini, okulumuzun mezunu astsubay Nuri TAHİR’in ağabeyi olan usta yazar Kemal TAHİR’in yazdığı iki kıtalık Deniz Astsubay Okulu Marşının her kıtasının son dizesinin son kelimesi, “astsubaylarız” idi. 80 darbesinden birkaç gün sonra yaz tatili bitti ve üçüncü sınıf öğrencisi olarak okulumuza geldik. 81 okul neşetli devre arkadaşlarım tahattur edecekdir. İlk gün yapılan yat taburuna gelen nöbetci subayı, marşımızda yapılan değişikliği anlattı bize ve marşı, gayrı yeni şekliyle okumamızı istedi. Askerî darbe, astsubayı bir kez daha vurmuşdu. Darbeci zihniyet; Kemal TAHİR’in eserine gözünü kırpmadan saygısızlık etmiş ve kılıç, kalemi kesmişdi. “Astsubay” kelimesini görünce cin çarpmışa dönen firavun fareleri, marşımızdaki “astsubaylarız” kelimesini tırpanlamış, sesimizi kısmışdı. 28 yıllık “astsubaylar”, bir geceyarısı darbesiyle “denizciler” olmuşdu. Deniz Harp Okulundaki sevgili öğrencileri, marşlarında “Deniz Harp Okulu” diye yüksek perdeden yırtınırken bizler, marşımızın son dizelerine geldiğimizde, “astsubaylarız” değil de usulca “denizcileriz” diyecektik gayrı (¹). Züğürt Ağa filminde Şener ŞEN’in ürkerek “domatiz” dediği gibi...
Yüzüğün değeri, kaşındaki taşın kıymetiyle ölçülür. İşte, astsubay marşının paha biçilmez pırlanta kıymetindeki taşı da her kıtasının son dizesinin son kelimesi olarak göğsümüzü kabarta kabarta tekrarladığımız “astsubaylarız” kelimesidir. Mesleğimizin adı ve astsubayların kendi marşına vurduğu mühür olan “astsubay” kelimesini, marşımızdan çaldı darbeci zihniyet. Şu yok sayma, şu kirli, inkâr etme, sindirme, hafızayı silme, alçalmak pahasına yapılan bölüp yönetme siyasetine; şu vesayetçi, darbeci örümcek beyinlilerin uğraşdığı işlere bakar mısınız? Küçük işlerle kim uğraşır? Bu iş, büyük iş diyorsanız, o da sizin güzelliğiniz, eyvallah. Zira asker olarak astsubaylık, ordunun fevkalâde ehemmiyetli görevlerini icra edenlerden müteşekkil pek hayatî bir meslekdir. Ordu, midesi üzerinde yürür derler, biliriz. Elli kere allı pullu yemek tarifi kitabı yazın, ortalığa çıkıp yüzlerce kere ıstılah paralayıp yemek pişirmesini anlatın ağalar! Mutfağa girip de o laflarınızı yemeğe tahvil edemiyorsanız şayet, bildiklerinizin hiç bir kıymet-i harbiyesi yok. Astsubay dediğiniz asker kişi; bulup buluşturan, takıp takıştıran, yapıp yakıştıran; ekleyip derleyip toplayan; bağlayan, ulayan, birleştiren; kaynatıp yapıştırıp vidalayan; onaran, imâl eden; olmadı, yıkıp yeniden yapan; yazan, çizen, okuyan; bilen, öğrenen, anlatan, eğiten, öğreten; imkânsızı mümkün kılan; mutfakda aş, atölyede iş yapan; eli hem anahtar hem de top, tüfek, silah tutan; yetmedi nöbet tutup cephenin en önünde harp eden kişidir. Nöbette ve cephede gördüğünüz her 10 kişiden 8’i astsubaydır. Kolay değil; Ordunun omurgası olmak demek, işte budur a dostlarım.
Konumuza dönelim. Son sınıf olarak biz üç’ler, darbecilerin yaptığı değişikliği reddeddik ve marşımızı 1981 senesinin sonuna kadar “... astsubaylarız” diyerek okumaya devam ettik. Fakat bizden sonra gelen arkadaşlara, bu değişikliği zorla kabul ettirdiler. İşitdik ki, beyin ameliyatı başarılı olmuş; Darbe, demiri kesmiş. Sonraki yıllarda okula giren arkadaşlarımız bu değişikliğin farkına bile varmadılar.
İkinci darbe şöyle. Câri İç Hizmet Yönetmeliğinin Askerlikde Nöbet Hizmetlerini düzenleyen 382’inci maddesine göre, albaylar, nöbet hizmetine dahil edilmezler. 60 askerî darbesinin mahsulü olan, 1961 senesinde yürürlüğe giren İç Hizmet Kanununa istinaden hazırlanan ve aynı yıl yürürlüğe konulan İç Hizmet Yönetmeliğine, 1968 yılında yapılan bir değişiklik ile albaylara bu hak verildi. Yönergenin aynı maddesine tam 35 sene sonra, 2003 yılında yapılan bir değişiklik ile, astsubay iki kademeli kıdemli başçavuşlar da nöbet hizmetinden muaf tutuldu. Bu düzenleme ile; astsubay iki kademeli kıdemli başçavuşun, nöbet hizmetleri bakımından albay’a emsâl olduğu resmen kabul edildi. Fakat bazı kör köstebeklere dokunmuş olacak, aradan 6 sene bile geçmeden bu hak gasbedildi. Nasıl mı? Tereyağından kıl çeker gibi! TSK Personel Kanununun astsubay rütbe bekleme süresini düzenleyen 78’inci maddesinde 2009 senesinde sinsice bir ameliyat yapılarak rütbelerdeki bekleme süreleri anlamsız yere uzatıldı. Üstelik bu hak gasbı, cilalanıp milletin vekillerine “Astsubay Devrimi” diye yutturuldu. Maaşa hiç bir artış getirmeyen bu düzenleme ile 2 rütbede hiç sebepsiz yere 6 sene avara kasnak yapacak astsubaylar bundan böyle. Niye mi yapıldı bu değişiklik? Gizli iki maksadı var; birincisi, astsubaylara daha fazla nizamiye nöbeti tutturmak. Çünkü, subayın az nöbet tutması için astsubayın çok nöbet tutması şart. Bu kanun değişikliğinden önce 26 senede yükseldikleri rütbeyi alabilmedk için astsubaylar 6 senede daha çile dolduracaklar ve 6 sene daha nizamiye nöbeti tutacaklar. Sonuç şu: bir subay, mesleği boyunca 23 sene nöbet tutacak. Astsubay ise 30 sene nizamiye nöbeti tutacak iyi mi? Önce ver, sonra al! Veren el de alan el de aynı. Sen çal, sen oyna! Öyle ya, subayın canı cennete, astsubayın canı cehenneme!.. Yukarının aşağıya bakış açısı işte bu temel fikir üzerine kuruludur son yarım asırdır. İkincisi de inanın ya da inanmayın, astsubayın pardesü ve ceketinin koluna takdığı rütbe kıdem işaretlerinin sayısını tırpanlamak. Marşımızdaki “astsubay” kelimesine tahammül edemeyen karamuklar bu kez de astsubayların rütbe kıdem işaretini gözüne kesdirmişdi. Cebinizden çıkartıp para, pul vermediniz... Omuzunuzdan aşağı taşan yıldızların birini ikisini söküp vermediniz! Af buyurun, ağalar, astsubayların rütbe kıdem işaretleri nerenize battı acap? Gözünüz aydın, kınayı yakınız ey darbeci vampirler! Yaptığınız bu “ince balans ayarı” ile sizler daha az, astsubaylar ise artık daha çok nöbet tutacaklar. Tam istediğiniz gibi. Ve astsubaylar daha az sayıda rütbe kıdem işareti takacak pardesü ve ceketlerinin kollarına.
Devam edelim darbelerin kepazelik silsilesini anlatmaya. Makalemin sonunda, sol altındaki imza bloğunda; rütbemi, rütbe kıdemim ile birlikte yazdım gördüğünüz gibi. Şu anki mevzuata göre yazılmışdır; ne bir eksik ne bir fazla. Muvazzaf iken çalışdığım komutanlık, TSK Karargâh Hizmetleri Yönergesinin ilgili maddesini gerekce gösterip rütbe kıdemimi, rütbem ile birlikte yazamayacağımı yazılı olarak bildirdi bana. Dedim ki rütbe kıdem işaretini, yayınladığınız yönergeye müsteniden kıyafetime takıyorum. Kıyafetimde taşıdığım kıdemimi, yazarım. Üstelik dedim ki, sizin rütbe kıdeminizin işareti yok fakat buna rağmen rütbe kıdeminizi, rütbeniz ile birlikte yazıyorsunuz, bu nasıl oluyor? Duvara konuşdum sanki. Rütbe kıdemimi, rütbem ile birlikte yazmamı yasaklayan darbeci zihniyeti, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM)’ne dava ettim. Sonuç mu? Kaybettim tabii. Aksi kâbil değildi zaten. Subayı, subay savundu o mahkemede. Astsubayın hakkını savunacak bir Allah kulu var mı orada? Yok! Astsubay olarak ben, davaya 5-0 mağlup başladım. Sonu başından belli Yeşilçam filmi misâli anlayacağınız. Bir hususu hatırlatalım. Subayın rütbe kıdem işareti yoktur. Fakat astsubayın rütbe kıdem işareti vardır ve yukarıda sağda görüldüğü gibi pardösünün, ceketin koluna takılır. Davanın raportörü hâkim subay bile işareti olmayan kendi rütbe kıdemini, rütbesinin önüne yazdı fakat kıdem işaretini ceketime takdığım benim rütbe kıdemimi, rütbemin önüne yazmama tahammül edemedi. Duruşmalı dava talep ettim. Yürekleri yetmedi, duruşmaya da temyize de çağırmadılar beni. Kararları, gıyabımda verdiler. Birisi hâkim bile olmayan muhammes işkilli büzükler korosu, gözleri yetmezmiş gibi ağzını da bağladılar Themis’in ve oy birliği ile ırzına geçdiler bağırtarak. Hem de “Türk Milleti Adına” verdiği kararla... Türk Milletine bir sor bakalım, ne diyecek bu hususda. Meraklısına söyleyelim de görsün rezilliği. Raportörün adı; Ayhan AKARSU... Albay olmuş, hem de kıdemli (!). AYİM sayfasına girip arayın bakalım. İşareti olmayan rütbe kıdemini yazılarında hâlâ utanmadan nasıl da yazıyor kendi rütbesiyle. Helâl süt emmiş, mayası sağlam hukukcularımız var elbet. Onlara sonsuz saygımız, derin hörmetimiz var. Ancak, askerden hukukcu olur mu dostlar! Belki başka memleketlerde olur fakat benim vatanımda olmayacağını ben, yaşadım ve öğrendim. Bu dava, son 60 yılda AYİM’de bu konuda açılmış ilk ve tek davadır. Sivil bir mahkemede tekrar görülsün. Aynı sonuç çıkarsa, Kızılay Meydanında kendimi yakacağım. Söz meclisden dışarı, köpek, köpeği ısırır mı? Astsubayı Yargılama ve İmha Mahkemesi diyorlar AYİM için. Ateş olmayan yerden duman çıkar mı? İsmine bakar mısınız? İdare Mahkemesi... Adamlar açık açık ikrar ediyorlar; biz, “İdarenin Mahkemesiyiz” diye. Onlar, İdare. Peki ben kimim öyleyse? Bıçak, sapını keser mi can dostlar? Vatanını, askerini sevenleredir feryadım; 1971 muhtırasını veren darbeci zihniyetinin kurdurduğu, asker vesayetinin en koyu ve en acımaz şekilde yaşandığı yer olan, rütbeye göre karar veren ve dünyada yargıtay denetimine tabi olmayan tek mahkeme olan bu AYİM’den, Türkiye Cumhuriyeti tez elden kurtarılmalıdır.
Astsubayları iki kere vuran askerî darbeler hakkında bir örnek daha verip konuyu şimdilik kapatalım. 80 darbesinin hoyratca tarumar ettiği resmî kurumlardan birisi de TDK’dır. Atatürk’ün mirası olan TDK da diğer devlet kurumları gibi “netekim”lerin gazabından nasibini almışdır. TDK’nın 1988 basımı iki ciltlik Türkce sözlüğü var, bir bakınız. Astsubay söz konusu olunca “ast” de. Subaya gelince “üst” sıfatının “t”sine önce tecavüz et sonra idam sephasında sallandır. Eh, darbeci, ne de olsa. “Asmayalım da besleyelim mi?” diyen ben miyim? İnceledim, “ast” sıfatı almış bir tek kelime var bu koca sözlükde. Maksat hâsıl oldu! Hangi kelime, bildiniz... Şeref mi, zillet mi, varın siz karar verin. Bu mürai kararın, bu rezilliğin, bu aptallığın, bu bilimdışılığın üstünde TDK yönetimi hâlâ sırıta sırıta oturuyor.
Tarih, 30 Ağustos 1924... Başkomutanlık Meydan Muharebesinin ikinci sene-i devriyesi. Atatürk, iki sene önce kendisiyle beraber savaşırken şehit düşen silah arkadaşlarını unutmamış... Ahde vefâ olarak şehitler anısına tam orada bir abide yaptırmak ister. Yer; Dumlupınar, Dumlupınar Meçhul Asker Anıtı Temel Atma Töreni. Bildiğiniz üzere Dumlupınar, 30 Ağustos 1922’de, yedi düvele karşı verdiğimiz topyekûn savaşda, Türk milletini geldiği coğrafyaya, uzak Asya’ya sürgün etmeye çalışan düşmanın belini çatırdatarak kırdığımız yer!.. Atatürk, anıtın temelini atıyor sonra da muhteşem bir nutuk irat ediyor meşhetde. Biz, bu nutukdan konumuzla ilgili olan bir parağrafı aldık makalemize. Buyurunuz, okuyalım;
Efendiler; medeniyet yolunda muvaffakiyet, teceddüde vâbestedir. İçtimaî hayatta, iktisadî hayatta ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur. Hayat ve maişete hâkim olan ahkâmın, zaman ile tagayyür, tekâmül ve teceddüdü zarurîdir. Medeniyetin ihtiraları, fennin harikaları, cihanı tahavvülden tahavvüle duçar ettiği bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, maziperestlikle muhafaza-i mevcudiyet mümkün değildir.
Son iki cümleyi tekrar edelim;
“Hayat ve dirliğe yön veren hükümlerin, zaman ile değişme, olgunlaşma ve yenilenmesi mecburîdir. Uygarlığın buluşları, fennin harikaları, dünyayı şekilden şekile soktuğu bir dönemde, yüzyıllık eskimiş düşüncelerle, geçmişe tapınmakla varlığı devam ettirmek mümkün değildir.”
Tefsir edelim: Ey komutanlar; bugün sıkı sıkıya sarıldığınız ve adına “statü hukuku” dediğiniz helvadan put ile; asırlık, köhnemiş zihniyetlerle, bu maziperestlikle, halkın gönlünde yer edinmek, saygı ve itibar görmek artık kâbil değildir. Gözlerinizi açıp; hayat nerede, maişet ne durumda, ahkâm nicedir, bir bakınız. Şah damarlarınızı şişire şişire her fırsatta Türk milletinin bağrından çıktınızı söylüyorsunuz. Şu an durduğunuz yere bir bakınız hele!.. Sînesinden çıktığınız millet nerede, siz neredesiniz?
Astsubay özlük hakları, yetki, makam ve sorumlulukları bakımından bugün itibariyle en ileri düzeyde olan devlet hangisidir? Atatürk’ün “muasır medeniyet” pusulası, bu konuda A.B.D’yi gösteriyor... Gözlerinizle görmek istiyorsanız, (²⁻⁷) sayılı bağlantılara bakınız. Seyredeceğiniz filmi kısaca açıklayalım; A.B.D. Başkanı OBAMA’nın, Başkanlık görevine başladığı gün, 20 Ocak 2009 tarihinde Beyaz Saray’da verdiği davetin görüntüleri... Kendisi, sahnede önde; hemen arkasında, A.B.D’nin beş kuvvetini temsilen, Kuvvet Kıdemli Astsubayları duruyor. Başkan sahneye çıkıyor ve yüzünde kocaman bir tebessümle evvela Kuvvet Kıdemli Astsubaylarıyla tek tek tokalaşıyor. Zencisiyle, beyazıyla, Kuvvet Kıdemli Astsubaylarının göğüslerini dolduran, astsubay olmanın gururunun çakmak çakmak ışıltılarını gözlerinde görebiliyorsunuz değil mi? Başkan OBAMA, daha sonra Kuvvet Kıdemli Astsubaylarını yanına alarak konuşmasına başlıyor. Dikkat ediniz, sahnedeki askerlerin hepsi astsubay.
Davetin devamında; Başkan’ın kendisi, karacı bir bayan astsubay ile; eşi Michelle hanım da deniz piyade bir erkek astsubay ile dans ediyor. Yetmiyor, yeri geldiğinde Kuvvet Kıdemli Astsubayları, Senato’da, kendi astsubaylarının haklarını savunuyor (⁸). Dostlar, bizim Cumhurbaşkanımızın, Başkan OBAMA’dan neyi eksik? Bizim astsubayımızın, Amerikan astsubayından neyi eksik? Bizim komutanlarımızın Amerikalı komutanlardan neyi eksik? El’in adamları, en önemli gününde böyle şanlı, böyle gurur verici törenlerde astsubayını baştacı yaparken bizim komutanlarımız acap ne ile meşgul oluyorlar?
Ordumuzda askerin, askerliğin, silahdaşlığın, vefâ’nın kadrini kıymetini iyi bilen her rütbeden çok sayıda kara yağız vatan evladı var, biliyorum. Türk Milletine akıl ve bilimi manevî miras olarak bırakan ve “muasır medeniyet”in de yükseğini hedef gösteren Atatürk değil mi? Atatürk. Sizler, Atatürk’ün askeri değil misiniz, evet askerisiniz. 90 sene öncesinden sizlere seslenen Atatürk’ün ufkunu ve zihniyetini idrak etmek ve bu emrini yerine getirmek için daha ne bekliyorsunuz efendiler? Muvazzafken, yeri geldiğinde fikrimizi sorardınız, TSK halkdan niçin kopuk diye. Alın size üç beş resim... Dönüp dönüp okuyun niçin kopuk olduğunuzu!..
Yeri gelmişken “medeniyet” kelimesi hakkında iki çift kelâm edelim müsaadenizle. Atatürk, milletimize uygarlık yolunda hedef gösterirken, “muasır medeniyet” ibaresini kullanmış ve “...Yurdumuzu dünyanın en mâmur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.” demişdir. Atatürk’ün “muasır medeniyet” tabiri, bir pusuladır ve medeniyetin en yükseği neredeyse orayı gösterir. Bugün Batı, yarın, Doğu... Masasının üzerindeki sırça mürekkep hokkasında divit yüzdürüp yüzme bilmeden umman geçmeye yeltenen tatlısu denizcisi misâli, bazı internet münevverleri; meşhur halk oyunlarımızdan “teke zortlatması” oynar gibi, Atatürk’ün medeniyet hedefi olarak “batı”yı işaret ettiğini ceffelkalem söylüyor. İnanmayın, külliyen yalan, iftira!.. Bu, nasıl bağlama; bu, nasıl oynama? Atatürk’e hakaret etmek istiyorsanız, doğru yerdesiniz. Sen tut önce “tek dişi kalmış canavar” ile İstiklâl Harbinde ölümüne cenk et, düşmanı perişan eyle. Sonra dönüp aynı mel’un düşmana sarılıp ondan medeniyet dilen! Oldu mu? Oldu, teptim, keçe oldu; sivrilttim, külâh oldu. Tek dişi kalmış canavardan medet umup medeniyet dileniyorsanız şayet o, sizin bileceğiniz bir iş. Ancak Atatürk için bu bir zilletdir, mevzu bahis bile olamaz. Neyi nereden apardığının dahi farkında olmayan; elinde tuzluk, yeldir yepelek sağa sola koşturan bu “kes/yapışdırcı” kalemşörlere ve onların dökdürdüğü bu yalan yanlış bilgileri, boncuk bulmuş çocuk gibi vecd ile ikrar eden nakkarezenlere, Atatürk’ün Onuncu Yıl Nutku’nu okumalarını salık veririz. Sultan Ahmet’de dilenip Ayasofya’da sadaka vermeye tevessül edenlere nacizane tavsiyemizdir; bu mesnetsiz galat-ı meşhuru derhal terkin ediniz. Tarih yazmak, tarihcilerin işi. Ancak, tarihi doğru kaynakdan öğrenmek, bilmek ve doğru anlatmakdan hepimiz müteselsilen mükellefiz. Düşüne düşüne görmeli her işi, sonra pişman olmamalı er kişi! 6 Mart 1922’de T.B.M.M’de tertiplenen gizli celsede Atatürk’ün irat ettiği şu sözlerini okuyup kararı kendiniz veriniz, emi?... “Hakikaten Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenîleşmesine rağmen Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlanagelmiştir. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak ve bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım zihniyetler zuhur etdi. Halbuki hangi istiklâl vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih, böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir.”
Daha iyiye, daha güzele mâtuf olmak kaydıyla tenkit etmek, aklın ve vicdanın emridir. Biz yukarıda açıkladığımız bu eksiklere, bu yanlışlara, bu haksızlıklara, bu hatalara, bu kötüye gidişe bakdık, gördük, durduk, düşündük ve yazdık. Emekli bir astsubay olarak benim hisseme düşen budur. Tenkitden ders almasını bilmek erdemdir, fazilettir. Erdemli olup da ders almak ise bu hataları yapanlar, yaptıranlar, sebep olanlar ve tepkisiz kalanların vazifesidir. Hatırlatalım; suça, haksızlığa göz yummak; o suça, o haksızlığa zımnen şerik olmak demekdir.
Hayran olduğumuz, öykündüğümüz sanılmasın. O iş bizim tarzımız değil, öyle bir derdimiz de yok. Lâkin; göz, gördüğünü; ağız, yediğini ister! El’in Başkanı, 2009 senesini “Astsubay Yılı” ilan ederken; siyah, beyaz demeden kendi astsubayına Beyaz Saray’da madalyalar takıp millî kahraman ilan ederken; eşi erkek astsubay ile, kendisi bayan astsubay ile dans ederken, ey komutanlarım, sizler neler yapıyorsunuz? Yaşam tarzınızla, düşünce biçiminizle, kılık kıyafetinizle Amerika’yı tıpatıp taklit edersiniz de sıra Amerika’nın kendi astsubayları için yaptıklarına gelince niçin ıslık çalarsınız? Emeklisiyle, muvazzafıyla Türk astsubayı; 50 seneden beri her yönüyle halinden hoşnut değil, huzursuz, geleceğinden endişeli. Astsubay cephesinde manzar-i umumi işte böyledir. Âyinesi işdir kişinin, lafa bakılmaz; Şahsın, görünür rütbe-i aklı eserinde!.. Eseriniz ortada, sayın komutanlarım!
Sağ tarafınızdaki resme bakarmısınız? Kim onlar? Resimin sağ tarafında ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin E. Dempsey ve onun solunda ABD Genelkurmay Kıdemli Astsubayı Deniz Piyade Astsubay Kıdemli Başçavuş Bryan B. Battaglia... Genelkurmay Kıdemli Astsubayı, ABD Genelkurmay Başkanı ve Genelkurmay Başkan yardımcısından sonra Amerikan Silahlı Kuvvetlerinin üçüncü adamıdır. 1 Ekim 2011 tarihinde görevi devralan ABD Genelkurmay Kıdemli Astsubayının görev devir teslim töreninde birlikteler. Hemen altındaki resimde ise Genelkurmay Kıdemli Astsubayı sol elini incile koymuş, sağ eli hava, orduya sadâkat yemini ediyor. Devamını görmek isterseniz sekiz numaralı bağlantıyı tıklayın hele. Dikkat edin, dudaklarınız uçuklamasın! Bizim Genelkurmay Başkanlarımızın, astsubaylar ile çekilmiş böyle birresmini gören ademoğlu varsa beri gelsin. Hatırlayınız, Genelkurmay Başkanlarımızdan birisi, bir astsubay için “tanırım, iyi çocukdur” dediydi. Tek suçu, kendisine verilen emri icra etmek olan meslekdaşımızın başına gelmedik kalmadı.
Büyük küçük demeden dünyanın hemen bütün ordularında bugün Kıdemli Astsubaylar; idare, sevk ve komutada söz sahibidir ve yıllardan beri ordulara yön vermektedir. Bu gerçeği zamanında idrak edemeyen Genelkurmay Başkanlığımız ve Kuvvet Komutanlıklarımız, eksik olan Kuvvet Astsubaylığı kadrolarını nihayet geçen aylarda sessiz sedasız, ayak sürüye sürüye ihdas etmiş ve geç de olsa bu konuda diğer ülke silahlı kuvvetleri ile arasındaki açığı kapatmıştır. Sessiz sedasız diyorum, çünkü internet sitesine bakdım, bu konu ilgili herhangi bir haber bulamadım. Kuvvet Astsubaylığı kadrosu, her askerin ortak müştereklerinden olan huzurun tesisi açısından önemlidir. Bu cümleden olmak üzere Genelkurmay Başkanlığının ve kuvvetlerin önünde, çetin bir imtihan var. Dünyanın siyaset kurucu ülke ordularında olduğu gibi Kuvvet Kıdemli Astsubayları, çağın gerektirdiği önderlik ve komutanlık bilgi ve becerileriyle ve bütün astsubayları temsil etmesine imkan verecek makam ve yetkilerle donatmak... Kuvvet Astsubayı, Kuvvet Komutanından sonra gelen ikinci adam konumundadır. Bu hakikat her daim akılda tutulmalıdır. Farkındayım, bu hakikati hazmedemeyecek kökleri kurumaya başlayan gebre otları var oralarda. Kuvvetler, bu gerçekleri iyi görmeli, fırsatları iyi değerlendirmeli ve başarılı olması için Kuvvet Astsubaylarına samimi olarak her türlü destek ve imkanı vermelidirler. Bu gerçekleri göz ardı edip savsaklamak, ordular için artık vazgeçilmez olan Kuvvet Kıdemli Astsubaylığı düşüncesinin ve dolayısıyla topyekûn Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarısızlığına sebep olur. Akıl için tarik birdir. Hatırlatması bizden.
Türk Silahlı Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığının ilk Kuvvet Kıdemli Astsubayı, meslekdaşım ve dostum olan Dz.Tls.Astsb.IV Kad.Kd.Bçvş. Necmettin KOÇAK’dır. Türk Silahlı Kuvvetlerinde Kuvvet Kıdemli Astsubaylığı kadrosunu, Genelkurmay Başkanlığından 8 sene önce olmak üzere ve ilk olarak ihdas etmek basiretini göstererek Türkiye’yi bu ayıpdan 2004 senesinde kurtaran Emekli Deniz Kuvvetleri Komutanımız Oramiral sayın Özden ÖRNEK’i bu vesile ile şükran ve tazimle yâdediyorum.
Astsubay Akademisi ne oldu dediğinizi duyar gibiyim... Taklit, eğer nitelikli ise takdire şâyandır. İyi taklit etmek de marifet, yürek ister. Türk Silahlı Kuvvetlerinde Astsubay Akademisi teşkil etme ve Kıdemli Astsubaylık ruhu kazandırma konusunda Genelkurmay Başkanlığımız tam anlamıyla sınıfda kalmışdır. Dünya orduları; kıdemli astsubaylarını ileri komuta kademelerinde görev vermek üzere eğitirken, bizimkiler karargâhlarda evrak yazıp sumen taşıyacak kâtipvâri astsubay yetiştirme sevdasında. Tekrar keşfetmeye ne hâcet! Gidip bir bakın. El’in Genelkurmayı kendi kıdemli astsubayına nasıl bir eğitim veriyor, sizin haliniz nicedir? Bütün devletlerin silahlı kuvvetleri, teşkil ettikleri okula “Astsubay Akademisi” ismini verirken, Genelkurmay Başkanlığımızın dili “Astsubay Akademisi” demeye bir türlü varmamış ve istiğna ederek bu okula AÜKHE adını vermişdir. Niçin mi? Genelkurmay Başkanlığımza çöreklenen tek dişi kalmış birkaç akıl kumkuması, “akademi” kelimesini, sadece subaylara özgü bir kelime olarak telakki ettiklerinden tabi ki. Atatürk der ki; “İlim, tercüme ile olmaz, tetkik ile olur” Astsubay Akademisini taklit etmek şöyle dursun, Genelkurmay Başkanlığımız, tercüme etmeyi bile becerememişdir. Hasete, takıntıya lüzum yok, korkmayın! İsim olarak AÜKHE ismi, bir eser-i ucubedir ve “Astsubay Akademisi” olarak tezelden değiştirilmelidir.
Astsubaylar, 50 seneden beri her askerî darbeyle katlanarak büyüyen haksızlığın ve adaletsizliğin dayanılmaz yükünü taşıyorlar bugün omuzlarında. “Benim teğmenim, (senin) astsubay(ın)dan az maaş alamaz netekim!” diyenlerin gözlerini ölümün soğuk, çaresiz korkusu sardı şimdi. Tehir edilmiş vicdan azabının tarifsiz ısdırap dolu uykusuz nöbetlerinde, azrailin gelmesini bekliyorlar titreyerek, yapayalnız köşelerinde.. Makam bâki, hükümdâr fânidir. Bizden söylemesi, haber geldi mevtâdan; Devr-i iktidarınızda, kudretli günlerinizde; maaşını kısıp, lokmasını kesip kifaf-ı nefse mahkûm ettiğiniz; hakkını gaspettiğiniz, kanına ekmek doğradığınız; hem alınterini, başarısını, emeğini çalıp hem de inkâr edip yok saydığınız yüzbinlerce emekli astsubay, ayakta bekliyor sizleri huzur-u mahşerde.
EY DEVR-İ SABIK!
Kalsa da kul hakkı mahşere,
Kalır mı sandın mazlumun ahı yerde?
Siyasî irade; bu ısmarlama, bu püsküllü, bu ağulu darbelerin izlerini zihinlerinden, sicillerinden, bedenlerinden ve ruhlarından silmeye çalışırken; astsubaylar, uğradığı akıllara ziyan haksızlıklar ve dağları aşan sıkıntılarıyla yaşamaya devam ediyor. Darbeler sonucu ülkenin üzerine çullanan askerî vesayetin ağırlığı altında bugüne kadar hep bastırılan, inkâr edilen, yok sayılan, muvazzaf ve emekli astsubayların sıkıntıları, mızrak misâlî bugün artık çuvala sığmıyor. Astsubayı ile davalı olan bir ordunun savaş kazanması şöyle dursun, kışladan dışarı adım atması bile mümkün değildir.
Büyüklük ne ile ölçülür sizce? Göz ucuyla, parmak hesabıyla, bir cıgara içimiyle mi? Çemberin çapı, dairenin çevresi, üçgenin alanı, karenin kökü, yamuğun yüzeyi, küpün hacmiyle mi? Terazi, kantar, dirhem, okka, nekir, kıtmir, gram ile mi? Karış, kadem, kulaç, ayak, arşın, fersah, endâze, cerip, metre ile mi? Bileğin kaba gücü, kasın acı kuvveti, sesin ham gürlüğü, gırtlağın kuturu, midenin genişliği, kafanın iriliği, göbeğin ağırlığı, çenenin sağlamlığı, burunun uzunluğu, dilin sivriliği, dişin keskinliği ile mi? Yoksa, cüzdanın şişkinliği, diplomanın sayısı, rütbenin kalınlığı, makamın azametiyle mi?.. Bunların irapta mahalli yok! Bu fakir diyor ki büyüklük, yüreğin bizâtihi büyüklüğüyle ölçülür.
Ötekinin huzurunu, gönencini kendi zenginliği olarak görebilmek; derdiyle hemdert olmak, neşesiyle sevinmek, başarısıyla övünmek ve gönülden takdir etmek; rütbesine, yetkisine, gücüne, makamının arkasına saklanmadan; kıskanmadan, gıpta, haset etmeden, karşılık beklemeden, ürkmeden, çekinmeden, esirgemeden, samimiyetle, faziletle, candan, gönülden paylaşmak; ferdaya bırakmadan, korkmadan sevmek... Sevmek; insanı insan yapan, insana en çok yakışan hisdir çünkü. Mangal gibi bir yüreğiniz varsa şâyet işte siz, o zaman büyüksünüz!.. Sevgiyle mayalanmış, vicdan ile yoğurulmuş, şefkât ile çeliklenmiş bir yürek, dünya nimetine bedeldir!..
Seven insanların olduğu yerde kargaşa, kasavet, kavga kaygı, korku, kıyıgı, keder, kin, küsü, nefret, endişe, haksızlık zâil olur. Çünkü yok’ları var, ağuları bal eyler sevgi... Rütbesi ne olursa olsun; bu vatanın has evlatlarının peygamber ocağı deyip koşarak geldiği kışlalarımız, “yok’ların var, ağuların bal eylendiği” yuvalar olsun hiç pazarlıksız. Mâzide ceddimiz bunu başardı, bugün de başarmalıyız. Gelin; iyilikde, yenilikde, güzellikde, kardeşlikde, zenginlikde birleşelim. Biz astsubayların yegâne sevdâsı, işte budur can dostlar!
Makalemin satır aralarına serpişdirdiğim tekliflerimden, hicivlerimden her kişi, er kişi, her kurum, her komutan, her vekil gocunsun, üzerine alınsın ve pay çıkartsın. Daha fazla beklemek zaman kaybıdır, kimseye bir zerre dahi faydası yoktur. “Harbiye eğitimi vermedik astsubaylara, kolayca kandırırız” ya da “çivi gibi çakarız” diye düşünenler varsa, deniz bitti dostlarım!.. KESER geldi, hesap döndü... Biz, bu taleplerimizi samimiyetle, garazsız ivazsız, kalbî ve halisâne hissiyatımızla kaleme aldık ve tarih huzurunda defter-i kebire kayıt etdik. Zamanın şaşmaz mizanında hepsi er geç kantara çekilecek.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb.III Kad.Kd.Bçvş.
Teşbihde hata olmaz, dostlarım!
Kibrit çöpünü, bize benzetirsek şâyet;
Kibritin kutusu da
İçinde yaşadığımız milleti ifade eder bir bakıma.
Kutuyu açıp baktığınızda,
Hepsi aynı gibi görünse de
Aslında hiçbiri diğerine benzemez.
Kibrit çöpü vardır, bir amaç için yanar;
Kimi bir sigara,
Kimi bir ocak yakar.
Kimi bir ormanı, bir evi yakar.
Kiminin yakdığı cürmünden büyükdür,
Kül eder, her şeyi kendisiyle birlikte.
Kimi, yanıp tüketir kendini,
Hiçbir işe yaramadan!..
Açılmamış mektup misâli,
Kimisi yanamayacak kadar cılız, incedir,
Yakarken kırılacak zannedersiniz,
Fakat bilirsiniz ki en iyi o yanar.
Kimisi de epeyce iri, kalın...
Sanırsınız, yanınca, yeri göğü yakacak.
Çakınca görürsünüz ki
Fısss!.. diye bir ses çıkartır,
Kendisini bile yakamaz,
Alev alamadan kararıp gider.
Hele şekilsiz bir kibrit vardır;
Nemelâzımcı, beleşci,
Acemi gelin gibi oyundan kaçan,
Mazeret üretme ustası...; (Sn. Rafet DURAN’dan)
Pervane gibi döner oradan oraya
Suya yazı yazmayı marifet belleyip
Cin olmadan adam çarpmaya çalışır.
Yanıp aydınlatmak şöyle dursun,
Fısss!.. diye ses bile çıkartamaz.
Kimisi; eneze, çelimsiz,
Üstelik eğri büğrüdür.
Fakat, bir kez çakınca,
Parlayıp yanıverir, yutar karanlığı...
Yiğittir, en üstteki kibrit çöpleri,
Cephenin en önünde cenk eden asker misâli,
Üstte olmanın bedelini öderler;
İlk önce onlar yanar.
Bir ağaçtan, binlerce kibrit çöpü yapılır,
Bir tek kibrit çöpü,
Koca bir ormanı yakar, kül eder.
Yanıp tükenmek, ömrün bitmesi gibidir...
Ucundan başlar,
Yanar yavaş yavaş, dibine doğru,
Sonunda kapkara, incecik bir kül kalır.
İnsanlar da kibrit çöplerine benzer dedik ya;
Kimi insan vardır,
Zehir kusar, şer işler yapar,
Orman yakmak, ev yakmak misâli,
Kimisi,
Armudun olgunlaşmasını bekler. (Sn. Hüseyin ÇETİN’den)
Kendinden isteneni asla yapmazlar, tufeylî misâli.
Bilmez ki armut bile daha hasiyetlidir millete.
Kimisi,
Çakmadan tutuşur, hiç lüzumu yokken,
Kraldan fazla kralcı misâli.
Bokunda boncuk bulduğunu zanneder,
Aslında, harcamışdır kendini boş yere.
Kimisi,
Çakmadan tutuşur,
Fedâ eder kendini öteki için;
Üstelik tam zamanında,
Bilir ki yanmak gerek, boğmak için karanlığı.
Korkakdır kimisi;
Yetmez yüreği, yakamaz kendini,
Diğerleri nâra yanarken!
Saçak altından yürüyüp,
Güneşin doğmasını bekler,
Diğerleri ıslanırken yağmurda!.. (Sn. M. Emin ATILGAN’dan)
Kimi insan vardır,
Bir lambanın fitilini yakar.
Fücceten gitse de kendisi
Yakdığı ışık bâki kalır.
Bazı kibrit çöpleri, aykırı insana benzer.
Bütün kibrit çöpleri aynı yöne bakarken,
Onlar, tam ters yöne bakar.
Kutu açıldığında, ilk önce onlar ele gelir
Ve herkesten önce yanarlar.
Dostlar, aykırılık bazen başa belâdır.
Bazı kibrit çöpleri, birbirine yapışıkdır.
Kafadâr, canciğer insanlar gibi...
Birisi yanınca diğeri de yanar hemen;
Ya, ödünç vermişdir ateşini,
Tutuşamayan arkadaşına,
Vefâlıdır çünkü.
Ya, yanan arkadaşının alevini söndürür,
Hasetdir çünkü.
Ya da, kendisi yanınca,
Yanmak istemeyen arkadaşını da yakar,
Sırf kendisi yandığı için.
Hâindir çünkü.
Hele kibrit vardır ki yanmak istemese bile,
Kendini fedâ edip tutuşuverir hemen,
Sırf arkadaşı yandığı için.
Arkadaşlık dediğin
Pazara kadar değil hani!
En tehlikelisi, kendisiyle birlikte
Kutuyu da yakan kibrit çöpüdür.
Çünkü, içinde yaşadığı milleti yakar.
Bazı kibrit çöplerinin ucunda yanıcı maddesi yoktur.
Ne yaparsa yapsın, yanamazlar.
Yanmadan tüketirler kendilerini
Milletin içinde ot gibi yaşarlar
Ahali nereye, onlar oraya...
İşte, gördünüz, can dostlarım!..
Yanmak da mesele, yanmamak da...
Önemli olan;
Neyi,
Nerede,
Ne zaman,
Niçin,
Nasıl ve
Kiminle yakdığımızdır.
Bir Türk, dünyaya bedeldir!
Bir dost da dünya nimetine bedeldir, bu da bizden!
Hani, Nazım Hikmet der ya;
Sen yanmazsan, ben yanmazsam,
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?
Sen yanmazsan, ben yanmazsam,
Çıkar mı bu sevda başa,
Çıkar mı karanlıklar aydınlığa?..
Kıymetli dostlarım;
Deryada balık, semada bulut, saksıda çiçek;
Gülde diken, kafesde bülbül ya da kutuda kibrit!..
Eşref-i mahlûkuz külliyen.
Ötesi yok bu dar-ı dünyada.
17 Ekim yaklaşıyor; 4 onluk, 2 üçlük kaldı!
Yurdunu kanıyla sulayan,
Albayrağın ebedî sancaktârı,
Türk’ün ebedî bayraktârı,
Biz astsubaylar için büyük gün...
Gün; Emekli astsubaylar için ortak eylem günü...
Gün; Türk astsubayının hak, emek, adalet ve şerefini aramak günü...
Büyük Allahım, herkese herşeyi nasip etmez!
Düşünüp yazanlar,
Söyleyenler,
Okuyanlar,
Tıklayanlar,
Karanlığa küfredip gölgesiyle kavga edenler,
Bulutları boyayıp hiç bir şey yapmayanlar!
Atın iyisi arkadan gelmez...
Yiğit, zorda belli olur!
Seçin birisini.
Kalkın ayağa ve haykırın!..
Siz,
Hangi kibrit çöpüsünüz?
Güngör ARSLAN isimli bir gazeteci; bizimkocaeli gazetesinin 27 Ağustos 2012 tarihli internet yayınında, Kandıra Belediye Başkanı sayın Cengiz KAN’ın, Belediye Başkanı olarak yaptığı icraatlarını tenkit etmek için yazdığı “Kan’ın kanı uyuşmadı!” isimli makalesiyde, amacını ve kendi gazetecilik haddini aşmış ve emekli bir astsubay olan sayın Başkan’a sırf astsubay olmasından dolayı bir gazeteciye yakışmayacak uslüpla gazetesindeki köşesinden saldırmış ve hakaret etmişdir. Güngör bey, astsubaylara karşı içinde beslediği kin, nefret ve zehiri tam olarak zerkedememiş olsa gerek, hızını alamayıp aynı gün içinde yazdığı “ Astsubayların alınganlığı..!” isimli ikinci makalesiyle tabiri caizse birinci yazısının üzerine tüy dikmişdir. Güngör beyin, suçu kabahatinden büyükdür.
İkinci makalesinde, astsubayların, birinci yazısından alındığına şaşırdığını ifade eden sayın ARSLAN’a sormak lazım; bırakın asker olmayı, şerefli, haysiyetli bir vatandaş iseniz, aynı hakaretler size yapılsaydı, siz alınmaz mıydınız? Hayır, dediğinizi duyar gibiyim. İnşallah yanılıyorumdur. Bizim, gazeteci olma iddiamız yok. Öyle bir niyetimiz de yok. Unutmayın, siz de asker olamazsınız. Farkında olmadığınız da belli. Çünkü bir asker için şeref ve haysiyet, uğrunda ölünecek en temel değerlerden birisidir.
Kendisine yapılan hakaretten ötürü sayın Belediye Başkan’ının bu konuda yapacak elbet bir şeyleri vardır. Bunu zaman gösterecek. Ancak emekli bir meslekdaşı ve tam 20 yıl Gölcük’de yaşamış bir Kocaeli hemşehrisi olarak bu konuda benim de söz hakkım var ve ben de şunları söylemek istiyorum.
Astsubayların hangi şartlar altında görev yaptığı, meslekî sıkıntıları ve beklentilerini TGB’nin Başkanlığını da yapan sayın Nail GÜRELİ, 1991 yılında Milliyet Gazetesi’nde “Astsubaylar” isimli 35 günlük bir yazı dizisinde ve 2005 tarihinde bu sefer Posta Gazetesi’nde, “Ordunun Orta direği Astsubaylar” isimli başka bir dizisiyle kamuoyuna duyurmuşdu. Gazeteci olduğunu iddia ederek köşesinde, bu memleketin askerine olmadık hakaretleri etmek hakkını kendinde bulan Güngör ARSLAN’a, köşe yazılarına ara verip sayın Nail GÜRELİ’nin bu yazıları okumasını tavsiye ediyorum. Çünkü her iki makalesinde astsubaylar hakkında yazdıklarının çoğu alelacele derlenmiş, kulakdan dolma mesnetsiz bilgiler. Kendisi Kocaeli doğumlu mu bilmiyorum? Kocaeli’nde doğmuş, bu şehrimizde büyümüş, askerlerle selamlaşmış ve bu şehrimizin ekmeğini yiyen, çene suyunu içen bir hemşehrimizin böyle seviyesiz yazılar yazmasına ihtimal vermiyorum. Şayet öyle ise, sayın ARSLAN, bir asker şehri olan Kocaeli’nde böyle fitne fücur dolu bir yazı yazmasını nasıl açıklayabilecek?
Sayın ARSLAN’ın yazısından, Kandıra Belediye Başkanı sayın Cengiz KAN’ın AK partiden belediye başkanı seçildiği anlaşılıyor. Sayın Başkan’ın yaptıkları doğrudur, yanlışdır. Suçu varsa, bunu yargılamak, savcının işi; yanlışı, hatası varsa bunu da değerlendirmek AK Parti İl/ilçe teşkilatının işi olsa gerek. Bayram değil seyran değil. Ortada fol yok, yumurta yok. Sen savcı ol, hâkim ol, Başkanı hapse at. Aç tavuğun kendini darı ambarında gördüğü misal, kendini İl başkanı yerine koy, Başkanı partiden ihraç et. Allahaşkına Güngör bey, sen nesini kimsin? Savcı mı, Hâkim mi, asker mi, partili mi? Gazeteciyim diyorsan, çok su götürür, söylemeden iyi düşün. Durduk yerde sayın başkana bu kadar açıkdan ve şiddetle saldıyorsanız birinin tetikciliğini mi yapıyorsunuz yoksa? 25 sene evvel askerliğinizi yaptığınızı söylüyorsunuz. Askerdeyken sizin komutanınız olanlar, astsubaylar hakkında bu yazdıklarınızı duyuyorlarsa, çıkıp sizin de nasıl bir er olduğunuzu açıklasınlar emi?
Özür dilemesi yetmez; Güngör ARSLAN vakası, ikinci Güner ÜMİT vakasıdır.
Kocaeli, nereden bakarsanız bakın bir asker şehridir. Ailesiyle, çoluğuyla çocuğuyla, binlerce, tümenlerce asker yaşar bu şehirde. Kocaeli’nde ticaret yapan her esnafın kursağında, astsubaydan kazandığı bir miktar para vardır. Bu şehirde ve ilçelerinde ticaret yapıp da astsubay’dan para kazanmayan bir tek esnaf yokdur. Eminim şehir esnafının ve esnaf odalarının da bu konuda söyleyecekleri vardır.
Star televizyonunda yarışma proğramı sunarken sarfettiği bir cümle yüzünden sayın Güner ÜMİT’in başına gelenleri hatırlayınız. Sevgili dostlar, Güngör ARSLAN vakası, ikinci Güner ÜMİT vakasıdır. Bizimkocaeli gazetesini okuyan eşler, dostlar, esnaflar, askerler, askerini sevenler... Bu gazete, velinimeti olan askerine hakaret ederek, Koaceli nezdinde itibarını yitirmiş, kendisini haraç mezat satmışdır. Böyle bir gazete okumaya, tıklamaya değer mi?
Astsubaya yapılan bu mesnetsiz ve haksız aşağılamaya ve hakarete, müşterisi astsubay olan onbinlerce esnafın tepki göstermesi yakındır. Astsubaylara yaptığı bunca hakaretten sonra Gazete yazarı Güngör ARSLAN’ın artık bizimkocaeli gazetesinde yazmak imkânı kalmamışdır. “Müşteri velinimetimdir” diyen bir milletin insanlarına gazeteci olduğunu zanneden bu şahıs’ın yediği lokmalar helâl olmayacaktır.
Bizimkocaeli gazetesini bugün (29 Ağustos) aradım ve imtiyaz sahibi olduğunu öğrendiğim Güngör bey ile görüşmek istedim. Kendisi, açılışa davet edilmiş, odasında yokmuş. Cep telefonunu istedim, sekreteri vermedi. Yarın kendisini arayıp tekrar görüşmeye çalışacağım. Astsubaylara hareket ettiği her iki yazısına cevaben ve bizimkocaeli gazetesinde yayınlamak üzere bu yazımı kendilerine de gönderdim. Yazımın gazetede yayınlanmama ihtimali de var. Çünkü astsubaylara hakaret eden şahıs, aynı zamanda gazetenin imtiyaz sahibi.
Asker sıfatı taşıyan bütün meslekdaşlarımın duygusuna tercüman olarak gazete idaresine sesleniyorum; Sayın Güngör ARSLAN’ın artık bizimkocaeli gazetesinde içecek çene suyu, yiyecek bir tek lokması kalmamışdır. Gazete idaresine düşen, Kocaeli’nde hiç gereği yokken insanların arasına fitne ve fesat tohumları ekmeye çalışan bu müzevir insanın işine derhal son vermekdir. Gazeteyi kapatmak pahasına da olsa. Her kelimesiyle astsubaylara kasten hakaret eden ve her kelimesi fitne kokan bu aşağılayıcı yazıların altına okuyucunun ilave ettiği üç beş yorum ile bu konu kapatılamaz. Sayın Güngör ARSLAN kendini kurtaramaz.
Sokağa çıkıp gezmek istediğinde, bu şehirde askerini sevenlerden yüzüne tükürmek isteyecek yüzbinlerce insan bulacak, sayın Güngör ARSLAN bunu da unutmasın.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asts. III Kad.Kd.Bçvş.
Bunaltıcı yaz sıcaklarının hüküm sürdüğü şu telaşlı fakat müteheyyiç Ağustos günlerinde sitemizin Mesaj Panosunda bir haber yayınlandı. Hazan mevsiminde gurup vakti hoyrat esen rüzgâra kapılan dalından kopmuş günbatımı renkli kuru bir yaprak misali gündelik hayat gailesinin içinde sürüklenerek yitip giden bu habere bigâne kalamadım.
Merak edip okuyanlar bilirler; bu haber, emekli bir astsubay ağabeyimizin ölüm ilanıydı. Allah rahmet etsin, mekânı cennet olsun! Yorumlarıyla mücadelemizin ateşini harlayan Sayın Nejdet TÖRE, sevenlerinden birisi, vefalı bir dostu ya da silaharkadaşı olmalı. Vefatı duymuş ve bir kadirşinaslık timsâli olarak haberi sitemize taşımışdı. Demek ki mütevaffanın en az bir seveni vardı. Vardı deyip teselli buluyoruz; ya mazallah sayın Nejdet Töre de olmasaydı? Kim, nasıl, nereden bilecekdi ki bir meslekdaşımız daha meçhule giden sessiz gemiye binmişti.
Sahabeden birisi, peygamberimize (s.a.v) sormuş;
- Ya Muhammed, kıyamet ne demekdir?
Peygamberimiz (s.a.m) cevaplamış;
- Kişi öldüğü gün, kıyameti kopmuşdur”.
Rahmetlinin ölüm haberi, ilk günlerde Mesaj Panosunun birinci sırasında yayına girdi. Sonra, üyelerimiz yeni haberler ekledi. Bir daha, bir haber daha... Bilgisayar denen ruhsuz, hissiz makina, bu vefat haberini aşağı doğru itti. Bakmayın, bugün göremezsiniz. Çünkü artık yok!.. Maaşa zam müjdesi vermiyordu ki saniyesinde bilmem kaç bin kere tıklansın ya da günlerce panoda kalsın. Haber, çokdan Mesaj Panosunun dışına atıldı ve geri gelmemek üzere tarihin tozlu sayfaları arasında kayboldu.
Ateş, düşdüğü yeri yakar. Kimbilir, bu ölüm haberinin arkasında ne emeller ne umutlar ne hayaller, ne dostluklar, ne hayal kırıklıkları, ne acılar, ne hüzünler, ne yokluklar, ne açlıklar var? Öyle ya o rahmetli de bir insandı. Hikayesini bilip bulmak, yazmak fayda getirir mi? Bilmiyorum. Fakat iyi bildiğim bir hakikat var ki bu ağabeyimiz, aç öldü. Ey yüce milletim ve kıymetli silahdaşlarım; bugüne kadar yüzbinlerce emekli astsubay gibi bu ağabeyimiz de aç öldü ve Hâk’kın huzuruna aç gitti!
Şu an okuduğunuz sayfanın sağ tarafındaki resme bakar mısınız? Kim onlar, tanıdınız mı? Efendim? Emekli astsubaylar mı dediniz? Yoksa o resimdekilerden birisi de siz misiniz? Ne yapıyorlar? Ellerinde pankartlar, dillerinde sloganlar, sel gibi akıp sokağa dökülmüşler. Ne kadar acı, ne kadar incitici, ne kadar gurur kırıcı... Sayıları onbinler, yüzbinler... Ne diyorlar peki? “Açlık sınırında boğulduk!” Boğulmak, ölmek midir? Evet, ölmekdir. Öyleyse bu emekli astsubaylar “açlıktan öldük” diyorlar değil mi? Astsubayı; savaşda, cephenin en önünde harp ettir, şehit olsun. Barışda, açlık sınırında maaşa mahkûm et, bu kez de açlıkdan ölsün. Her koşulda yolu ölüme çıkan başka bir meslek var mı acaba? Bu nasıl bir kaderdir allahaşkına? Aç ne yemez; tok ne demez... Emekli astsubayları bir somun kuru ekmeğe, bir acı soğana muhtaç edenler, Türk olamaz, müslüman olamaz. İnsan diyorsanız, işte o hiç olamaz. 1975 senesinden bugüne kadar geçen yaklaşık 40 senede; astsubaylar, ilk defa sokağa döküldü ve açlıktan öldüklerini haykırdı. İnsanın içini sızlatan, yüreğini dağlayan, gönül telini titreten böyle manzarayı bunca zamandır ilk defa gördü gözler bu memlekette. Peki, emekli maaşının az olduğunu iddia ederek sokağa çıkıp elinde böyle pankart taşıyan emekli bir tek subay gördünüz mü siz ömrü hayatınızda? Bir tane bile olsa emekli bir subayın açlıkdan öldüğünü duydunuz mu? Bu resme iyi bakın dostlar. Devlet, insanca yaşamaya yetecek kadar emekli maaşı vermezse şayet, onlar da yakında açlıkdan ölecekler.
Töremizde; kadına yaşı, erkeğe maaşı sorulmaz. Bilirim, çünkü Türk erkeği için, olmasa da “param yok” demek ölümden beterdir. Şeker isteyen çocuğuna, torununa “param yok” diyen bir babanın, bir dedenin ızdırabını bizler iyi biliriz. Bir günlük ömür, üç öğün aş ister. Torununa şeker almak şöyle dursun, bu emekli astsubayların yiyecek bir somun kuru ekmeği bile yok, Ey Türk Milleti!
Bilenler biliyor, bilmeyenler de bilenlere sorsun demiyorum! Zira burada yazdıklarımı anlamak için, dört işlemi bilmek yeterli. Mühürlü gözlere, kilitli ağızlara, kurşun dökülmüş kulaklara, nasırlı vicdanlara bir kez daha sesleniyorum. Rahmetli, ikinci dereceden emekli edildi, bundan hiç şüphe yok. Çünkü, Türkiye Cumhuriyetinin bütün vatandaşlarına istisnasız verdiği bir hak, ondan külliyen esirgendi. Her memurun yükselebileceği derece/kademeyi, kanunla yasak ettiler ona. Kendisi, en iyi ihtimalle 2/6’dan emekli edildi. 2/99’dan emekli olsa kaç kuruş fark eder? Peki, 2’nin 6’sından emekli edilen bir astsubay kaç para emekli maaşı alır? Bilenler söylesin, bilmeyenler öğrensin. Ya üçüncü dereceden emekli olduysa rahmetli? İşte o zaman sadece kendisi için değil, arkada bırakdığı dul ve öksüzler için de kıyamet kopdu demekdir.
Haberi okuyunca içimi tuhaf bir his kaplayıverdi. Üşümedim Ağustos sıcağında fakat soğuk soğuk titredim birdenbire. Damarlarımdaki kan dondu sanki. Dilimden dökülen kelimeler boğazımda düğümlendi. Ne bileyim, nasıl diyeyim, bilemiyorum... Kendimi düşündüm bir an... 50 senelik bir ömür... Emeklilikde ikinci bahar değil, sadece ikinci yıl... Öyle ya; tiyatro değil, tekrarı yok bunun! Astsubayın ömür ortalaması 60 yaş dersek, önümüzdeki dokuz sene içinde fücceten gidip de imamın kayığına binersem dostlar, şaşırmayın emi? Allaha bir can borcumuz var elbet. Vakti zamanı geldiğinde kelime-i şahadet getirip gönül huzuruyla gülerek veda etmesini biliriz hani. Şerefli bir astsubay olarak mesleğimden ve vatanıma adadığım 34 senelik hizmetimden asla pişman değilim. Çünkü bildiğim en iyi işi yaptım. Çocuklarıma bırakacağım yegâne ve en kıymetli miras da babalarının astsubay olmasıdır. Hakkımı, vatanıma, milletime ve kendi silah arkadaşlarıma helâl ediyorum. Ancak, ya emekli olduktan sonra bana açlık maaşını reva görenlere? Elbet hesap günü gelecek. En gecinden bile olsa, ahirette hesaplaşmaya hazır olun! Huzuru mahşerde iki elim yakanızda olacak. Statü hukuku deyip arkasına saklandığınız o helvadan put, o kâğıttan zırh, bakalım sizi cehennem ateşinden koruyabilecek mi?
Rahmetli ağabeyimiz, 73 mezunu. Demek ki vefat ettiğinde 60 yaşlarındaydı. Şimdi geldi aklıma, bir araştırılsa acaba astsubayın ömür ortalaması nedir? Türkiye ortalamasındaki sırası nedir?
Rahmetli, emekli olmak için en az 20 sene çalışdı. Belki de 30 sene veya daha fazla... Benim tahminime göre emekli olduktan sonra takrîbi 10 sene yaşadı. Devlete en az 20 sene prim ödedi ve ancak 10 sene emekli maaşı, yani “açlık maaşı” aldı. Meclisde iki sene görev yapdıktan sonra şimdilik 5.300 lira emekli maaşı alan vekillerin kulakları çınlasın.
İlk 20 senesi çocukluk ve gençlik... en az 20 ilâ 30 senesi vatana hizmet... Geri kalan 10 senesi de yokluk, açlık ve çile dolu bir emeklilik. Alın size 60 senelik ömrün, bir satıra sığdırılan kısacık hesabı; İşte, bu kadar... Kahraman, fedakâr, cefakâr dedikleri dağ gibi bir Türk astsubayının hayat hikayesi... Dikkat ediniz, sadece üç cümleden ibaret.
O’na kahraman dediler, fakat tabutunu top arabasına koyup bandolu tören tertip etmediler; imanlı, abdestli dört mü’min omuzladı tabutunu mezara kadar. Fedakâr dediler, fakat devlet mezarlığına gömmediler; mahallesinin, belki de memleketinin kuş konmaz, kervan geçmez ücrâ bir köyündeki köhne bir mezarlığa defnettiler. Devlet mezarlığında kâşâne misâli kabir yeri, ağaya beleş! Lâkin halk mezarlığında vatandaşa ücrete tabi. Belediye mezarlığından alelâde bir kabir yeri almak istedim, iki sene evvel. Üç metre murabba mezar yeri için tam 1.000 lira istediler. Uğruna ölmek için yemin ettiğim toprağı, belediye satmaya kalkdı bana. Almadım tabi. Bu günleri görmek de varmış kaderde. Rahmetlinin mezar taşı var mı? Siz söyleyin. Lâkin birinci sınıf pamukdan mamûl iki buçuk metre kefen bezi bîlâ bedel. Cefakâr dediler, açlıkla terbiye ettiler. Utanmadan, yüzleri kızarmadan kendileri 4 yuttu, rahmetliye 1’i çok gördüler. Bizimki mide, peki sizinki işkembe mi ağalar? Bu da yetmedi; hayatının son dönemecinde bir lokma ekmeğe muhtaç edip aç öldürdüler rahmetliyi.
Astsubaya yapılan şu haksızlık ve hukuksuzlukları gâvur, gâvura yapmaz, inanın. Kendi subayının ve kendi mahkemesinin hışmına uğradığı için davasını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götüren bîçare astsubaya yapılan haksızlıklar, gâvura bile dudak ısırtıyor. Bu memleketin has evladı astsubaya yapılan haksızlık, elin gâvurunun bile vicdanını sızlatacak kadar hoyrat ve ölçüsüz. Yanlış hesap ne yazık ki gâvurun mahkemesinden dönüyor sevgili dostlarım. Gâvur daha mı vicdanlı yoksa? İdareyi temsil edenler adalet mizanını mı kaybettiler, yoksa akıllarını mı? Gâvurun, gâvura yapmadığını birileri bize yapıyor. Düşünüyor, bir anlam veremiyorum. Bu gadir niye? Bu kıygı niçin?
Kul hakkı ağırdır, altından kalkamazsınız dedik, burun kıvırdılar. Kara kaplı kanun klasörünün arkasına, cüppenizin içine saklanmayın dedik, bıyık altından güldüler. Her nefs, ölümü mutlaka tadacak dedik, kulaklarını tıkadılar. Hakkımızı haram ettik, yüzleri kızarmadı, arsızca dudak bükdüler.
Peki, kimdir bu faili muhtarlar? Nasıl oluyor da böylesine fütursuz, doludizgin, hesapsızca, hatta utanmazca davranabiliyorlar? Bu memleketin öz evladı astsubaylara böyle büyük ezâ ve cefâ edebiliyorlar? Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti ise bu fiili hangi kanun maddesine sığdıracağız? Türk Silahlı Kuvvetlerini babalarının çiftliği; astsubayları da beyaz köle mi sanıyor bu apoletli muhannetler? Nasıl oluyor da astsubayların canına kastedip aç ölmelerine sebep oluyorlar? Astsubayın katli vacipdir diye mestur bir fetva mı verdiler yoksa? Kimdir bunlar? Eşgâli, meşrebi nedir bu zalimlerin, hiç merak ettiniz mi? Devletin bekâsına alenen kast eden eşkıyayı koruyup kollayan kanunlar, açlıktan ölen astsubayın feryadına kulak vermeyecek mi? Astsubayın, eşkıya kadar dahi kıymeti yok mudur bu memlekette allahaşkına?
İdareci; temsil ettiği insanların hukukunu korumada cesur, güçlü, yetenekli, ehil, mahir, başarılı, samimi, dürüst, bilgili, insaflı ve adil olmak mecburiyetindedir. Çünkü İdareci, görev yaptığı yerde kendisini değil, çalıştığı kurumu temsil eder. İdareci, efendi değil, hizmetcidir. Çünkü o, artık mensubu olduğu kurumun itibarını, unvanını, yetkisini, birlik simgesini, adresini daha da önemlisi imkanını kullanmaktadır. Adalet tesis edildiğinde ancak ortak bir huzur ve güven hâkim olacaktır. Emekli astsubayın meşru mücadelesinin temelinde ve özünde işte bu ana fikir ve ortak payda vardır.
Fransız oyun yazarı Jean-Baptiste Poquelin, nam-ı diğer Molière’in meşhur bir sözü vardır; “İnsan, sadece yaptıklarından değil, çoğu zaman yapamadıklarından da sorumludur” der. Komutanlarımız, bu özlüsözü biraz tevil etmişler ve şu şekilde söylemeyi münasip görmüşler; “Komutan, yaptıklarından ve yapmadıklarından sorumludur”. Yeri geldiğinde, komutanlık makamının önemini ve manasını kuvvetlendirmek amacıyla bu vecizeyi, askerî talimatlarda ve konuşmalarında kullandıklarına siz kıymetli silahdaşlarım da şahit olmuşsunuzdur.
Madem ki asker kişiler, komutan sıfatını taşıdıkları için yaptıklarından ve yapmadıklarından kendilerini peşinen mesul kabul ediyorlar, öyleyse aç ölen emekli astsubayların hesabını vermelidirler. Ortada bir nevi “kasten açlıktan adam öldürme” veya cinayet değilse bile en azından cünha diyebileceğimiz bir fiil var. Öyleyse bir de “faili” olmalı, değil mi? Madem ortada bir fiil var ve aç ölen emekli bir astsubay var, öyleyse bir de bu fiilin sorumlusu, bir başka ifadeyle, elbette bir “Devr-i Sabık”ı olacakdır. Diclenin kenarında kurdun kaptığı kuzunun hesabı devletten soruluyorsa, aç ölen astsubayın hesabı da sorulmalıdır. İşledikleri bu fiilin hesabını bugün değilse yarın, en kısa zamanda vermelidirler. Öyleyse gelin dostlar, bugünden tezi yok. “Aç ölen” silahdaşlarımızı takip edelim. Eğer mümkün ise, aç ölen meslekdaşlarımızın isimlerini, hiç olmazsa sayısını, sitemizinde hakkımızı alıncaya kadar yayınlayalım. Hani şu anasayfanın sağ alt tafında bir sayaç var ya, işte onun gibi bir şey... Sayın Nejdet TÖRE’nin haberini verdiği rahmetli de hak arama uğruna fakat hakkını alamadan “aç ölen” ilk ağabeyimiz olsun.
Muhterem büyüklerim, kıymetli silahdaşlarım;
Büyük önder Atatürk, Yüce Türk milletine “muasır medeniyetlerin dahi üstünde” bir yer ve hedef göstermişdir. Türk astsubayının da şiarı budur. Hedefi; kendisine, gelişmiş ülke astsubaylarının da üstünde bir yer bulmakdır. Hak ettiği kıymeti ve makamı her türlü engele rağmen mutlaka bulacakdır.
Bu yazımda sakın bir meyusiyet aramayın. Çünkü bir katre bile katmadım. Meyus olanlar lutfen zahmet edip yorum yazmasınlar! Aksine, “aç ölen” her silahdaşımız, yeni bir meşale olup yolumuzu aydınlatacak ve mücadelemizi sonuna kadar devam ettirmek için bizleri tazeleyecek, inanç ve kuvvet aşılayacaktır.
Emekli Türk astsubayının meşru şeref mücadelesinin meşalesini Genel Başkanımız Sayın Ahmet KESER 2012 yılında yakdı. Hakkımız, şerefimizdir. Şeref mücadelemiz, yakıtı alın terimiz olan bu sönmez meşalenin nurunda dalga dalga büyüyor. Ferasetli yüce milletimiz, astsubayının açlığını yüreğinde hissetmiş, davasını kendi davası bilmiş ve gönülden desteklemişdir. Yürümek, aç ölmekden iyidir. Tarifsiz acılar çeksek de, gurumuz incinse de, gün be gün açlıkdan ölsek de kararlı adımlarla ve azimle hedefimize yürüyoruz. Dün imkansız olanları bugün başardık. Hedefimize her zamankinden daha yakınız. Önümüzdeki aylar, sayın Genelkurmay Başkanımız ve sayın Millî Savunma Bakanımızın emekli astsubayın özlük hakları konusunda basında yayınlanan sözleri ile imtihanına tanıklık edecek.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb.III Kad.Kd.Bçvş.