Şalvar-Yelekli Kadın!

Merakımı hep mucip olmuşdur. Bizim töremiz ile örfümüz ile anânemiz ile ne alâkası var diye! Birisi buyurmuş, birisi ölçmüş, birisi biçmiş, birisi de kendi aklınca münasip gördüğü yerden ve şekilde kesmiş. Devletin muheterem memurları demişler ki; adâletin timsâli olarak şöyle şöyle bir kadın heykeli yapdıralım ve binanın önüne dikelim...

image003Balıketinde, iri kalçalı... Yakından bakıldığında insana hamileymiş intibaı veren yarım değirmi göbekli. Üstünde yelek, altında şalvar. Göbeğinde ibrişimden bir kuşak. Hemen altında ise şalımsı bir örtüyle avret yerleri setredilmiş. Boynunda, bol boncuklu bir gerdanlık var. Her iki kulağı da görünmüyor. Ya kulakları yok ya da saçının altında kalmış gibi. Kulakları görünmediği için küpe takıp takmadığı belli olmuyor.

Tevatüre göre bir mankenden aparma olan şemâme biçimli göğüslerinin hatları ayan beyan ortada. Ve tam ikisinin ortasına kondurulmuş yıldızlı hilâl... Saçları, çene hizasında küt kesilmiş. Başı açık, ileriye doğru bakışlı bir kadın. Anayasa Mahkemesi binasına arkasını dönmüş vaziyette ayakda öylece duruyor.

Sağ elinde cımbız, sol elinde ayna, değil! Sağ eli yukarıda, kafasının biraz üzerine denk gelen seviyede havaya kaldırmış ve çifte kefeli bir çerçici terâzisi tutuyor. Sol elinde, ucu yere bakan kılıç. Tandır sacının üstündeki yufkayı ters yüz etmek için anamın kullandığı tahtadan evirgece benziyor... Anlaşılan bu kadınımız da bu kelâmları irâd eden fukara gibi solak.

Sağ ayağını ileri doğru atmış ve dizinden hafifce bükmüş. Sol ayağına göre biraz yukarıda duran bir kaidenin üzerine başmış ve sol ayağına kıyasen birkaç santim ileride. Ayağındaki çarık değil, belli! Yabancı filimde gördüydüm. Roma’lı askerlerin ayağına giydiği türden üstü açık, terlikimsi bir şey. Alt tarafı kaval, üst tarafı şeşhane misâli olan heykel, hülyâ dolu gözlerle Anayasa Mahkemesinin binasına girenlere bakıyor.

Bir iki gün evvel gidip tekrar bakdım. Atatürk Bulvarına bakan tarafında duran Yargıtay’ın Adâlet heykeli hanımının gözleri bağlı. Bu hanımın gözlerini niye açık? Adâleti doğru tecelli ettirmek için gözleri açık mı, yoksa kapalı mı olmalı?

Kime benziyor? Kimi andırıyor? Anamın yarısı rahmetli Şâdan teyzeme hiç benzemiyor. Heykeltraşının sanatına hörmetimz var. Kendisi demişler ki; bu kadın, Cumhuriyet kadınını temsil ediyor. Cumhuriyeti kuran kadınlara bakdım. Çünkü Cumhuriyetin kadınları; benim ebelerim, benim bibilerim, benim analarım. Hepsinin başı örtülü, saçları çifte belikli ve kulakları küpeli. Öyleyse bu kadın hangi Cumhuriyetin kadını ve hangi Cumhuriyeti temsil ediyor?

Size dil döken şu fakirin göbeğini bu topraklarda kesmişler. Kendisi bu nerdübânları ağır ağır çıkmış ve şunca yaşın da sahibidir. Eteğinde güneş rengi bir yığın yaprak! Sokakda bu hanıma benzeyen bir dane bile yerli bayan görmedi şu melul melul bakan dört gözleri. Ne yer, ne içer? Ne alır, ne satar ki sağ elinde terâzi tutuyor? Neyi kesip biçiyor ki öteki elinde kılıç tutuyor? Eski binasının önünde böyle bir heykel var mıydı acap, hatırlamıyorum. Nereden geldi? Adı neymiş? Ebeme, anama, bacıma, bibilerime, zevceme, kız evladıma hiç benzemiyor! Kim imiş peki bu kadınımız?

Bu sualler zihnimde vecde gelip semâ ederken, işde tam da bu noktada anâneleler ile efsaneler; gerçekler ile hayâller; bizimkiler ile onlarınki, doğu ile batının değerleri; tevâzu ile ukalâlık; akl-ı selim ile kendini bilmezlik; özüne sadâkat ile başkasına hayranlık hisleri birbirine karışıp herc-ü merc oluyor.

Sen git, bin seneden beri cenk etdiğin milletin kadınını al getir. Önce sırtına millî esbaplarımızdan şalvar-yelek giydir. Göğüslerinin arasına yıldızlı hilâl yerleştir. Sonra sağ eline çerçici terâzisi, sol eline Roma kılıcı tutuşdur. En sonunda da üstelik gıçını sana dönmüş vaziyette bosdana hoyuk diker gibi binanın önüne dik. Türk, Türk olalı böyle gâvur ezâsı, böyle Yonan zulmü görmedi inanın yârenler!

Mahkemede oturduğunuz kürsünün arkasındaki duvara iri iri büyük hurufat ile “ADÂLET, MÜLKÜN TEMELİDİR” yazıyorsunuz. Bu vecizi söyleyen Hz. Ömer (ra)’in heykelini koysaydınız oraya; gelir elinizi öperdim. Kanunlar Adamı Sultan Süleyman’ın heykelini koysaydınız oraya; eliniz, önce dudaklarımla sonra da alnım ile buluşurdu. Türk’ün Anadolu’da devletleşmesinin temel ilkelerini ortaya koyan ve dünya siyâset tarihinin en büyük devlet adamlarından birisi olan Nizamülmülk’ün heykelini koysaydınız, siz hamiyetli devlet büyüklerim ile iftihar ederdim.

Tanrıların ülkesi yarı Yonan ve kölelerin ülkesi yarı Roma efsanesi karışımı kokan bu kadın efendiyi seçmek de ne oluyor? Kimin haddine? Nasıl bir zihniyet ki kendi has değerleri, dünyaya nizam vermiş devlet adamları, adâletin timsâli Kanun adamları burnunun dibinde dururken gidip de gâvurun tanrıcasına sarılıyorlar? Sen, ey devlet memuru! Sen kimsin? Özün, örfün, tören ne? Adâleti simgeleyecek bir heykele konu olarak elin gâvurunun kadınını simge olarak seçen devletin memurları kendilerini hangi milletin örf, âdet ve törelerine ait görüyorlar acap?

Hamd olsun ki bizim sokakdan geçerken bu hanımefendiyle karşılaşmıyorum. Gecenin zifiri bir deminde kendisini burnumun dibinde görüversem hafazanallah, ödümü patlalabilir hani.

Neyse, balıketli, yarım değirmi göbekli, iri kalçalı, şemâme göğüslü bu hanımı yerinde rahat bırakalım da bakalım gıçını döndüğü o binanın eskisinin içinde 1976 senesinde neler zuhur etmiş, iltifat buyurursanız onlara bir nazar edelim. Olur mu, babayiğitler?

Cumhurbaşkanı ve Astsubay isimli makâlemizde, 1923 sayılı Kanun’un Anayasa Mahkemesinde görülmesi esnasında zamanın Cumhurbaşkanı Sayın Fahri KORUTÜRK’ün kendi davasını savunmak üzere ileri sürdüğü gerekçelere temas etmiş ve mahkemeyi kandırmak için çevirdiği orostopollukları gün ışığına çıkartmaya gayret etmişdik.

Yüksek öğrenim gören astsubaylara ilave bir derece verilmesini öngören 1923 sayılı Kanun’un ilgili maddesini iptal ettirmek için Anayasa Mahkemesine dava açan Cumhurbaşkanı Fahri bey, mahkemedeki duruşmaya kendisi gitmeye tenezzül etmedi. Kendi yerine vekil göndermedi. Hem kendisinin duruşmaya gitmeme sebebini hem de vekil göndermeyişinin sebebini lutfedip mahkemeye bildirmedi.

Astsubayı Taşlamak isimli yazı dizimizin ikincisi olan Anayasa Mahkemesi ve Astsubay isimli bu makâlemizde sırasıyla;

  • Söz konusu davaya nasıl müdâhil olduğunu anlayamadığım MSB’nin küstah temsilcisinin söylediği yalanları ortaya dökeceğiz.
  • Konya Milletveliki Sayın Şener BATTAL’ın verdiği önergeyi savunmak için Meclis oturumunda yaptığı o muhteşem konuşmayı bugünün kalın kafalı idarecilerinin suratına okkalı bir şamar gibi vurmak gayesiyle bu sayfalara konuk edeceğiz.
  • 1976/15 Karar Sayısıyla kayıtlara geçen Anayasa Mahkemesinin karar tutanağını inceleyeceğiz. 
    Bu cümleden olmak üzere, 926 sayılı TSK Personel Kanun’unun 137/c maddesinin ilgili kısmının iptaline giden sürecde Anayasa Mahkemesinin bazı üyelerinin ne inciler dökdüğünü, ne teller bükdüğünü, ne makaralar sardığını, ne boncuklar dizdiğini ve Fahri beyin zehirli, üsdelik yemsiz zokasını gönüllü olarak nasıl yutduğunu göreceğiz. Ayrıca karar metninde kayda geçen çok önemli tesbitlerin izlerini süreceğiz...
  • Zottirik lakabıyla maruf birisine atfedilen kepaze ve hâlâ meriyyetde olan ağulu bir sözün neşet ettiği fitne kovanına başı çatallı iri bir çomak sokup şöyle kuvvetlice karışdıracağız.

14 Ekim 1975 tarihinde, Sayın Kani VRANA Başkanlığında 15 üyesiyle toplanan Mahkeme, 1923 sayılı Kanun’un 37 nci maddesinde mezkur 926 sayılı TSK Personel Kanun’u madde 137/c’yi görüşüp karar almak için toplanmış.

Önce, Cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesine sadece kendi imzasıyla dava açıp açamayacağı konuşulmuş. Cumhurbaşkanı ve Astsubay isimli makâlemizde bahsetdiğimiz gibi ne de olsa bir Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi tarihinde ilk defa dava açıyor. Eni konu incelemeden sonra mahkeme, şöyle bir karara varıyor; “... nedenlerle Cumhurbaşkanının, Anayasanın 149. maddesine göre, Başbakanla herhangi bir bakanın imzalanmasına gerek olmaksızın, yalnız kendi imzasiyle iptal davası açma yetkisi bulunduğu kabul edilmelidir.

Böylece, astsubaya yüksek öğretimde ilave bir derece intibak hakkı veren Kanun hükmünü idam sephasına götüren yoldaki mânialardan birisi daha ortadan kaldırılıyor. Mahkeme bilâhare, dosyada başkaca bir eksiklik bulunmadığına ve işin esasının incelenmesine karar veriyor.

Dava sonucunu kavrayabilmek için önce mahkeme heyeti ve aldığı karar hakkında kısa bilgiler arz edelim. Anayasa Mahkemesinde söz konusu davayı inceleyen heyetin üye sayısı 15. 15 üyeden 2’si askerî hâkim kisveli subay. Bu 2 askerî hâkim subaydan birisi kısmen iptalden yana, öteki de tamamen iptalden yana oy kullanmış. Bir başka ifadeyle, heyetdeki 2 askerî hâkim subayın ikisi de astsubayın aleyhine oy vermiş. Celse sonunda heyet, üçe bölünmüş ve birbirinden tamamen farklı üç istikâmetde karara varmış. Astsubayları onulmaz sıkıntılara ve haksızlıklara garkeden, derinden inciten ve oyçokluğu ile alınan bu mel’un karar, sadece bir oy farkıyla alınmış. Duruşma sonunda mahkemeden çıkan karar ve oy dağılımı şöyle;

Söz konusu Kanun hükmünü;

  1. Kısmen iptal eden üye sayısı    : 7 ( Üyelerden birisi askerî hâkim subay)
  2. Tamamen iptal eden üye sayısı    : 6 ( Üyelerden birisi askerî hâkim subay)
  3. Tamamen kabul eden üye sayısı: 2

Mahkeme heyeti, hemen yukarıdaki satırda görüldüğü üzere, masaya üç ihtimalli bir karar almak için oturdu. Bu ihtimallere göre mahkeme;

  1. Kanun hükmünü tamamen iptal etse, yeni bir düzenleme yapması için Meclise bir fırsat verilecek. Ve kuvvetle muhtemeldir ki Meclis, gene aynı kararı alacak ya da benzer bir Kanun yapacak idi.
  2. Tamamen kabul etme hakşinaslığını gösterse, 926 sayılı TSK Personel Kanun’u ile subay takımına altın tepside sunulan yüksek öğrenim hakkını, astsubaylar mahkeme kararıyla alacak idi.
  3. Fakat Anayasa Mahkemesi, Fahri beyin çürük dümen suyunda giderek haksızlık, gaflet ve dalalet zincirine sıracalı bir halka daha ekledi. Mahkeme, verebileceği en kötü kararı verdi ve Fahri beyin tuttuğu tasa astsubayları kan kusdurdu.

Fahri beyin Kanun’larda mezkur kelimeleri bile saptırıp yalan yanlış beyanat vermesine rağmen söz konusu Kanun hükmü, 15 üyeli mahkemede 7 üyenin oyu ile, bir başka ifadeyle sadece 1 oy farkı ile kısmen iptal edildi. Hiç şüphe yok ki mahkemeye takdim edilen dava dilekcesinde Fahri bey Kanun’da mezkur kelimeleri eğip bükmeden, olduğu gibi kullansaydı davayı kazanması asla mümkün olmayacak idi.

Şimdi, Anayasa Mahkemesinin karar tutanağındaki sıraya göre kimin neler söylediklerine göz atalım;

Hatırlayacağınız üzere, söz konusu Kanun hükmünün iptal edimesi için Anayasa Mahkemesine dava açan zamanın Cumhurbaşkanı Sayın Fahri KORUTÜRK’ün dava dilekcesindeki ifadelerini Cumhurbaşkanı ve Astsubay isimli makâlemizde incelemiş ve hakikatleri ortaya dökmüşdük.

Anayasa Mahkemesi ve Astsubay isimli bu makâlemizde ise;

  • Millî Savunma Bakanlığı temsilcisinin,
  • Önerge sahibi Milletvekili Sayın Şener BATTAL’ın ve
  • Üçe bölünüp üç farklı yönde karar veren mahkeme heyetinin tespitlerini gene bu görüşler tahtında ele alıp görüşlerin dayanak noktalarına nişter atacağız. Böylece üç ayrı kümeye bölünen üyelerin hangi düşünceleri savunduğunu sırasıyla ele alacağız.

Astsubaylara yüksek öğrenimde ilave bir derece intibak hakkı veren T.B.M.M. kararının Anayasa Mahkemesinde kurulan darağacına cebren ve hile ile nasıl götürüldüğünü tutanaklardan görelim.

İncelemeye, hukuğun yüz karası olan MSB Temsilcisinin mahkemedeki sözlü savunmasını tetkik ederek başlayalım;

Millî Savunma Bakanlığı Temsilcisi;

Mahkeme Karar Tutanağının “IV Esasın İncelenmesi” başlığının “Sözlü Açıklama” alt başlığında, 3 Şubat 1976 tarihli sözlü açıklamasında; Millî Savunma Bakanlığının gönderdiği temsilci, 1450 sayılı Harb Okulları Kanun’una göre, harb okullarının 4 sene eğitim verdiğini söylemiş ve yalan urganına bir yağlı düğüm daha atmış.

Harb okullarının eğitim seviyesini 3 seneden 4 seneye yükselten Kanun, 1977 senesinde çıkartıldı. Bu konuyu İntibakların Seyir Defteri isimli makâlemizde teferruatıyla açıkladık. 1977 senesinde çıkartılacak bir Kanun’u, Millî Savunma Bakanlığı bir sene evvelinden nasıl biliyor?

Fahri beyin açdığı davaya kel alâka nevinden müdâhil olan ve kimliği hakkında hiçbir bilgi verilmeyen MSB temsilcisi, yukarıda verdiği bilgileri, 1450 sayılı Harp Okulları Kanun’una isnat etmiş. Ben aradım fakat bulamadım. Allahaşkına bir de siz bakınız! Temsilcinin, mahkemede sözlü açıklamasını arz etdiği tarih, 3 Şubat 1976. Bu tarih itibariyle, 1450 sayılı Harp Okulları Kanun’u isimli bir Kanun, devlet mevzuatında var mı?

Aynı parağraf altında; Fakülte ve yüksek okullarda okuyup teğmen nasbedilenlere, harp okulu süresinden fazla okudukları beher sene için bir kademe vermeyi imtiyaz saymayan MSB, 5 senelik yüksek okulu bitiren astsubaya bir derece dahi verilmesini hazmedemiyor. Bu, ne hodbinlik? Bu, ne gabilik? Yazıklar olsun!

MSB Temsilcisi, mahkemedeki ifadesinde yalanlar söyleyerek savunmasına devam ediyor. Kendisi mahkeme huzuruna gelmeye tenezzül etmeyince Fahri beyin dilekcesindeki kelimelerin orasına burasına sıkışdırdığı yalanları savunmak vazifesi, başında Millî sıfatı taşıyan iki Bakanlıkdan birisine düşüyor. MSB temsilcisi yalanlarına şöyle devam ediyor;

Dava konusu edilen madde, yüksek öğrenimi bitiren astsubayların aynı öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâve edilmek suretiyle bulunacak derece ve kademelerden hizmete başlamış olmayı kabul etmektedir. Buna göre 5 yıllık öğrenimi bitiren astsubay 7 derecenin 2 nci kademesinden hizmete başlamış kabul edilerek aylığı buna göre bulunacaktır.

Burada hemen göze çarpan bir husus, fakülteden yetişen bir subay ile aynı fakülteyi görevde iken bitiren astsubay arasında ikinciler yararına “bir ileri derece” ayrıcalığı bulunmaktadır. Bu, tüm hizmet boyunca devam edecektir.

MSB temsilcisinin savunmasına dayanak olarak seçdiği yukarıdaki örneklemeyi anlayan varsa beri gelsin. “Yüksek öğrenimini bitiren astsubay” ifadesiyle sen kimi kasdediyorsun, ey temsilci sıfatlı hukuk hokkabazı? Bu astsubay, kaç yaşında? Rütbesi ne Allahaşkına? 5 senelik bir öğrenimi bitiren astsubay, nasıl oluyor da hemen 7 derecenin 2 inci kademesine intibak ettiriliyor? Orostopolluğun dik alâsına bakar mısınız? Burada söz konusu edilen astsubay, 5 senelik yüksek öğrenim tamamlıyorsa ve 7 derecenin 2 nci kademesine intibak ettiriliyorsa bunda ne var? Senin teğmen nasbettiğin fakülte mezunu subayına da aynı hakkı veriyorsun zaten. Ve Fakülte mezunu bu teğmen yavruların, aldığı beher senelik eğitimin karşılığı olarak harbiyeli teğmen yavrularının kıdem olarak üstüne çıkıyor, değil mi? Senin astsubay dediğin bu asker kişi, astsubay değil de herhangi bir memur olsaydı aynı yüksek öğrenimin karşılığı olarak gene aynı şekilde 5 kademe maaş terfisi alacakdı. Yanlış mı? Astsubay dediğin kişi, senin baba ayrı, ana bir üvey garındaşın değil! Patagonya Silahlı Kuvvetlerinin astsubayı da değil! Bu vatanın şerefli bir vatandaşı. Anayasa ve Kanunlar, yüksek öğrenim konusunda sana ne hak verdiyse astsubaya da, memura da aynı hakkı verdi. Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu ey şavalak MSB temsilcisi? Sayın Ersen GÜRPINAR’ın tabiriyle, senden olsa olsa hukukcu değil ancak bir gugukcu olur!  Hem de dalkavuk, ebleh bir gugukcu! En hafif tabiriyle, sana yazıklar olsun!..

Bakınız, MSB temsilcisi daha ne cevâhir yumurtalamış; Burada dökülen ağdalı kelâmlar, gene Fahri beyden ısmarlama.

Ayrıca 657 sayılı Kanunun l nci maddesinde subay ve astsubayların özel kanunları hükümlerine tâbi olacakları açıklıkla belirtilmiş olmasına rağmen dava konusu hükümde 657 sayılı Kanuna paralellik sağlandığı bir an için kabul edilse yukarıda belirtilen eşitsizlik, bir derece düşmek suretiyle daima iki derece ileride devam edecektir.

Al sana bir kaya, nereye dayarsan daya! Bu ifadeden, şu fakir hiçbir şey anlamadı. Deyin ki aklı yetmedi, kabul ederim. Siz muhterem karilerden hukuk ehli olan varsa kerem buyurup tefsir etsin de biz de onun ilminden feyz alalım.

Devam etmiş MSB soytarısı temsilci;

Kaldı ki 657 sayılı kanunun 36. maddesinin (B) bendinin 12/d fıkrasında üst öğrenim bitiren bir öğrenimin giriş derece ve kademesinden başlamakta memuriyette geçirdiği başarılı hizmet sürelerinin her yılı bir kademe, her üç yılı bir derece hesabiyle ilâve edilmekte ve üst öğrenime ara vermeden başlayan ve normal süresinde tamamlayan emsalini aşmamaktadır.

Hukukcu unvanını unutan MSB temsilcisi, bu noktada artık insanlıkdan çıkmış ve aklını yitirmiş. Yukarıdaki ifadesinde, astsubayı devlet memuru ile aynı kefeye koymak arsızlığını yapmakdan geri durmamış. Ey kibirli MSB temsilcisi! 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unun o maddesi ne diyor; “Ayrıca 657 sayılı Kanunun l nci maddesinde subay ve astsubayların özel kanunları hükümlerine tâbi olacakları açıklıkla belirtilmiş...” Bak temsilci, bu ifadeler sana ait, bana değil!. Durup dururken astsubayları devlet memurları ile aynı seviyede değerlendirmek de ne oluyor? Sen, teğmenini devletin memuru ile kıyaslıyor musun? İki cümle önce söylediğin ifadeyi de mi inkâr ediyorsun? Askerliğin temel değerlerinin en başda geleni, şerefli olmakdır, bilir misin? Sende şeref var mı?

Devam etmiş telleri kırıp dane dane incileri dökmeye muhterem MSB temsilcisi;

Dava konusu hüküm, hizmette başarıyı, her derece için ne kadar bekleneceği ve emsalini aşmamak koşullarından hiç birisini öngörmemektedir. Kamu yararı ve hizmeti gözetmeyen tamamen imtiyaz tanıyan bir hüküm niteliğindedir.

Be adam, sen hukukcusun, değil mi? Ya da muvazzaf bir subaysın. Devletin sana ödediği maaş dizine, gözüne, boğazına dursun düğüm düğüm inşallah! Bu soruyu gidip bizim mahalle mektebinin ana okulunda okuyan; altı bezli, ağzı süt kokan bebelere sorsan doğru cevabı alırsın inan ki! Bu laf ebeliğini, bu ucuz söz oyunlarını, bu çiğ orostopollukları bir kenara bırak! Senin bu ifadende bahsetdiğin hususların yüksek öğrenimini tamamlamış astsubayın, devlet memuruna göre bir üst derecen intibak ettirilmesiyle hiçbir ilgisi yok. Git, karargâhdaki Maaş Mutemedi Astsubayına sor da beş saniye de anlatsın sana. Adam, adamı yeseydi, deden yerdi neneni. Korkma, yemez seni!

Aşağıdaki ifadeyi, Karar Tutanağından aynen naklediyorum; Bu ifadeler, MSB’nin hukukcu sıfatını taşıyan kibirli temsilcisine ait. Dikkat ediniz, bu küstah temsilci, “çavuş” diyor! Laf ola, beri gele! Alın size, sekizinci küfeden kart bir hıyar daha! Çavuş kime denir, anlaşılan daha onun farkında değil bu gabi! Yumurtaladıklarının tefsiri de size kalıyor gayrı.

Milli Savunma Bakanlığı temsilcisi, kendisine yöneltilen:

- Dava konusu (C) bendinde intibak şu dereceden başlatılır değil de bir üst dereceye terfi ettirilir ibaresi kullanılmış olsaydı yine müsavatsızlık söz konusu olurmu idi sorusunu da;

"Kendisine bir üst derece verilmesi demek normal olarak askerlikte rütbe esası söz konusudur. Yani bir üst derece verdiğimiz vakit çavuş, üstçavuş; üstçavuş, kıdemli üstçavuş, bu şekilde anlar isek bunda eşitsizlik olmazdı. Şu bakımdan olmazdı: Çünkü astsubay çavuştan üstçavuş olmuştur. Üstçavuşlarla aynı işlemi görecektir."

 

biçiminde yanıtlamıştır.

Önergeyi Veren Konya Milletvekili Sayın Şener BATTAL;

Önerge sahibi, Millet Meclisi Genel Kurulunda önergeyi şu sözlerle savunmuştur:

Ordu statüleri son derece rijit, katı statülerdir. Şüphesiz kendi bünyesi içinde bu suijeneris statüleri mazur görmek mümkündür, ancak, bu katı statüler içinde bazı yanlışlıkları veya noksanlıkları, zühulleri telâfi etmek lâzımdır. Önergemiz bunu temine matuf bir önergedir. Şöyle ki:

Bir astsubay, Eczacılık Fakültesine gitti, eczacı oldu. Orduya müracaat ediyor, "benim eczacı diplomam var. Siz eczacı arıyorsunuz. Beni Eczacı alır mısınız?" diyor. Cevap: "Hayır" ve eczacı dışardan alınıyor.

"Eczacılık Fakültesini bitirdim, terfi verin" diyor, terfi verilmiyor.

"Zam verin, takdir verin" diyor, verilmiyor ve astsubaylıkta mecburî hizmeti dolana kadar çalışıyor.

İnsanların yükselme ihtirası, yükselme arzusu, yükselme dilekleri tabiatında vardır ve bu teşvik edilmelidir.

Daha evvel, 657 sayılı kanunun tâdili olan 12 sayılı kararnamede, memuriyette iken yüksek tahsil yapanlara teşvik hükümleri, terfi hükümleri getirilmişti. Şimdi 926 sayılı kanunun bu tadilinde astsubaylar için de böyle yüksek tahsil yapmış olanları, hukuku bitirenleri, eczacılığı, dişçiliği, bir diğer mühendislik okulunu bitirenleri subaylığa alamıyorsunuz. Branşında, iktisap ettiği branşında çalıştıramıyorsunuz, hiç olmassa bu ilmî çalışmalarını teşvik etmek, bilginin zararı olmaz, bir gün ummadık bir yerde Ordumuza o öğrendiği bilginin faydaları olabilir- bakımından terfi ettirmek, takdir etmekle sosyal adâlet ve hakkaniyet bakımından büyük fayda mülahaza ediyoruz. Bu bakımdan muhterem arkadaşlarımızın ittifak halinde bendenizin bu izahatından sonra önergemize iltifat edeceğine inanıyorum.”

Kendisi de bir hukukcu olan Konya Milletvekili Sayın Şener BATTAL’ın savunması işde böyle, babayiğitler. Şimdi, burada durup şu soruyu soralım; Sayın BATTAL’ın savunmasında dile getirdiği hakikatler bugün bile geçerli mi? Evet, geçerli. Üstelik, bilginin insandan daha kıymetli olduğu şu çağda, burada dile getirilen ihtiyaç düne göre bugün çok daha fazla mı? Evet. Taassubu, kasıntıyı, kıskançlığı, kibiri, küstahlığı, fesatlığı, müzevirliği, hazımsızlığı bir kenara bırakmanın zamanı geldi.

Bugün, bir Şener BATTAL daha ortaya çıkmalı ve aynı önergeyi tekrar Meclis gündemine taşımalıdır. Artık bu yoldan geri dönüş yok. Siz değişmezseniz, birileri sizi ve sizin zihniyetinizde olan zevatı gıçınıza dürte dürte değiştirecek.

Kanun Hükmünü Kısmen İptal Edenler;

Davayı inceleme sahfasında 7 üyenin ortaya koyduğu tespitler;

Ancak niteliklerde benzerlik ve yasaların koyduğu kurallara uyarlık oranında eşitlik söz konusu olacaktır. Bu nedenlerle yüksek öğrenim gören bir memurun aylık ve ödeneğinin yalnız orta veya lise öğrenimi görmüş bir memurun aylık ve ödeneği ile bir tutulması söz konusu olmadığı gibi yüksek öğrenim görmüş bir astsubayın aylığının bu nedenle bir ölçüde artırılmasının yüksek öğrenim görmemiş astsubaylara nazaran eşitsizlik yarattığı ve ayrıcalığa yol açtığı da öne sürülemez.

Öğrenim durumları, nitelikleri Devlet Örgütündeki görevleri farklı ve bu nedenle kanunlarda aylık derece ve miktarları da değişik tutulmuş olan personelin aylıklarını birbirleriyle karşılaştırmak suretiyle isabetli bir sonuca varma olanağı da yoktur.

MSB’nin “Yeni bir astsubay zümresi ortaya çıkar” savını temelden çüreten ve MSB temsilcisinin o arsız suratına atılmış bir Osmanlı tokatıdır işde Mahkemenin bu tesbiti.

Mahkeme, subay ve astsubayların eğitim seviyelerinin ve göreve başlangıç derecelerinin birbirinden farklı olduğunu, bu sebeple subaylar lehine bir “ayırım” gözeltilmesini “yerinde ve doğal” buluyor. Ve bu tesbitden hareketle, astsubaylar lehine çok önemli bir sonuca varıyor. Diyor ki; “subay ve astsubayların aylık derece ve kademelerinin, 657 sayılı Kanuna bağlı memurların aylık derece ve kademeleriyle karşılaştırılması da doğru olamaz.

Demek oluyor ki: subaylar ve astsubaylarla 657 sayılı Kanuna bağlı Devlet Memurlarının aylık gösterge tablolarında eşitlik ve hatta benzerlik bulunmadığı, aylık derece ve kademeleriyle bu derece ve kademelerdeki gösterge miktarları başka başka ve değişik bulunduğu cihetle bunları birbirleriyle karşılaştırmak ve bu yoldan dava konusu Yasa kuralının Anayasa'nın 12. maddesindeki eşitlik ilkesine uygun düşüp düşmediğini saptamak olanaksızdır.

Bu saptamadan hareketle, Anayasa Mahkemesi, aynı eğitimi alsalar dahi astsubaylara, devlet memurlarına verilen haklardan daha fazlasının verilmesini hukuka uygun buluyor. Bu tespit çok önemli. Bugün, devlet memurlarına verilen yüksek öğrenim hakkından bile daha azını astsubaya veren beberûhî statü hazretlerine duyurulur!

Filim karesini burada durduralım. Hani AYİM, astsubayı 657 sayılı devlet memurları Kanunu madde 36’da tavsif edilen “Genel İdare Hizmeleri Sınıfına” dâhil etdi ya! İşde, Anayasa Mahkemesinin bu tesbitinden hareketle, AYİM’in bu küstah ve mesnetsiz kararını iptal ettirmenin yollarını aramamız lâzım dostlarım. TEMAD’a duyurulur.

Fahri bey, Anayasa Mahkemesine verdiği dava istidasında ne buyurmuşdu? Görelim;

Hal böyle iken, 1923 sayılı Kanunun Millet Meclisi Genel Kurulunda görüşülmesi esnasında hükümet tasarısına uymayan ve hükümetin muhalefetine rağmen bir önerge ile ilâve edilen yukarıdaki fıkra hükmü, Silâhlı Kuvvetlerde bazı ihtilâflara sebep olacak ve askeri düzen ve hiyerarşiye uymayacak nitelikte görülmektedir.

Peki, Fahri beyin bu iddiasına cevap olarak Mahkeme ne dedi? Buyurunuz, görelim;

... “görevde iken yüksek öğrenimi bitirmiş olan astsubaylara makul görülebilecek bir ölçüde derece ve kademe ilerlemesi verilmesinin ordudaki hiyerarşiyi bozduğu yolundaki gerekçeye katılmak da olanaksızdır.”

Mahkemeden gene şiddetli bir Osmanlı tokatı. Fahri beyin kemikleri çınlasın. Mahkemenin bu tesbitini duyduğunda Fahri beyin yüzünün aldığı biçimi merak etmiyor değilim hani. Bu tesbit, idarenin bugün hâlâ gasp etdiği benzer haklarımızı daha kuvvetli ve şiddetli bir şekilde savunmamız ve talep etmemiz için bize müthiş bir koz veriyor, bunu fark etmemiz gerekir.

Mahkeme’nin inceleme esnasında vardığı tespitleri okumaya devam edelim;

Anayasa'nın ve öteki yasaların, öğrenim ve eğitime bu kadar önem verip özdendirmede bulunmalarına, memurken yüksek öğrenim görenlere master veya doktora yapanlara derece ve kademe ilerlemesi sağlamalarına karşılık, ordudaki hizmet ve görevlerini sürdürürken olağanüstü çalışmaları sonucu yüksek öğrenimi tamamlayan astsubayların bu başarı ve yüksek öğrenimlerini değerlendirmekte Anayasa ile bağdaşmayan bir yön yoktur.

Dava konusu Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 1923 sayılı Kanunla değiştirilen 137. maddesinin (C) bendindeki "görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubayların intibakı; aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâve edilmek suretiyle bulunacak derece ve kademelerden hizmete başlamış kabul edilir." hükmünün tümüyle iptali halinde görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubaylara aylık derece ve kademesi bakımından hiçbir hak tanınmamış, böylece Anayasa ve öteki yasaların açıklanan ilkelerine ters düşen yeni bir durum meydana gelmiş ve bu kez de 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa bağlı memurlar, aynı durumdaki astsubaylara göre ayrıcaklı bir duruma getirilmiş olacaktır.

Anayasa Mahkemesinin bu tesbitini de alkışlamak gerekiyor. Zira, yüksek öğrenim yapan astsubayların Anayasa ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’undan neşet eden haklarının verilmesi konusunda Genelkurmay Başkanlığı, bugün itibariyle dahi 1976 senesinde Anayasa Mahkemesinin ortaya koyduğu bu saptamanın çok gerisindedir.

Yukarıda yazılı nedenlere göre; dava konusu (C) bendinin Anayasanın 12. maddesindeki eşitlik ilkesine ters düşen yönü, görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubaylara her halde derece ve kademe ilerlemesi verilmiş olması değil, verilmiş olan derece ve kademe ilerlemesinin aynı durumdakilerden üstün tutulmuş olmasıdır.

Bu halde görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubayların intibakı; aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilecek derece ve kademelerden hizmete başlamış olarak kabul edilirse Anayasa'nın 12. maddesindeki eşitlik ilkesine ters düşen ve ayrıcalık yaratan bölümü ortadan kalkmış olacaktır.

Can dostlar, celsenin seyrinin astsubaylar aleyhine döndüğü nokta, işde hemen yukarıda gördüğünüz son iki parağrafdır. Buraya kadar hep astsubaylar lehine görüş bildirip hüküm tesis eden mahkeme bu noktada yüz seksen derece dönüyor. Astsubayın yüksek öğrenim hakkını savunan mahkeme, astsubay lehine tesis etdiği bütün saptamaları birdenbire tam anlamıyla inkâr ediyor. Bu ifadesiyle mahkeme, önceki tespitlerini yalanlıyor. Bu kıvırmanın sebebini mutlaka anlamalıyız.

Mahkemenin saplandığı bu sakat mantığa göre devam edersek, subay ve astsubayların memurlara göre daha yüksek derecelerden memuriyete başlatılmasının da Anayasa’nın 12 inci maddesine ters düşdüğünü kabul etmemiz gerekir.

Ve Son Perde; Birisi Askerî Hâkim Subay Olan 7 Üye, Hukuku Katlediyor;

Yukarıda yazılı nedenlerle; dava konusu Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 1923 sayılı Kanunla değişik 137. maddesinin (C) bendinin tümünün değil yanız (görevde iken .....) diye başlayan ikinci cümlesindeki (giriş derece ve kademesine bir derece ilâve edilmek suretiyle bulunacak) deyiminin iptaline karar verilmelidir.

Anayasa Mahkemesinin davayı inceleme safhasında kağıda dökdüğü tutanak metinleri tam da böyle. Hemen yukarıda gördüğünüz son iki parağrafı bir kenara koyalım. Ondan önceki bütün mütalâası tamamen astsubayın yüksek öğrenim hakkını savunan ifadeler ile dolu. Üstelik şamar niteliğindeki tesbitleriyle de Fahri beyin ve MSB’nin Kanun hükmünü iptal ettirmek için ileri sürdüğü gerekçelerin hepsini teker teker çürüten ifadeler ile dolu.

Fakat ne olduysa olmuş, bir yerlerden bir vahiy gelmiş ya da ters yönden bir yel esmiş. Sondan ikinci ve üçüncü parağrafdaki keskin bir “U” dönüşüyle mahkeme tam anlamıyla önceki savlarını tamamen inkâr etmiş. Kendi tükürdüğünü kendisi yalamış. Kelimenin tam anlamıyla sıçmakla kalmamış, bir de sıvamış. Ve ne yazıkdır; dağ, fare doğurmuş...

İncelemeden sonra oylamaya geçilmiş ve oyçokluğu ile malûm karar ortaya çıkmış.

Fahri beyin iddialarını, MSB temsilcisi çürütmüş. Her ikisinin ortaya atdığı iddiaları da Mahkeme çürütmüş...

İncelemesinin son iki parağrafına kadar mahkeme, hem Fahri beyin hem de MSB’nin iddialarını temelden çürütmüş. Meclisin kabul ettiği Kanun hükmünün astsubaya yüksek öğrenimde bir derece ileriden intibak hakkının hukuka ayrıkı olmadığını Anayasa ve Kanun hükümleriyle defalarca ispatlamış.

Fakat nasıl olduysa mahkeme, incelemesinin son parağrafına sıkışdırdığı tam ters yöndeki sakat ifadeler ile kararı tersine çeviren bir halet-i ruhiye içine girmiş. Mahkemenin ya ilk saptamaları yanlış ya da son saptaması. Bugün, bu kıvrak dönüşün sebebini anlamak için ne gerekiyorsa yapmalıyız.

Yukarıda okuduğunuz ifadeler, kısmî iptal kararı veren mahkemenin 7 üyesinin, davayı inceleme aşamasında ortaya koyduğu düşünceler. Kısmî iptal kararı yönünde oy kullanan bu üyelerden birisinin askerî hâkim subay olduğunu hatırlayınız. Bu askerî hâkim subayın, Genelkurmay Başkanlığının dümen suyunda kayık yüzdüren bir emireri mesabesinde olduğunu bilmeyen var mı? Bu sakat kararın emir-komuta zinciri içinde tesis edildiğini söylemek için müneccim olmaya hâcet varmı?

image005Yüksek öğrenim yapan astsubayların, aynı eğitimi gören devlet memurlarına göre bir derece ileriden intibak ettirilmelerini Anayasaya aykırı bulan mahkemenin 7 üyesi; gerek fakülte ve yüksek okul mezunu ve gerekse o tarihde 3 sene olan harb okulu mezunu teğmen rütbesindeki subayların, aynı eğitimi gören devlet memurlarına göre “bir derece ileriden” intibak ettirilmelerini Anayasaya uygun bulmakta beis görmemiş. İşde tam da bu noktada, kısmî iptal hükmüne imza atan 7 üye, Fahri beyin mesnetsiz iddiasının aymaz savunucusu mesabesine düşmüşler. Bu karara imza atan mahkeme üyeleri, hukukun üstünlüğünü bir kenara bırakıp üstlerin hukukunu savunmayı da Anayasaya uygun bulmakda mahzur görmemiş.

Şimdi gelelim Kanun hükmünün tamamen iptali yönünde karşıoy kullanan 6 hâkimin görüşlerine. Bu hâkimlerden birisinin askerî hâkim subay olduğunu lafımızın başında söylemişdik;

Kanun Hükmünü Tamamen İptal Edenler;

Karşıoy Gerekceleri;Senin başçavuşun, benim teginmenimden fazla maaş alamaz” sapkınlığına giden yol...

Sayın üyeler diyor ki;

Dava edilen kuralın, askerî hizmetlerin gereklerini bozup bozmadığı konusuna gelince, yukarıda da değindiğimiz gibi askerî hizmetlerin gereklerini başta disiplin, rütbe ve kıdem öğeleri oluşturmaktadır.

Bu ifade, aşırı derecede zorlama bir yorumdur, can dostlarım. Aylığı, rütbenin vazgeçilmez bir unsuru görerek böyle sapkın bir sonuca varmanın mesnedi yokdur. Bu yargıya göre en kıdemli astsubayın en kıdemsiz subaydan her hâl ve şart altında daha az maaş alması gerekir. Böyle bir tahakkuk fikrini dünyanın hiçbir teşkilatında göremezsiniz. Bu kanaati hukukcu insanların söylemiş olması hukuk ilmi için bir tam yüz karasıdır.

Bunun doğal sonucu olarak silahlı kuvvetlerde aylıkla rütbe birbirinden ayrılmaz iki unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Bu iki unsuru birbirinden ayıran düzenlemelerin askerî hizmetlerin gereklerine de ters düşeceği kuşkusuzdur.” Örneğin bir astsubaya, kendisine rütbesi ve kıdemi yönünden emir verme durumunda olan amirinden daha üstün aylık ödenmesinin askerî hizmetlerin gereklerine ve bunun doğal sonucu olan disipline aykırı düştüğü açıktır

İşde bu noktada 1 üyesi askerî hâkim subay olan mahkemenin 6 üyesi böylesi sakat bir kanaata saplanmış. Bu yargının doğru olduğunu kabul edersek, askerlik görevini yapmak için orduya intisab eden 1 günlük hizmeti olan bir asteğmenin, 30 sene hizmeti olan bir astsubay başçavuşdan daha fazla maaş alması gerekir. Halbu ki hakikat hem o tarihde hem de bu tarihde böyle değildir. Olamaz da! Olmasını savunmak için insanın aklını peynir ekmek ile yemesi gerekir. “Başçavuş bile olsa teginmenimden fazla maaş alamaz” sakat yargısının yuvası, kovanı, rahmi, odağı  işde tam da burasıdır, can dostlar.

Burada filmi durduralım ve düşünelim;

Şimdi, bu merhalede bize düşen, bu sapık ve ağulu yargının kimden kime bulaşdığı; kimin kime pazarladığı, kimin kime fısıldadığı ya da kimin kime dayatdığıdır. Herkesin günahı kendisinin olsun! Fakat, biliniz bakalım! Söz konusu davanın Anayasa Mahkemesinde görüldüğü aylarda, Genelkurmay İkinci Başkanlığı goltuğunda kimin gıçı var?..

Birisi askerî hâkim subay olan Mahkemenin 6 muhterem üyesi üfürmeye devam eylemişler;

Çünkü yasanın getirdiği hükümle;

-Astsubay iken yüksek öğrenimini tamamlamış ve fakat astsubay sınıfında kalmış olanlar, aynı öğrenimini yapan subayların bir derece önüne geçtikleri gibi

-Kendi sınıflarında da eski rütbelerini muhafaza etmekle birlikte daha üst rütbelerde bulunan astsubaylardan daha fazla aylık alır duruma getirilmektedir. Bu sonucu silâhlı kuvvetlerin yapısı ile bağdaştırma olanağı yoktur. Belirtmek gerekir ki, yüksek öğrenimlerini tamamlayan astsubayların terfihleri askeri hizmetlerin gereklerini bozmadan örneğin kıdem tanıma yolu ile de gerçekleştirilebilirdi....

Yukarıdaki yargıya varan sayın üyeler gene çam devirmişler. Hem de çıralısından. Hem de gıymıklısından. Hem de budaklısından. Hem de iki dane. 

Birincisi; Cumhurbaşkanı ve Astsubay isimli makâlemizde tafsilatlı olarak fâş eyledik. İlave bir dereceyle intibak ettirilse bile yüksek öğrenimini tamamlayan bir astsubayın, derece/kademe bakımında teğmenin üstüne çıkması asla ve kat’a mümkün değil. Ancak asteğmen ile aynı seviye geliyor. Bunu artık anlayın! Mahkemenin burada ileri sürdüğü bu iddia, doğru değildir. Mahkeme burada, Fahri beyin  öne sürdüğü yalan beyanı sorgulamadan, incelemeden aynen kabul etmiş ve Fahri beyin yemsiz, üstelik ağulu zokasını yutmuş.

Mahkeme üyelerinin devirdiği ikinci çam ise birincisiden daha berbâd. Muhteremler şöyle buyurmuşlar; “yüksek öğrenimlerini tamamlayan astsubayların terfihleri askerî hizmetlerin gereklerini bozmadan, örneğin kıdem tanıma yolu ile de gerçekleştirilebilirdi....

Böyle sakat, böyle saçma, böyle ebleh bir fikri savunan kişinin, ordunun işleyişi ile yakından uzakdan en ufak bir ilgisinin ve bilgisinin olmadığı anlaşılıyor. Bu ifadeyi söyleyen kişi askerlik görevini yapmış olamaz. Böyle mesnetsiz ve uygulama imkanı olmayan bir hükümün altına imza atan askerî hâkim subay, bu yapdığından dolayı utanmalıdır. Beyzâdem ifadesinde diyor ki, astsubay 5 sene okusun, bir kuruş bile fark vermeyelim. Kuru kuru bir kıdem verip ensesini sıvazlayıp savuşduralım diyor. Orduda asıl ihtilaflara sebep olacak uygulama işde budur. Çünkü, yüksek öğretimini tamamlayan astsubay, tamamlamayan astsubaydan daha kıdemli duruma veya daha üst rütbeye gelecekdir ki asıl bu durum orduda ihtilâfa sebep olabilir. Hem, olacaksa olacak! Okuyan ile okumayan bir olamaz! Bu üyelerin ileri sürdüğü fikir, Anayasanın “kişinin kendisini geliştimesi” emrine temelden aykırı sakat bir düşüncedir. Aynı yerde otla dur ha!.. Daha bu hakikati bile anlayamayan hukukcuların adâlet dağıtması nasıl beklenir ki?

Be sayın avukat, be sayın hâkim, be sayın asker kılıklı hâkim subay, be sayın hukuk tahsil etmiş adam, be sayın insanoğlu! Bu kadar da eblehlik olur mu? Sana okulda hukuk dersi veren rahmetli hocalarınız bu dediklerinizi bir duysaydı size ne derdi acap? Yüzünüze tükürür müydü? Hukuk diplomalarınızı elinizden alıp yırtar mıydı? 657 sayılı Devlet Mermurları Kanun’unun ilgili hükmü ayan beyan ortadayken, devletin memuru, yüksek öğrenimin beher senesi için bir kademe maaş terfisi alırken böyle bir sözü söylemeye diliniz nasıl varıyor? Sen kendi paran ile kendi zamanın ile, elinin emeği ile gözünün nurunu ortaya dök. Oku, oku, oku... Ve minder yap, öyle mi? Bu düşünceyi saçma, eblehce diye tavsif etmek bile hafif kalır. Bu ifadesiyle sayın üyeler bize diyor ki “tek suçunuz, astsubay olmak!..” “Astsubay olacağınıza gidip ilkokul mezunu bir memur olsaydınız hakkınızı söke söke alırdınız!..” diyor. Yazıklar olsun sizlere!

Adâlet, bu davada astsubaylar için adâletsizlik olarak tecelli ediyor, muhterem vatan sevdalıları!

Son olarak Kanun hükmünün tamamen kabul edilmesi yönünde karşıoy kullanan 2 hâkimin görüşlerini tetkik edelim.

Kanun Hükmünü Tamamen Kabul Edenler;

Ayağımı yumaşacık kavrayan ve sanki hiç yokmuş gibi hissetdiren bir çift pabuç; bedenime tam olarak uymuş ısmarlama takım elbise; içine girdiğimde sanki yokmuş gibi vücudumu okşayan su ile dolu bir havuz. Esdiğinde, bana tarifsiz bir hoşluk ve huzur hissi veren taze, ılık bir bâd-ı sabah.. 15 üyeli mahkemenin 2 üyesinden Sayın Muhittin GÜRÜN ve Sayın Adil ESMER’in karşıoy gerekcesini okurken kapıldığım hissiyatın sadece birkaçı bunlar...

Bu iki vicdan ehli hâkim, mahkemenin aldığı kısmî iptal ve tam iptal kararına cevap olarak öyle bir karşıoy yazmışlar ki bu dünyada insanlığın bugüne kadar bildiği, yazdığı ve söylediği bütün güzellik ve övgü anlatan sözlerini burada yazsam az gelir inanın. Her harfi, her kelimesi ile dağlara taşlara yazılacak, anıtı dikilecek bir destan gibi adeta. Bu savunmayı okudukdan sonra, Türkiye’de hukukcu varmış; Türkiye’de hukuk varmış çok şükür dedim kendi kendime. Böyle bir savunmayı dinleyen öteki hâkimlerin, kendi verdiği kararları hakkında samimi olarak ne düşündüklerini sormadan edemedim kendime. Bu savunmayı dinledikten sonra, verdikleri kısmî iptal ve tam iptal kararlarından dolayı başları öne düşdü mü acap?

Astsubayın ne olduğunu, eğitimin ne olduğunu, hakkın ne olduğunu, insan olmanın en olduğunu, adâletin, vicdanın ne olduğunu, insafın ne olduğunu bulacaksınız bu savunmada. Biz astsubaylar, bu savunmayı büyük harfler ile dağlara, taşlara yazmalıyız. Köhne ve kokuşmuş bir taasubun içine saplanan ve bir asır öncesinin sahte dünyasında ölüm uykusuna yatan MSB ve Genelkurmay Başkanlığındaki beyni çürümüş subay takımı bu savunmayı okumalı, bir daha okumalı, taa ki idrak edesiye kadar. Bu savunmayı ben okumaya doyamadım. Sizlerin de şetâret ile keyif ile okumasını istiyorum. Okuyun, ne olduğunuzun farkına varın gayrı. Bu düşüncelerle aynen naklediyorum.

Karşıoy Yazısı

Yukarıki kararda (1975/183-1976/15), 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 3/7/1975 günlü ve 1923 sayılı Kanunun 37. maddesiyle değiştirilmiş bulunan 137. maddesinin (C) bendinin ikinci cümlesinde yer alan ve görevde iken bir yüksek öğrenimi bitirmiş bulunan astsubayların intibakının, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tespit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâve edilmek suretiyle yapılmasını öngören hüküm, Anayasa'nın 12. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı görülmüş, buna karşı, intibakın, aynı derece ve kademeden başlatılmasının uygun olacağı sonucuna varılarak cümlenin sadece bir üst dereceden intibak yapılacağına ilişkin bölümünün iptaline karar verilmiş bulunmaktadır.

Bir hükmün Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı düştüğünü öne sürülebilmek için, her bakımdan benzer olan nitelikteki iki veya daha çok durumları düzenleyen değişik hükümlerin var olması ve bunlardan birisinin ötekilerden farklı ve imtiyaz sayılabilecek nitelikte bir düzenlenme yapmış bulunması zorunludur.

Birbiriyle kıyaslanması mümkün olmayan düzenlemelerin değişik nitelikte olmalarına bakılarak Anayasa'nın 12. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırılıktan söz edilemiyeceği gibi birbirine benzeyen konuların bile, haklı bir nedene dayandırılmak şartıyla değişik biçimde düzenlenmelerinde de Anayasa'ya aykırılık ileri sürülemez.

Nitekim sivil statüdeki kamu görevlileri ile subayların ve astsubayların aylık ve ödenekleri ve öteki özlük hakları, ayrı kanunlarla değişik biçimde ve birbirinden farklı haklar sağlar nitelikte düzenlenmişlerdir. Kanunlarla tanınan çeşitli hakların farklılıkları arasındaki denge, haklı bir nedene ve Anayasa'nın 41. maddesinde yer alan (Adâlet) ilkesine dayandığı ölçüde Anayasa'ya uygun olur.

Şayet değişik hak ve yararlar arasındaki denge, haklı bir nedene, dayandırılmaksızın ve Adâlet ilkesini saklı tutmaksızın bir imtiyaz ve kayırma sonucu bozulursa, Anayasa'nın 12. maddesindeki eşitlik ilkesinin zedelendiği öne sürülebilir.

926 sayılı Kanunun değişik 137. maddesinin C bendindeki astsubayların intibakına ilişkin hükmün, bu açıklamanın ışığı altında incelenmesi şu sonuçları ortaya koyar:

1Yukarıki kararda belirtildiği gibi, astsubaylar, kamu görevlileri arasında, kendi özellikleriyle tamamen ayrı bir grup teşkil ederler. Hizmete alınış biçimleri, aylık statüleri, hizmet şartları diğer gruplardan hiçbirine benzemediğinden, bunların, öteki gruplarla, özellikle kamu görevlilerinin sivil kesimi ile mukayese edilmeleri mümkün değildir.

2Astsubayların, hizmet yerleri itibariyle Silâhlı Kuvvetler Personeli arasında sayılmalarına dayanılarak subaylarla kıyaslanabilecekleri hatıra gelirse de aşağıdaki nedenlerle bu da olanak dışıdır:

  1. Kaynakları ve geçirdikleri öğretim ve eğitim durumları birbirinden tamamiyle değişiktir.
  2. Hizmet şartları ve sorumluluk durumları farklıdır.
  3. Aylık statüleri ayrıdır. Nitekim subay dereceleri 9 dan başlayıp 1. derecede, gösterge rakamları da (birinci kademeler) 300 den başlayıp 1000 de bitmekte iken astsubay dereceleri 10 dan başlayıp 2 nci derecede ve gösterge rakamları da (birinci kademeler) 275 den başlayıp 760 da bitmektedir. Ek göstergeler bakımından da aralarında buna benzer farklılıklar vardır.

Nitelikleri bu derece birbirine benzemeyen ve bu düzenlemelerde, (eşit)likleri hatıra bile getirilmeyen iki ayrı grup kamu görevlisinin, sadece bir konuda, yani sözü geçen intibak işinde, eşit sayılarak aynı işleme tabi tutulmaları halinde, ve asıl o zaman, açık bir eşitsizlik yaratılmış olacağını düşünmemek mümkün değildir.

Bunların hepsinin de ötesinde, söz konusu (C) fıkrasında adı geçen ve kendi imkânlarıyla bir yüksek öğrenim dalını esas görevlerini de aksatmadan, başarı ile bitirmiş olan astsubayların tabi tutuldukları statünün sonucunda şöyle bir durum meydana gelmektedir:

  1. İhtiyaç bulunmadığı için Silâhlı Kuvvetler Kadrolarına subay olarak alınmamaktadırlar.
  2. Yükümlülükleri bitmediği için istifa etmelerine imkân verilmediği gibi yeni öğrenim derecelerinin sağladığı bilgi ve becerilerinden kamu veya özel kesimin öteki alanlarında yararlanma olanağı da kendilerine tanınmamaktadır.
  3. Astsubaylar açısından yapılan bu kısıtlamalara ve uğratılan zararlara karşı savunma hizmetleri, karşılığını ödemeden aşağıdaki biçimde ve ölçüde bir yarar sağlamaktadır:

Görülen yüksek öğrenim, astsubayın esasen görmekte olduğu hizmet dalına ilişkin ise, yüksek öğrenim derecesine göre düzenlenmemiş olan bir astsubay kadrosu ve statüsü ile yüksek öğrenimin bilgi ve becerisinden savunma hizmetleri yararlandırılmaktadır. Görülen yüksek öğrenim, astsubayın yaptığı hizmet dalı ile doğrudan doğruya ilişkili olmasa bile, yüksek öğrenimin sağladığı genel nitelikteki bilgi ve beceri sayesinde hizmetin daha bir üstün düzeyde görülmesi doğal olup savunma hizmetleri yine karşılıksız olarak bu durumdan faydalanmaktadır.

Şu halde yasa koyucu, sözügeçen değişik 137. maddenin C bendine koyduğu hükümle, yüksek öğrenim görmüş astsubayın, bu konudaki emeğini değerlendirmek, kendisini, öğrenim derecesinden daha alt kademedeki öğrenimi gerektiren bir kamu görevinde hizmete zorlamak suretiyle yapılan kısıtlamayı telâfi edebilmek ve devletin sağlamış olduğu yararı karşılıksız bırakmamak amacı ile bunların intibaklarını normal hizmete girenlerin bir üst derecesinden başlatma hakşinaslığını göstermiştir.

Çoğunluk düşüncesine uyularak, bunların intibaklarının, aynı yüksek öğrenimi görmüş olupta normal olarak hizmete girenlerin derecesiyle yapılması halinde, yukarıda açıklanan kısıtlama ve yararların eksiksiz karşılanmış olacağı ileri sürülemez. Zira normal koşullar içinde subay olarak hizmete başlayışta, açıklanan durumların hiç birisi söz konusu olmayıp, yüksek öğrenime göre düzenlenmiş bulunan bir statü içinde herkes yerini almakta ve o statüdeki bütün haklardan sonuna kadar faydalanma kapıları ilgililere (subayları kasdediyor. IRBIK) açılmaktadır.

Halbuki aynı derece yüksek öğrenimini yapan, fakat subay sınıfına geçirilmeyen bir astsubaya bu imkânların hiç birisi tanınmamaktadır. Bu bakımdan bunların intibaklarının bir üst dereceden başlatılmasının çok açık bir haklı nedene dayandığı ortadadır.

Kaldıki astsubayların aylık statüsünü, subay aylık statüsü ile kıyaslamak ve bunda (eşitlik) ilkesi için bir uygulama alanı aramak da doğru değildir. Çünkü 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanunundaki düzenlemeye göre, subayların aylık cetvelleri, hizmete başlayış ve ilerleyiş şart ve dereceleri, yükselebilecekleri en yukarı aylık derece ve kademeleri, astsubaylarınkinden tamamiyle değişiktir.

Bu konuların hiç birisinde bir kıyaslamaya gidilmezken ve Anayasa'nın eşitlik ilkesinden sözedilmezken, ve esasen sözedilmesi de doğru değilken yüksek öğrenim görmüş astsubayların intibakında uygulanan hüküm tek başına ele alınarak sadece, bunun üzerinde Anayasa'nın (eşitlik) ilkesinin öne sürülmesinde, bu yapılırken de Anayasa'nın 41. maddesinde yer alan ve iktisadi ve sosyal hayatın adâlete uygun biçimde düzenlenmesini emreden ilkesinin hiç kâle alınmamasında isabet bulunmadığı meydandadır.

Çünkü yukarıda yapılan açıklamalar da göstermektedir ki yasa koyucu, (eşitlik) ilkesini zedeler bir yönü bulunmayan söz konusu hükmü, adâlet kurallarının bir gereği olmak üzere kabul etmiş bulunmaktadır ve Anayasa'nın adâlete ilişkin kuralları da haklıya hakkını vermeyi zorunlu kılmaktadır.


SONUÇ :


926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 1923 sayılı Kanunun 37. maddesiyle değiştirilen 137. maddesinin C bendi hükmü tüm olarak Anayasa'ya uygundur.

Bu nedenle sözü geçen bendin bir bölümünün iptalini öngören karara karşıyız.

Üye Üye
 Muhittin GÜRÜN Adil ESMER
image007 image009

Diyeceksiniz ki Anayasa Mahkemesinde davayı gören 15 hâkim üyeden niçin sadece ikisinin tavsırını misafir etdiniz makâlenize. Güzel bir soru! Kendi milletine zorbalık eden, zulüm eden Bolu Beyini kim hatırlıyor, babayiğitler? Kendisinin bir heykelini, bir tavsırını gördünüz mü? Bir sokağa, bir caddeye bir şehire, bir köşeye, bir taşa isminin verildiğini duyan var mı? Bir hikâyede, bir masalda kendisinden sitâyiş ile bahsedildiğine şâhid oldunuz mu?

Bir de Köroğlu’na bakınız. Zulme, zorbalığa, küstahlığa, adeletsizliğe, haksızlığa karşı Bolu Beyine isyan edip kendi milletinin yanında yer alan Köroğlu hâlâ yaşıyor! Türkülerde, masallarda, destanlarda, hikâyelerde, sokaklarda, caddelerde ve aramızda... Ve nihâyet Anayasa Mahkemesi ve Astsubay isimli bu makâlemizde...

Biliyor musunuz? 1976 senesinden beri astsubayları perişan eden bu kararın altına imza atan Anayasa Mahkemesinin 15 üyesinin tamamı vefat etmiş. Bu üyelerden 13’üne diyeceğimiz yok! Astsubaylardan rahmet ve dua beklemesinler. Biz, yukarıda tavsırlarını gördüğünüz vicdan ehli, yüreği Allah korkusu ve insan sevgisi dolu olan adâlet timsâli iki hâkimi yâd edeceğiz bu makâlemizde; Sayın Muhittin GÜRÜN ve Sayın Adil ESMER.

Sener BATTALTabi ki hemen sağ tarafınızda tavsırını gördüğünüz asker dosdu ve hâmiyetperver vatan evladı Sayın Şener BATTAL...

Yüksek öğrenimi tamamlayan astsubayların maaşlarının, emsâli devlet memurlarına kıyasen bir üst dereceden intibak ettirilmesi konusunda önerge veren ve verdiği önergeyi savunurken astsubaylığı desdanlaşdıran MSP Konya Milletvekili...

Tarih, kötülüğü ve kötüleri sevmez! Kötülük ve kötüler unutulur dostlarım. Hem de çarçabuk! Tarihin her zamanında ve her mekânında sadece iyilik ve iyiler iz bırakır, unutulmaz...

Önerge sahibi Milletvekili Sayın Şener BATTAL, Anayasa Mahkemesi hâkim üyeleri Sayın Muhittin GÜRÜN ve Sayın Adil ESMER’in şayet mümkünse resimlerini TEMAD Genel Merkezinin en mutena köşesine asmalıyız.

Adâlet timsâli bu iki yüce, bu iki mübârek hukukcu büyüğümüzün ruhları şâd, mekânları cennet olsun!

Kendisi aynı zamanda bir hukukcu olan Sayın Şener BATTAL’a da Allah uzun ve sıhhatli ömürler versin. Huzurunuzda kendisine en derin saygılarımı gönderir, ellerinden mehabetle öperim.

Şu Hakikâtleri Görelim;

1. Yüksek öğrenimi tamamlayan astsubaylara 1923 sayılı Kanun ile 1975 senesinde verilen “bir üst dereceden intibak” hakkının Anayasa Mahkemesinde görülmesi esnasında;

  • Mahkemeye kendisi gitmeyip davalı sıfatıyla sadece dilekcesini gönderen zamanın Cumhurbaşkanı Sayın Fahri KORUTÜRK, çok açık bir şeklide mahkemeye yalan beyan vermiş ve mahkemeyi aldatmışdır. Öyle ki; Fahri beyin söylediğini MSB temsilcisi yalanlamış, her ikisinin ileri sürdüğü gerekceleri de inceleme esnasında verdiği mütalâa ile Mahkeme temelinden çürütmüşdür.
  • Davaya ne sebeple müdâhil olduğunu benim bilemediğim Millî Savunma Bakanlığı da mahkemede doğru beyan vermemişdir. Üstelik, MSB’nin küstah temsilcisi, mahkemedeki savunması esnasında sarf etdiği mesnetsiz ve asılsız sözler ile astsubaylara alenen “ahlâksız” diyerek hakaret etmişdir.

2. Başkanlığını Sayın Kani VRANA’nın yapdığı 15 üyeli mahkeme, kendi arasında üç kümeye bölünmüş ve birbirinden tamamen farklı üç karara varmışdır. Mahkeme, 7 üyenin oyçokluğu ile aldığı kısmî iptal kararını ancak ve sadece 1 oy farkı ile alabilmişdir. Bu 7 üyeden birisi de hâkim kılıklı subaydır.

3.image01015 mahkeme üyesinden ikisi, AYİM’in dava için duruşmaya gönderdiği “tefrik edilmiş” hâkim kisveli subay. Her iki askerî hâkim subay, oylarını astsubayların aleyhine verilen kararlarda kullanmışlar. Şaşırdınız mı? Asker şapkasıyla kürsüye oturan askerî hâkim subaydan hukuk adına tarafsız ve doğru karar vermesini beklemek, hele hele astsubay lehine karar vermesini beklemek safdillik olur. Bugün, AYİM’in varlığı ne kadar tartışmalı ise bu iki askerî hâkim subayın bu davada astsubayların aleyhine verdiği reyler de o kertede tartışmalıdır.

4.Yüksek öğrenim intibakı konusunda astubayların hakkını açıkdan gasp eden bu dava mutlaka tekrar gündeme getirilmelir. Maddî ve manevî her türlü imkânımızı seferber edip hukuk ehli insanların bu konuyu tartışılacağı bir toplantıyı en kısa zamanda tertip etmeliyiz.

5.Astsubaylar hangi Kanun’a dahildir? 926 sayılı TSK Personel Kanun’unu astsubaya diyor ki “Sen, asker şahıssın. Fazla mesai yok, 10 sene mecburî hizmet, 24 saat nöbet, ertesi gün çalışmaya devam. Ayakkabın tozluysa, selam vermezden seni atarım” Sonra, yüksek öğrenim söz konusu olunca aynı Kanun astsubaya diyor ki; “Nayır! Sen, memursun. 657 sayılı Devlet Memuru Kanun’una dâhilsin. Hem de Genel İdare Hizmeleri Sınıfından

Peki, ben devlet memuruysam, yüksek öğrenim intibakımı bu Kanun’a göre yap ve “bire bir” maaş terfisi ver. 9/2’den görev başlat. Nayır, olmaz! Paşa babamın diş hakkı olarak, saraydan çıkma sultan anamın kefen parası olarak senin bir kademe maaş intibakını Genelkurmay olarak ben gasp ediyorum. Artık yeter! Edemeyeceğini göreceğin günler yakındır!

6.Ey başında Millî sıfatı olan Bakanlık! Söyle bana, astsubaylar hangi Kanun’a tâbidir? 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’una mı dâhil? 926 sayılı TSK Personel Kanun’una mı dâhil? Yeri gelince astsubaya “Sen; asker değilsin, memursun” de. İşine gelmeyince “Sen; memur değil, askersin” de. Ben, ikisinden herhangi birisine, hattâ senin beğenmediğin sivillerin yapdığı 657 sayılı Kanun’a dâhil olmaya razıyım. Bu devletin astsubayına böyle adice, böyle edepsizce, böyle alçakca, böyle şerefsizce, böyle namertce muamele yapamazsınız! Bu yanardönerliği, bu fırfırlığı, ikircikliği, bu duruma göre kıvırmayı, her iki tarafa kalça sallamayı, bu ikiyüzlü oynamayı, bu orostopolluğu bir kenara bırak. Hiç olmazsa zihninin gerisinde saklağını söyleyecek kadar dürüst ol! Astsubaylar, kuş mudur? Karga mıdır? Asker midir? Memur mudur? Astsubaylara “ağıldaki koyun” muamelesi yapanlara bunun hesabını sormalıyız.

7.T.C. Devletinin memuru olup da iki Kanun arasına sıkışdırılan fakat yeri geldiğinde her iki Kanun’un da kapısının önünde bekletilen astsubaylar ve TEMAD hiç vakit kaybetmeden bir tespit davası açarak bu haksızlığa, bu hakarete, bu kepazeliğe, bu alçaklığa, bu orostopolluğa derhal bir son vermelidir. Bu kepazeliğe sebep olan apoletli asker düşmanı zabitan takımından bu bölücülüğün hesabını sormalıyız.

8.Yüksek öğrenim hakkı bakımından astsubayların bugün sahip olduğu hakların 1976 senesinden daha kötü olduğu su götürmez bir gerçekdir. 1976 senesinde Anayasa Mahkemesinin kısmî iptal kararı vermesiyle astsubayların devlet memurlarıyla “aynı seviyeden yüksek öğrenim intibak hakkı” resmen tanınmış idi. Bir başka ifadeyle, alınan her bir senelik eğitim karşılığında bir kademe maaş terfisi veriliyordu. Bugün, 2013 senesindeyiz. Ne acıdır ki yüksek öğrenimde intibak bakımından bugün itibariyle 1975 senesinin daha da gerisindeyiz. Nasıl mı? 1976 senesinde, yüksek öğrenimin her senesi için bir kademe veriliyordu. O zaman itibariyle astsubaylar için en kötü karar sayılan bu hakkı, Anayasa Mahkemesi hiç zorlanmadan verdi. Fakat 926 sayılı TSK Personel Kanun’unun aynı maddesi olan 137/c’ye bugün bir bakınız. 4699 sayılı Kanun’un 20nci maddesi olarak 2001 senesinde yapılan değişiklik diyor ki; “... 2 yıl süreli yüksek öğrenim için 1 kademe, 3 yıl süreli yüksek öğrenim için 2 kademe, 4 yıl süreli yüksek öğrenim için 1 derece ilave edilerek yapılır.” Genelkurmay Başkanlığı, astsubayların müktesep hakkını “bir sistem bütünlüğü içinde” bugün işde böyle gasp ediyor dostlarım. Başlangıç derece/kademesinde ve yüksek öğretimdeki intibakda bugün hâlâ astsubayların birer kademesini Genelkurmay Başkanlığı gasp ediyor. Şu arsız hırsızlığa ve şu âdi orostopolluğa bakar mısınız? Bunun hesabı sorulmalıdır.

9.Bugün biz astsubaylar, bir Şener BATTAL, bir Muhittin GÜRÜN, bir Adil ESMER daha çıkartmalıyız. Bu hamur, bu öz, bu cevher, biz astsubaylarda var, bu milletde var. Astsubayı bir yandan meslekî tahakküm altında inletip küstahca ve zorbaca davranan idare öte yandan özlük haklarında adâletsiz, fütursuz, arsız ve utanmaz davranıp hukuksuzluklara halen devam etmektedir.

10.Subay zevatı kendi haklarını her zaman en üst, en yüksek, en ballısından tahakkuk ettirmiş fakat astsubaya gelince hep “üstden sıkmış, altdan yalamışdır.” Ben, püsküllü generallerin yapdığı her darbeden sonra subay takımına altın tepside verilen imtiyaz “mama”sından istemiyorum. Ben, T.C. Anayasa’sından neşet eden ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda açık açık yazılan yüksek öğrenimde intibak hakkımı istiyorum. O kadar!

Son Söz;

Hiçbir şeyden çekmedi nasırından çekdiği kadar, Orhan VELİ’nin Süleyman Efendisi. Biz astsubaylar da devlete çöreklenen atanmış ve seçilmiş çapsız, kalıpsız idarecilerden ve bölücü subaylardan çekdiğimiz kadar nasırımız şöyle dursun, elin gâvurundan bile çekmedik. Üstelik Süleyman Efendi gibi günahkâr da değiliz. Tek suçumuz, yegâne kabahatımız bu vatanı, bu milleti sevdiğini söyleyenlerden çok daha fazla seven astsubay olmak. Zabitan takımı, darbeler icat edip vatan sevgisine dair kuru nutuklar atdı hep. Lâkin biz astsubaylar; vatanı sevmekle yetinmedik, uğrunda öldük!..

Babayiğit kariler! 1923 sayılı Kanun hükmü ile astsubaylara verilen yüksek öğrenimde bir üst dereceden intibak hakkının gaspedilmesi sürecinde; Cumhurbaşkanlığı, Millî Savunma Bakanlığı ve Anayasa Mahkemesi üçgeninin gizli mahfillerinde çevrilen hisseli harikalar kumpanyasını temâşa eylediniz! ÇÖK locasına oturan Genelkurmay İkinci Başkanı da bu oyunu sutre gerisinden sevk ve idare etdi.

Bu hisseli hârikalar kumpanyasında; oyuncuların kimisi Karagöz, kimisi Hacîvat oldu.

Kimisi, kendisine şahbaz görevini yakışdırdı. Kimisi hayâlbaz, kimisi beberûhî, kimisi de zuhûrî.

Kimisi, Pinokyo oldu. Söylediği her yalandan ötürü burnu uzadı, uzadı ve bulutlara erişdi.

Kimisi dalkavuk, kimisi soytarı, kimisi de hokkabaz olabildi.

Birisi, “tak” dedi emretdi, hâkim kılıklı 2 subay, “emret komutanım” deyip “şak” diye derhâl yapdı.

Kimisi; ne idüğü, kim olduğu, nerden geldiği, ne yapdığı ve kime kulluk etdiği bilinmeyen “şalvar-yelekli kadın” oldu.

Kimileri; Kanûnî olup; “hak”, “adâlet”, “kul hakkı”, “vatandaşlık hakkı”, “Anayasa hakkı”, “Allah korkusu” dedi. Bu hisseli harikalar kumpanyası kepazeliğine şiddetli bir Osmanlı şamarı patlatıp adâletin timsâli görevini üstlendi meccanen.

Bu satırın müellifi; okudu, bir daha, bir daha okudu. Sonra gördüğünü, anladığını yazdı sadece. Benim zihnimde esen mahşerî fırtına, tahtını huzurlu bir sessizliğe bırakdı. Asude bir dinginlik içinde gönlüm şimdi... Artık yalan bir yana, gerçek bir yana. Doğru bir yana, yanlış bir yana. Hak bir yana, haksızlık bir yana. İyi bir yana, kötü bir yana...

Devletin başına çöreklenen çapsız, ruhsuz, izansız idareciler önce sıçıp sonra da sıvamasını becerdiler. Lâkin, güneşi balçıkla sıvamayı beceremediler. Zira, tarih, becerebileni kaydetmedi. Ve nihâyet otuz sekiz seneden beri tarihin tozlu raflarında küflenmeye yüz tutan bu hakikat, tahassür ile beklediği gün ışığına artık çıkdı.

Sizin hissenize de bu oyunda kimin kim olduğunu bulmak ve anlamak görevi düşdü...

Ağaç idik; meyveye durduk, taşlandık.
Astsubay idik; şehit olduk, alkışlandık.

Astsubay olduk, meyve olduk, şehit olduk.
Onlar; taş olabildi, taşlayan olabildi!..

Meyve olmak ya da
Taş olmak, taşlayan olmak!..
Siz, hangisinden siniz?..

 brove

 

 

 

 

Şükrü IRBIK

(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.

 

Kaynak:
  1. 3/7/1975 tarihli ve 1923 Sayılı Kanun.
  2. Anayasa Mahkemesinin 1976/15 Sayılı Kararı.
  3. 1961 Anayasası.
  4. 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu.
  5. 926 Sayılı TSK Personel Kanunu.

Bir telefon görüşmesi ve 1923!

Telefondan aradı beni bir zaman önce. Benim çember çevirip çelik çomak oynadığım senelerde vatana hizmet aşkıyla yola çıkıp astsubaylık mesleğini seçmiş. 80’li yaşına dayadığı nerdübânın basamağını ağır ağır çıkan emekli bir meslek büyüğüm. Kendisi 1964 neşetli bir meslek çınarımız. Allah uzun ve sıhhatli ömür nasip etsin. Devresinin bugün hayatta olan belki de birkaç nadide temsilcisinden birisi. Adı, Mehmet KAYALI.

Yok olasıca YÖK’ün adını sanını henüz duyan bilen yok daha o tarihde. Türkiye Cumhuriyeti Ordusunda muvazzaf astsubay iken Anayasa’nın kendisine verdiği hakkın rehberliğinde okumaya azmetmiş. “Çoluğumun çocuğumun nafakasından kısdım. Mesaiyi bitirip karargâhdan çıkdım, okuldaki derslere yetişdim. Okulda dersden çıkdım, mesaiye koşdum. Dört sene gecemi gündüzüme, alnımın terini kitaplara katdım ve üniversite bitirdim” dedi. "Madem ki Anayasa okuyup kendini gelişdirmeyi emrediyor. Öyleyse bu emeğin bir karşılığı olmalı” demiş kendi kendine. 4 senelik Fransız kültürünü hiç teklemeden tam zamanında bitirip lisans diplomasını eline almış. Bilâhare, merakını mucip olmuş ve zamanın Kanun’larını karıştırmış şöyle bir. Mevzuatın üzerine çöreklenen o ebleh statü hazretleri, “lisans eğitimi yapan astsubay” diye bir mefhum tanımıyor daha o senelerde. “Al diplomanı da git” diyor, Mehmet beye. Çünkü şavalak statü haşmetmeapları o vakitlerde sağ cenahınızda gördüğünüz üzere kozasının içinde “Pupa” dönemini edâ etmekle meşgul.image003

Elindeki diplomayı alıp bir çerçevenin içine yerleştiriyor ve evinin duvarına asıyor. Diploma mahzun, sahibi mahzun. Gel zaman git zaman duvardaki diploma, ince hastalığa tutulmuş aşk-ı memnu divânesi gencin sapsarı olan benzi gibi saman sarısı renge bürünüyor. Artık bu diploma sadece tarihî bir vesika oldu. Torunlara miras bırakmakdan başka hâl çaresi kalmadı derken birdenbire zulmeti yaran kesif bir ışık huzmesi kamaşdırıyor gözlerini. T.B.M.M., yüksek öğrenim gören astsubaylara ilave bir derece intibak hakkı veren bir Kanun çıkartmış 1975 senesinin yaz aylarında. Kanun’un numarası 1923...

Yesem de yatışmıyor, yatsam da yakışmıyor. Millet Meclisi astsubaya hak veriyor, Cumhurun başı bu hakkı iptal ettiriyor. Benim devletimi idare edenler nasıl oluyor da bu kadar fütursuz ve zalım davranıp benim yüksek öğretim hakkımı gasp edebiliyor?” diye devam etdi konuşmasına. Uğradığı haksızlığın acısını ve heyecanını ilk günkü tazeliğiyle hâlâ yaşıyor. Aramızda yüzlerce kilometre mesafe olmasına rağmen telefonda konuşurken kelimelerine katdığı davasına inanmışlık, heyecanı ve kararlılığı, sarfetdiği sözcüğün her hecesinde, her tonlamasında her boğumlamasında kendini hissetdiriyordu.

Kısa bir hasbıhâl’den sonra “Evladım!” dedi. "Mâzisini anlamayan istikbâlini tesis edemez. Biz astsubaylar, önümüzü görebilmemiz için tekrar tetkik etmemiz lâzım. Senden şu 1923’e bir bakmanı rica ediyorum” dedi. Bu vesileyle kendisine hörmetler eder ellerinden öperim.

Bir kaç kere zımnen de olsa Sayın Ersen GÜRPINAR da bu konuyu yazıları vasıtasıyla tavassut etmişdi bu tarafa. Emir büyük yerlerden. Mehabetimiz sonsuz. Savsaklamak âdetim değil. O zaman, bize de divitimizi hokkaya bir kere daha meccanen daldırmak düşüyor gayrı. Ne çıkarsa artık siz muhterem karilerin bahtına!

Sözlerime başlamadan evvel şunu ifade etmeliyim. Bu konu, 1970’li senelerde yüksek öğrenim görmüş üç beş astsubayın meselesi değil. Çünkü bu mesele geçmişde kalmadı. Bu mesele; astsubaylık yemini etmiş herkesin meselesi. Bu mesele hem geçmişimizi hem bugünümüzü hem de geleceğimizi derinden etkileyen bir mesele. Bugün emeklisiyle muvazzafıyla bütün astsubaylar, hattâ vefat eden meslekdaşlarımız ve eşi ve çocukları bile bu davanın acısını çekiyor.

Bu makâleyi yazmak epeyi vakdimi aldı. Sancı dolu ve uykusuz kaç gece geçirdim, kaç kere uykudan uyandım, hatırlamıyorum. Çevirilen dalavereleri gördükce hayretlere düşdüm, gözlerim yuvasından uğradı. Gördüklerime inanmak için defalarca okumak zorunda kaldım. O kadar ki ekrana fazla bakmakdan sinemde ekran yanığı meydana geldi. Bir hafta ilaç kullandım, gözlerimi açamadım. Yerli yerinde kullanabileceğim bir kelime, bir harf bulabilmek için kıvrandım. Çankaya, MSB ve AYM üçgeninde çevirilen bu danışıklı dövüşü sırf doğru anlamak ve doğru anlatabilmek için. Kimsenin vebalini almadan sadece doğruyu bulmak için.

Lâkin hayâlperest olmaya hâcet yok! Bu değerlendirme yazısını sonuna kadar okumak her babayiğidin harcı değil. “Hak” deyince aklına sadece “para” gelen ve sadece kendi menfaatinin tahakkukuna kilitlenmiş insanlardan, tarihin tozlu sayfaları arasında unutulup gitmiş böyle bir konuyu iştiyakla okumasını beklemiyorum.

Ne var ki ömrümü vakfetdiğim astsubaylık mesleğine olan sevgim, saygım ve gönül borcum gereği bu konuyu ele almak ve bu sancıyı çekmek zorunda hissetdim kendimi. Maksadım, Sayın Celâl ELBİR’in ifadesiyle elbette “Üzüm yemek, bağbanı dövmek” değil. Bu bağ, devlet babanın bağı. Sadece zabitan takımının değil. Peki, bu hınzır bağban, babamızın bağına desdursuz girip üstü buğulu salkım salkım üzümü kendi hapur hupur yutuyorsa ve bize yedirmiyorsa ne yapacağız? İşde o zaman ben, ayağa kalkarım! Tam da bu noktada meslek çınarlarımız Sayın Mehmet KAYALI ve Sayın Ersen GÜRPINAR’ın işaret etdiği 1923 sayılı Kanun ile astsubaya Meclis’in verdiği fakat askerlerin dolduruşuna gelen emekli asker Cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesi vasıtaysıyla gaspetdiği “eğitimde intibak hakkı” konusunu bugün bir kere daha değerlendirmenin önemi ortaya çıkıyor. Bu konu zamanında tetkik edilip peşine düşülseydi şayet eğitim intibakı konusunda bugün hâlâ yaşadığımız haksızlıkları çoktan halletmiş olurduk. Yüksek eğitim intibakı meselesini biz bugün çözüme kavuşdurmaz isek şayet bizden sonra gelen meslekdaşlarımız daha büyük sıkıntıları kucağında bulacaklar. Bu konuyu bugün gündem edip üstüne düşmezsek, vatana hizmet bayrağını teslim etdiğimiz genç astsubay arkadaşlarımız bir gün gelecek bizi hiç de hayır ile, dua ile yâd etmeyecek.

İntibah! Astsubaylar, Mücadele Meşalesini Yakıyor!

Sene, 1970... Akâmete uğrayan 9 Mart 1971 darbe teşebbüsü, ardından 12 Mart 1971 muhtırası... Sabah erken uyanan subay takımının daha gözlerinin çapağını yumadan darbeye yeltendiği çalkanltılı günler...

1967 tarihinde meriyete giren 926 sayılı TSK Personel Kanun’u kabul edileli daha 3 sene olmadan dedemin babasından yadigâr ilistire dönmüş. Hatırları hoş olsun. Subay efendiler, derenin suyunun neredeyse tamamını kendi tarlalarına akıtmanın saadetiyle huzurlu günler yaşıyorlar. Astsubaylar ise 1967 öncesini isli sırça kandil ile aramaya başlamış...

1970 senesine gelindiğinde sath-ı vatanda manzara-i umumiye şöyledir; hodbince ve astsubayları yok sayarak hazırlanan askerî Kanun’lar ile astsubaya en küçük subay rütbesi olan asteğmenin maaşından bile daha az maaş vermeye başlamışlar. Kendi yapdıkları darbe Kanun’ları ile zabitan takımı parsayı toplarken yeni fakat anlamsız isimlerle rütbe sayısını arttırıp astsubaylara adeta avara kasnak yapdırıp dam ardını dolan da gel demişler. Bugün daha şevkle harladığımız mücadele meşalesini tutuşduran kıvılcımı işde bu haksızlıklara karşı ayağa kalkıp göğsünü muhannete siper eden meslek büyüklerimiz ve gözü pek hanımları çakmış.

Yayını astsubay ve jandarma uzman çavuş hanımlarının gerdiği ok, yaydan çıkmış. Bu mücadelede astsubay hanımları ön saflarda kendilerine yer açmışlar. 16 Mayıs 1970; Astsubay eşlerinin Malatya nümâyişi. 22 Mayıs 1970; astsubay ve uzman jandarma çavuş eşlerinin Siirt’den Çoban Sülü’ye çekdiği telgraflar. 21/22 Mayıs 1970; Astsubay eşlerinin Ankara nümâyişi. Hemen ertesi gün, gene Ankara’da astsubay eşleriyle polis gardeşlerimizin saç saça baş başa meydan mücadelesi. 25 Mayıs 1975’de astsubayların kahraman eşleri ve çocuklarıyla Konya’da yürüyüşleri... Bir gün sonra, astsubayların gene aynı şekilde eşleri ve çocuklarıyla, Eskişehir’de, hemen az ilerideki Jet Üs Komutanlığına tanziren Şeker Fabrikasına yürüşü. 

28 Mayıs’da bu kez nümâyişler İstanbul’a sirâyet etmiş. Hadımköy’de bir araya gelen yiğit ablalarımız “alın teri, yokdur yeri!” deyip uğradıkları haksızlığı haykırmış dünya âleme...

30 Mayıs’da efeler diyarı İzmir ses vermiş mücadeleye. Astsubayların eşleri, önlerine polisin kurduğu beş barikatın beşini de kuranların başına geçirmiş... Daha ne yapsın ki? Ne dersiniz Bülent Bey? Siz olsanız, bu durumda dağa çıkar mıydınız?..

Haziran hulûl eylediğinde, mücadelenin bayrakdârlığı kartal bakışlı havacı astsubaylara geçer. Pasif direniş denen ve o zamana puluç statü hazretlerinin hiç teşerrüf etmediği akıllıca bir taktik ile memnuniyetsizliğini ifşâ ederler. Apoletli köhnemiş zihniyet statüsü “O da ne ola ki?” diye birbirilerinin sıfatlarına bakarlar bön bön. Bütün bu haksızlıklar yetmezmiş gibi, kör gözüm parmağına dercesine bu kez de yeni rütbe tezgahıyla astsubaylara gizli bir tenzil-i rütbe cezası verilir. Bütün bu olanlara tren-öküz ikilemesi misâli bigâne kalan gabi statü putu, yeni eylemlere bilerek zemin hazırladığının farkında değildir. Er gibi giydirilip beslenen astsubayların bulgur pilavı ve ayran aşıyla bir 50 sene daha idare edileceğinin hesabını yapmakdadırlar o kötü kalplerinden.

Ve bu sancılı senelerin tozu dumanı arasına sıkıştırılmış 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı. Harekâttan hemen sonra zabitan heyetinin gene kendine yontan ve astsubayları yok sayan mâli düzenleme orostopollukları...

Astsubay Mücadelesinin İkinci Evresi; İntifada!.

1975 senesi... Hava, kurşun kadar ağır, yeni günler asıl derin etki yapan ve ses getiren faaliyetlere gebedir. Astsubaylar, 926 sayılı Kanun ile 1970 senesinde yapılan düzenlemelerin getirdiği hem maddî hem de meslekî dayatmanın burgacında bunaltıcı günler yaşamakdadır. Geride kalan her günün sıkıntıları bardağı doldurmuşdur. Taşması için son bir damlanın yerine düşmesini beklenmektedir.

Astsubayların kahraman hanımlarının meşalesini çekdiği yığın yığın insanların meydanlara dökülmesiyle bardağa son damla düşmüş ve fırtına öncesi gözlenen sukût, tam ortasından yırtılmış. Yeni haklar almak şöyle dursun, gaspedilen haklarını geri almak için astsubay zümresinde intibah etkisini göstermiş ve nihâyet intifada uç vermiş. 1970 senesinde astsubay hanımlarının hak, hukuk, adalet gölüne çaldığı maya tutmuş; süt, artık yoğurt olmaya başlamışdır.

Ocak 1975 senesinde, yan ödeme ve tazminatlarda subaylara nazaran kendilerinin adeta yok sayıldığını farketmekde gecikmeyen astsubaylar gene sokaklara dökülür. 1970 nümâyişlerinde değişik günlerde üçer beşer sokağa çıkan astsubaylar, yiğit hanımları ve çocukları; bu kez daha örgütlü, haberli, bilinçli, dirençli ve kalabalık olarak hak arama mücadelesine alınlarının terini, çocuklarının nafakasını dökerler. Bu neviden eylemler 18 Nisan 1975 tarihine kadar hemen her şehirde çeşitli boyutlarda devam eder.

Vicdan ehli Milletin Vekili: Sayın Şener BATTAL ve Hamiyetperver 6 Arkadaşı

1970 senesinde patlayan astsubayların feryatları tam 5 sene sonra Yüce Meclisin çatısı aldında sedâ verir. Astsubaylar için artık birşeyler yapılması gerekdiğini gören vicdan sahibi milletin bir vekili, yanına hamiyetli 6 arkadaşını daha alıp hemen harekete geçer. Haksızlıkları bir nebze de olsa hafifletecek bir umut ışığı görünür zifiri karanlıkda. Kendi parasıyla okuyup üst öğrenimini tamamlayan astsubaylara, emsallerine göre bir derece ilavesiyle intibak verilmesi hususunda Konya Milletvekili 30 Haziran 1975 tarihinde bir önerge verir Yüce Meclise. Meclis binasının baş köşesinde “Hâkimiyet bilâkayduşart milletindir” yazıyordu nasılsa.  Ve bu söze yürekden inanıyordu Milletin Sayın Vekili.image002

1923 sıra sayılı Kanun’da 37 sıra numarasıyla gündem edilen ve 926 sayılı Kanun’un 137 inci maddesine “son bir fıkra” eklenmesi hakkındaki meşhur Kanun’dan bahsediyoruz. Önergenin görüşülmesi esnasında hükümet temsilcisi karşı çıkar bu önergeye. Verdiği teklifi savunmak için söz alan ve aynı zamanda Avukat olan Konya Milletvekili Sayın Şener BATTAL, hukuk tarihine altın harflerle yazılacak muhteşem bir savunma yapar Meclis’de. Bu savunmayı alıp, yarın Genelkurmay Başkanlığının duvarına asmak lazım!image004

O günkü birleşimde yeterli çoğunluk temin edilememiş. Sıkı bir kulis faaliyeti yapılmış olmalı ki ertesi gün yapılan oylamada 1923 sıra sayılı Kanun, Meclis’de ezici bir çoğunlukla kabul edilir. (Bkz. →).

image0061960 darbesinin ucubesi olan ve ekseriyetle emekli askerlerden mürekkep Cumhuriyet Senatosu vardır o zamanlarda. Kanun daha sonra, Meclis’in üzerinde hukûki bir makam olan Cumhuriyet Senatosuna gönderilir. Cumhuriyet Senatosu da Kanun’un tamamını gene ezici bir ekseriyetle onaylar. (Bkz. →).

Nihai onay için bu Kanun, daha sonra 950 râkımlı tepenin sâkinine gönderilir.

1923 ve 950 Râkımlı Tepenin Sâkini!

Bir ülke tahayyül ediniz. Bu ülkenin bir Cumhurbaşkanı var. Çok uzağınızda değil! Nefesiniz kadar yakın size. Başkente hâkim 950 râkımlı tepenin tam üstünde. Devletin başı. Bu sıfatla, Türkiye Cumhuriyetini ve milletin birliğini temsil ediyor. Soyadını, kendisine Mustafa Kemal Atatürk vermiş. Deniz Kuvvetleri Komutanlığından tekaüt denizci bir asker, Oramiral. Askeriyeden şapkasını alıp çıkdıktan sonra diplomatlık yapmış, kontenjandan Cumhuriyet Senatosu üyeliğine atanmış. Şu yalan ömrünün handiyse tamamını devlet hizmetine hasretmiş bir memur. Seciyesine göre; muhtıra vermemiş, darbeye teşebbüs etmemiş. Darbenin yanından bile geçmemiş. Tavsırına bakılırsa kendi halinde, halim selim bir insana benziyor aslında. Hattâ, astsubaylar hakkında bir kelime bile menfi fikir serdetmemiş. Fakat devr-i iktidarında bir istida vermiş ki hem dünyasını hem de ahiretini berbâd etmiş.

Hiç lüzumu yokken eteğindeki bazı fesat kumkumalarının dolduruşuna gelip bugün biz astsubayları hâlâ perişan eden “üst öğrenim intibak hakkımızı” gasp etmiş.

Şimdi geliniz, vatandaşın vergisinden maaşını alan bu muhterem şahıs, vakdi zamanında ne inciler dökdürmüş, ne işlerle iştigâl eylemiş, ne çamlar devirmiş, hep beraber muttali olalım.

Burada yeri gelmişken şunu söylemeliyim. O vakde kadar memlekete Cumhurun Başı olanların tamamı asker emeklisi. Ne âlâ bir memleket değil mi? Meclis’in kabul ettiği söz konusu Kanun’u Fahri beyin imzalamadan evvel oturup satır satır okuduğunu düşünmek saflık olur. Okumaz, okuyamaz! Kendisi emekli bir asker ve diplomat. Hukukcu değil ki. Bu sebeple imza için önüne gelen Kanun’ları okusa da anlayamaz. Anlamasını da beklemeyiz. Fahri bey, Meclisden çıkan Kanun’u tekrar görüşülmesi amacıyla Meclise geri göndermemiş. Bu Kanun’u en iyi ihtimalle danışmanlarına inceletti ve onların uygun görmesiyle basdı imzayı.

Fakat daha sonra ne oldu ki Fahri bey soluğu Anayasa Mahkemesinde aldı?

Astsubaylara yüksek öğretimde ilave bir derece veren 1923 sayılı Kanun, Fahri beyin 7 senelik Cumhurbaşkanlığı döneminde, Anayasa Mahkemesine götürdüğü ilk Kanundur. (Bkz.↓).

image012

1923 sayılı Kanun, 926 sayılı TSK Personel Kanun’una tam 89 maddelik değişiklik getiren bugünkü tabir ile torba bir Kanun. Ve bu Kanun maddelerinin hemen hemen tamamı; subayların kadrosunu ve albay kontenjanını arttıran, yaş hadlerini uzatan ve maaşlarına zam getiren bir Kanun. Nereden bakarsan bak, her rütbeden subaylara ballı börek misâli sayısız nimetler ve hattâ yeni imtiyazlar getiren bu Kanun’un 89 maddesinden sadece birisi, 137 inci maddeye eklenen “son fıkra” olan “c” fıkrası, astsubayların eğitim hakkının iyileştirilmesine matuf.

Kendisi emekli bir subay olan ve  yazdığı kitaplardan tanıdığım millî duruşlu bir Senatör olan Sayın Haydar TUNÇKANAT, Kanun Senato’da görüşülürken iki kere söz alıyor. Bu meşhur konuşmasında, Kanun ile subaylar hakkında yapılacak düzenlemelerin hemen tamamına karşı çıkıyor. Diyor ki;

Bu Kanun ile orduyu dinazorlar diyarına çevireceksiniz. Elini sallasan elinin her bir parmağı beş generale, ellibeş albaya değecek karargâhda, kışlada. Fazladan 5 general kadrosu ihdas etmek demek şu fukara milletin parasını üçbeş generalin cebine akıtmak demekdir. Generaline göre yeni kadrolar ihdas ediyorsunuz

diyor. Fakat bu haklı itirazlarına itibar edilmiyor, davulcu osuruğu mesabesinde kalıyor.

Fahri bey, Haydar beyin bu itirazlarını duymuş olmalı. Duymakla mükellef. Meclis’deki locası her an gidip orada taze sıkılmış portakal suyu içecekmiş gibi hazır vaziyette tutuluyor, gördüm. Duymadım diyemez. Üstelik söz konusu Kanun’u tekrar görüşülmek üzere Meclis’e geri göndermiyor. Haydar beyin ileri sürdüğü bütün bu mahzurlara rağmen Kanun’u imzalamakda beis görmüyor. Son aşama olarak, 1923 sayılı Kanun 11 Temmuz 1975 günü Resmî Gazete’de yayınlanıp meriyetülicrâya giriyor.

Atam sözü der ki; Türk’ün aklı, başına ya kaçarken ya da sıçrarken gelir!. Bu ebemdedem sözü ne kadar doğru, bilemem. Herkes kendinden pay biçsin. Lâkin bu mâkalede ele alınan Anayasa Mahkemesinin hisseli harikalar kumpanyası için şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Fahri beyin aklı başına sıçrarken gelmiş. Sen önce subay lehine yapılan onlarca Kanun’a ses çıkarmayıp imzala. Sonra, mesele astsubayın Anayasa’dan neşet eden bir danecik hakkının verilmesine gelince ayağa kalk!

Yaprağını yerken, kıtır kıtır; sapına gelince, meeee!. Öyle mi, Fahri Bey?

Cumhurbaşkanı Sayın Fahri KORUTÜRK, kendi parasıyla yüksek öğrenimini tamamlayan astsubayların taltıf edilmesi gayesiyle; Meclis’de, 272 vekilden 248’inin reyi ile ve 130 üyenin katıldığı Cumhuriyet Senatosu’nda ise 123 senatörün reyi ile kabul edilen Kanun’un 137nci maddesinin (c) fıkrasını iptal ettirmek işini gücünü bir kenera bırakıyor. Cumhurbaşkanlığı ve Anayasa Mahkemesinin tarihinde bir ilk meydana geliyor. İlk defa bir Cumhurbaşkanı, oturup bir dilekce yazıyor Anayasa Mahkemesine teslim ediyor...

Sayın Cumhurbaşkanının dava dilekcesini Anayasa Mahkemesine teslim etdiği günü bilmiyoruz. Anayasa Mahkemesi, Fahri beyin istidasını 14 Ekim 1975 günü incelemeye başlıyor. Tam 5 ay sonra, 16 Mart 1976 tarihinde karar veriyor. Makâlemizin bundan sonraki kısmında; önce Fahri beyin davasını savunmak için ortaya koyduğu iddiaları ve sonra da Millî Savunma Bakanlığı temsilcisinin savunmasını kısmen tek tek inceleyeceğiz. Böylece; dökülen incileri, devrilen çamları, yalan rüzgârına kapılıp hoyratca sürüklenen kelime oyunlarını ortaya çıkartacağız.

Sayın Fahri KORUTÜRK; T.C.’nin İlk Davacı Cumhurbaşkanı!

1923 sayılı Kanun’un Anayasa Mahkemesine dava edilmesine dair bazı temel bilgileri şimdiden paylaşmakda fayda var;

  • Bu dava, T.C. Cumhurbaşkanlığı tarihinde, Anayasa Mahkemesine açılan ilk davadır. Başka bir ifadeyle, T.C. Cumhurbaşkanlığı tarihinde bir Cumhurbaşkanı, davacı sıfatıyla Anayasa Mahkemesine ilk kez dava açmışdır.
  • Bu dava, Anayasa Mahkemesinin tarihinde, bir T.C. Cumhurbaşkanının davalı sıfatıyla müdahil olduğu ilk davadır.
  • Cumhurbaşkanı Sayın Fahri KORUTÜRK, tebliğ edilmesine rağmen Anayasa Mahkemesindeki duruşmaya kendisi gitmemiş. Fahri bey, yerine bir temsilci de göndermemiş. Ve temsilci göndermeme sebebini Anayasa Mahkemesine bildirmemiş. Fahri bey, dava dilekcesini Anayasa Mahkemesine teslim etmiş, hepsi o kadar. Hakikaten kuşku verici bir durum. Görmek isterim. Dava dilekcesindeki imza gerçekden kendisine mi ait acap?
  • Fahri bey duruşmaya gitmediği ve kendi yerine temsilci de göndermediğinden dolayı inceleme evrak üzerinde sürdürülmüş.
  • Fahri beyin dava dilekcesinde sadece kendi makamı ve ismi varken nasıl olmuş da Millî Savunma Bakanlığı davaya müdahil olmuş, ben bulamadım.
  • Davanın mahkemede görülmesi esnasında astsubayların ya da astsubayları temsilen herhangi bir derneğin davaya müdahil olmaması dikkat çeken bir husus. Cumhurbaşkanı, M.S.B ve A.Y.M. bir araya gelmiş; kendileri çalımış, kendileri oynamış. Dava sürecinde astsubaylar tam anlamıyla sahipsiz kalmış.
  • Davacı sıfatıyla Cumhurbaşkanı ve nasıl olduysa müdahil sıfatıyla Millî Savunma Bakanlığı ele ele verip astsubayın hakkını gasp etmek için alenen işbirliği yapmışlar.
  • Bu esnada Genelkurmay Başkanlığının davayı Cumhurbaşkanının isteği doğrultuda etkilemek için sutre gerisinden manevralar yapdığını tasavvur etmek zor değil.
  • Fahri beye atfedilen “başlangış derecesi konusunda astsubayın emsali, subaydır” savına dair mahkemeye verdiği arzuhalinde herhangi bir ifade, ibare, kelime bulamadım. Çünkü yok! Ortaya atılan bu iddianın mesnedinin ne olduğunu ben de merak ediyorum.
  • Makâlemizde sadece Davalı Sayın Cumhurbaşkanının ve kısmen de Müdahil Millî Savunma Bakanlığının dava hakkında ileri sürdüğü savları inceleyeceğiz. Anayasa Mahkemesi’nin karar gerekcesini başka bir makâlede değerlendireceğiz. Bu makâle yeterince uzun oldu. Tamamını okumak için kağıt kokusunun müptelâsı olmak gerek. Okuyanları da şimdiden tebrik ediyorum. Ankara’ya yolları düşerse, buyursunlar bir çorbamızı içsinler!
  • Bu makâlenin gayesi; 1923 sıra sayılı Kanun’un 37nci maddesi olarak kayıtlara geçen, 926 sayılı TSK Personel Kanun’u madde 137/c olarak bilinen ve yüksek öğrenimini tamamlayan astsubaylara “ilave bir derece intibakı” verilmesini öngeren hükmü, sade bir vatandaş olarak değerlendirmekdir. Hukûki bir değeri de yokdur. Asıl amacım, hukuk tahsil etmiş kişilerin 1923 sayılı Kanun’u derinlemesine incelemesi için yol açmakdır.
  • Bu makâlenin amacı; kimseyi suçlu ilan etmek, tahkir, tezyif ya da hakaret etmek değildir. Ancak iptal edilen Kanun hükmünden doğrudan zarar görmüş bir astsubay olarak, davacı Cumhurbaşkanı ve müdahil Millî Savunma Bakanlığının mahkemede ileri sürdüğü savların; yanlış, yalan, hatalı, eksik ve kasden tevil edildiğini bilgimiz ölçüsünde ortaya koymak da ömrünü astsubaylığa hasretmiş bir vatandaş olarak hakkımızdır.

Cumhurbaşkanı ve Astsubay isimli bu makâlemiz, takip eden günlerde neşredeceğimiz Anayasa Mahkemesi ve Astsubay isimli makâlemizim mütemmim cüz’üdür. Birlikde mütalâa edilmelidir.

İşin bir tuhaf tarafı da şu. Ben, muhabereci bir astsubay idim. Hukukcu değilim. Bu dava hakkında bilgi, makâle vb. aradım fakat bulamadım. Hukuk tahsil etmiş astsubay meslekdaşlarımız bu meseleye 1976 senesinden beri nasıl bigâne kalabildiler? Bunca hukukcu astsubay dururken bu konuya muhabereci bir emeklinin mürekkep damlatmasına ne demeli? Hani, nerede yüksek lisans yapmış, hattâ doktor olmuş hukukcu astsubaylarımız? Ekmeğini yediği bu ocağa hiç mi minnet borçları yok? Bu konuyu ele almak onlara daha çok yakışmaz mı?

Benim kanaatim o dur ki astsubayların yüksek öğretim intibakı konusunda hukuk, 1976 senesinde yanlış hüküm vermişdir. Bunun mesnetlerini yeri geldiğinde fâş edeceğiz. Hukuk, bugün bu yanlışdan tez elden dönmelidir.

Şimdi gelelim davanın seyrine. Bakınız, Fahri bey ne inciler dökdürmüş istidasında;

Cumhurbaşkanı Sayın Fahri KORUTÜRK’ün dava dilekcesinden;

İptal davasını açan: Cumhurbaşkanı

İptal davasının konusu: 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 3/7/1975 günlü ve 1923 sayılı Kanunun 37. maddesiyle değişik 137. maddesinin (C) bendinin  ikinci cümlesindeki "....... görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubayların intibakı; aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâve edilmek suretiyle bulunacak derece ve kademelerden hizmete başlamış kabul edilir." kuralının Anayasa'nın 12 inci maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı düştüğü gerekçesiyle iptali istenmiştir.

I. İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ:

Davacının ileri sürdüğü iptal istemi gerekçesi aynen şöyledir;

(Türk Silâhlı Kuvvetlerinde vazife görmekte olan astsubaylardan çalışkan ve yetenekli olanları ihtiyaç duyulan meslek ve branşlarda fakülte ve yüksek okullara gönderilmekte ve başarılı olmaları halinde 926 sayılı Kanunun 14 ve 109 uncu maddeleri gereğince öğrenimleri ile ilgili sınıflarda kullanılmak üzere subaylığa geçirilerek kendilerine subaylık hakkındaki hükümler uygulanmaktadır.”...

Yukarıdaki parağrafı, hemen aşağıda gördüğünüz aynı Kanun’un 14üncü maddesinden aldım. Fahri beyin dava dilekcesinde kasden gırpıp gırpıp guşa çevirdiği o kelimeleri okuyunuz bakalım, aslı neymiş! (Bkz.↓).

 image014

Fahri bey, dava dilekcesine şu ifadeler ile devam eylemiş;

Hal böyle iken, 1923 sayılı Kanunun Millet Meclisi Genel Kurulunda görüşülmesi esnasında hükümet tasarısına uymayan ve hükümetin muhalefetine rağmen bir önerge ile ilâve edilen yukarıdaki fıkra hükmü, Silâhlı Kuvvetlerde bazı ihtilâflara sebep olacak ve askeri düzen ve hiyerarşiye uymayacak nitelikte görülmektedir.

Kör gözün gör dediği: Fahri bey ne buyurmuşlar; “gönderilmekte”, “geçirilerek”, “uygulanmaktadır”, “hükümet tasarısına uymayan”, “hükümetin muhalefetine rağmen bir önerge ...

Burada filim çeviren makineyi durduralım! Ferini tazelemek için gözlerimizi şöyle bir ovuşduralım. Taze ve derin bir nefes alalım! Millî Savunma Bakanlığının temsilcisi (İfadesinden hukukcu bir memur veya hâkim sınıfından bir subay olduğu anlaşılıyor) bakalım neler demiş.

Millî Savunma Bakanlığınca gönderilen temsilcinin sözlü açıklamasında ve 3 şubat 1976 günlü yazısında:

"Bu hükümle, yüksek öğrenim gören astsubaylar, yüksek öğrenim görmeyen astsubaylar şeklinde iki zümre teşekkül ettirilmiştir. Ve bu iki zümreden görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubaylar lehine bir imtiyaz tanınmıştır. Bunlar bu öğrenimleri kendileri yapmaktadırlar. Silâhlı Kuvvetler hizmet ihtiyacı gerektiği vakit astsubaylardan fakülte veya yüksek okullarda okutma durumundadır. Üniversitelerin çeşitli fakültelerini veya yüksek okulları bitiren ve 30 yaşından büyük olmayan astsubaylar ihtiyaç varsa öğrenimlerinin ilgilendirdiği sınıflarda teğmen rütbesiyle muvazzaf subaylığa geçirilebilirler. Bundan başka; başçavuşluğun ilk üç yılında bulunan, sicil not ortalaması sicil tam notunun %85 ve daha fazla olan, genel kültür, karakter ve ahlâk yönünden subay olmaya lâyık bulunan ve yapılacak meslek sınavlarını kazanan mümtaz astsubaylar teğmen nasbedilebilirler.

Kör gözün gör dediği:Bunlar (astsubayları kasdediyor) bu öğrenimleri kendileri yapmaktadırlar”, “hizmet ihtiyacı gerektiği vakit”, “okutma durumundadır”, “ihtiyaç varsa”, “geçirilebilirler”, “ahlâk yönünden subay olmaya lâyık bulunan”, “nasbedilebilirler.

Can dostlar, hem Fahri beyin hem de MSB temsilcisinin mahkeme tutanağında kayda geçirilen ifadeleri aynen böyle. Bakalım her iki zevat neler demişler, buyurunuz;
  • Fahri bey; astsubayları “Üniversiteye TSK gönderir” diyor,
  • MSB Temsilcisi; Hayır efenim! Ne münasebet!  Astsubayları kasdederek; “bunlar eğitimlerini kendileri yapmaktadırlar. Astsubaylar, kendileri üniversiteleri bitirir” diyor.
  • Fahri bey; “Üniversiteyi bitiren astsubaylar subaylığa geçirilir” diyor,
  • MSB Temsilcisi “Hayır efenim! Ne münasebet! “geçirilebilir” diyor. Üstelik, “ihtiyaç da varsa.”
  • Fahri bey; “Uygulanmaktadır” diyor,
  • MSB Temsilcisi “Hayır efenim! Ne münasebet! Subay olmaya lâyık bulunan astsubaylar, teğmen nasbedilebilir.” diyor.

Savunmasında, MSB temsilcisinin dikkat çeken bir ifadesi daha var ki tam anlamıyla bir kepazelik. Bakınız ne buyurmuşlar “...karakter ve ahlâk yönünden subay olmaya lâyık bulunan ve yapılacak meslek sınavlarını kazanan mümtaz astsubaylar, teğmen nasbedilebilirler.

Gördünüz! Bu ifade, Millî Savunma Bakanlığına ait. Diyor ki; “Muvazzaf astsubayların hepsi ahlâk yönünden subay olmaya lâyık değildir.” Mefhumu muhalifinden bakalım bu ifadeye; “Orduda görevli astsubaylardan bazıları ahlâksızdır. Ve biz bu ahlâksız astsubayları subay yapmayız!” 926 sayılı TSK Personel Kanun’u madde 109’dan alınma bir ibare bu. Şu önyargıya, peşin hükümün seviyesine bakar mısınız?

Ahlâksız dediğiniz astsubayları, siz subaylar seçdiniz. Yetmedi, astsubay okullarının öğretmenliğini de siz subaylar yapdınız. Astsubay ahlâksız ise şayet bunun suçu da size aitdir.

Her ağacın çürük meyvesi olur, vardır. Astsubay ahlâksız ise şayet, ordudan ihraç etmenin bin türlü yolu vardır. İyi bilirsiniz siz o yolları. Ağaç bile çürük meyvelerini dalında tutmaz, döker. Ahlâksızlığını tesbit ettiğiniz astsubayları ordudan ihraç etmek için neyiniz eksik? Yüreğiniz mi? Aklınız mı? Ağaç kadar da mı olamıyorsunuz?

  • Yoksa astsubay olacakları bilerek mi ahlâksızlardan seçiyorsunuz?

Şecaat arz edeyim derken merd-i kıpti, sirkatin söylermiş! Bu ifadeyle Millî Savunma Bakanlığı ve işin asıl sahibi olan Genelkurmay Başkanlığı, astsubayların hepsini ahlâklı insanlardan seçmeyi beceremediğini itiraf ediyor.

Ordudaki astsubayları ahlâksızmış gibi gösterip töhmet altında bırakmak kimsenin haddi değildir. Geçmişde kalmış demeyiniz kıymetli yiğitler. Bu zihniyet bügün de hâlâ geçerlidir. 926 sayılı TSK Personel Kanun’unda hâlâ bügün bile sadece iki adet “... ahlâkî durum sebebiyle..” ibaresi var. Biliniz bakalım, Millî Savunma Bakanlığı bu yaftayı kime yakışdırmış?

Ne pahasına olursa olsun ordudaki astsubayların hepsi ahlâklı olmak zorundadır. Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun astsubayını böyle tahkir edici şekilde tavsif etmeye kimsenin hakkı yokdur. Haddine de değildir! Bu ifadesinden dolayı Millî Savunma Bakanlığı bugün ortaya çıkıp astsubaylardan özür dilemelidir.

Bu küstahca yaftalamanın elbet bir bedeli olmalıdır. Hukuk ehli olanlar söylesinler. Mümkünü var ise şayet bu iftirasından dolayı MSB’yi ben dava edeceğim.

Kısa bir dil bilgisi kuralı hatırlatması:

Güzel Türkcemizin kiplerinden birisi de Haber (Bildirme) kipidir. Zaman kavramı taşıyan Haber (Bildirme) kipi, zaman kavramına göre Geniş Zaman sınıfında yer alır. Fiil kök veya gövdesine "-r" ; "-ar/-er" ; "-ır/-ir/-ur/-ür" eki getirilerek söz konusu olan işin vb. geçmiş, şimdiki ve gelecek zamanların tümüne ait olduğunu, yani her zaman tekrarlandığı bildirir.

Bu cümleden olmak üzere, mahkemeye verdiği dilekcesindeki tümcelerinde Fahri bey, Haber (Bildirme) kipinin Geniş Zamanından fiiller kullanmış.

Bir örnek verelim;

Fahri bey; “Üniversiteyi bitiren astsubaylar, subaylığa geçirilir” diyor. Peki hakikat öyle mi? Hakikati MSB Temsilcisi söylüyor ve Fahri beyi bir kere daha yalanlıyor. Bir örnek daha verelim;

Geldikleri gibi giderler diyorsanız, gelenlerin gitme ihtimali yüzde yüzdür. Tarih bile böyle yazmışdır.

Dilimizdeki diğer bir kip de “yeterlik kipi” denen bir fiil yapısıdır. Fiillere bir işi yapabilme, gücü yetme, rica, izin verme ve ihtimal anlamı kazandırır. Fiillere –abil, –ebil sonekleri ilave edilerek yapılır. Durağan bir fiil kipidir, eylem ifade etmez.

Bu ifadeyi örnekle açalım;

Ben okula gidebilirim diyorsanız; bu ifade, okula gideceğiniz anlamına gelmez. Gitme ihtimalinin oranı, yüzden aşağı doğru hızla düşer. Sıfır bile olabilir. Mahkemedeki savunmasında MSB Temsilcisi  cümlelerindeki fiilleri “yeterlik kipleri”nden seçmişdir. Doğru da yapmışdır, çünkü Kanun’da öyle yazıyor.

MSB Temsilcisi ne diyor? “Subay olmaya lâyık bulunan astsubaylar, teğmen nasbedilebilirler.” diyor. Yukarıda gördüğünüz üzere, Kanun’da yazan ifade aynen böyle. Peki uygulaması var mı? Cevap gene MSB Temsilcisinden geliyor; “Bildiğim kadarıyla yok!

Netice itibariyle her iki şahısın kurduğu cümlenin, fiilinden dolayı anlamları arasında tam bir kakafoni var. İster cehalet deyin ister kelime oyunu deyin. Benim kanaatim, ikincisi daha muhtemel.

Hakkını teslim etmek lazım, MSB Temsilcisi şahıs, Kanun lafzı ile konuşuyor. Cümlelerini, Kanun’da yazılan fiil kipleri ile kuruyor ve doğrusunu söylüyor.

Fahri beyin durumunu ise varın siz tahayyül edin.

Netice itibariyle, Fahri bey ile MSB Temsilcisi arasındaki kakafonide ihtimal, yüzde sıfır’dır. Nasıl mı? Buyurunuz;

Mahkemede MSB temsilcisi doğru söylüyor fakat Fahri bey en hafif tabir ile şaşıyor. Ve Anayasa Mahkemesini aldatıyor. Fahri beyin “var”, MSB Temsilcisinin “yok” dediği soruya MSB temsilcisinin mahkeme kayıtlarına geçen ifadesinden ve kendi ağzından dinleyelim;

Millî Savunma Bakanlığı temsilcisi, Anayasa Mahkemesindeki sözlü savunmasında bu yollardan subay nasbedilmiş astsubay mevcut olup olmadığı sorusuna "Benim bildiğim kadariyle yok" cevabını vermiştir.”

Bu satırdan şu hakikatleri öğreniyoruz,

  • Mahkemenin görüldü tarih itibariyle, üst öğrenim yapdıktan sonra T.C. Ordusunda subaylığa nakledilen “bir tek” bile astsubay yok!
  • Fahri bey, 926 sayılı TSK Personel Kanun’unun hiç uygulaması olmayan 14 ve 109 uncu maddelerini sanki hergün uygulanıyormuş gibi göstermişdir. Ayrıca, subay olma koşullarından en önemlisi olanı “ihtiyaç da varsa” şartını dava dilekcesine hiç yazmamış ve kasden saklamışdır. Verdiği bu mesnetsiz, asılsız, eksik ve yalan yanlış bilgiler ve kelime hileleriyle mahkemeyi kandırmışdır.

Görüyor musunuz, Fahri beyin oynamaya tevessül etdiği elvan çeşitli ucuz kelime oyunlarını? Orostopolluğun dik alasını çevirmiş beyefendi.

Fahri beyin “ak” dediğine, MSB temsilcisi “kara” diyor.

Fahri beyin “var” dediğine, MSB temsilcisi “yok” diyor.

Fahri beyin dava dilekcesinin bu kısmında ileri sürdüğü gerekcelerin tamamının koca bir “yalan” olduğunu söylüyor MSB temsilcisi. Üstelik her iki şahısın ifadesi, Anayasa Mahkemesi karar metninde peş peşe, alt alta, yan yana, diz dize, koyun koyuna duruyor. Ne diyelim! Takdir-i İlâhi bu olsa gerek!

Sonra, Fahri bey incileri dökmeye devam ediyor. Diyor ki, “hükümet tasarısına uymayan ve hükümetin muhalefetine rağmen bir önerge ...

Muhterem Fahri bey. Meclis, illâ ki hükümetin tasarısına uymak zorunda değil. Gelip size danışmasını da beklemeyiniz. Muhalefet partisinden de bir milletvekili pekâla önerge verebilir. Herhangi bir vekilin önerge vermek gibi meşru hakkını Kanun’a aykırı bir durum gibi göstermek size yakışmıyor. Ayrıca haddinize de değildir. Nihâyetinde sonucu milletin vekillerinin oyları tayin eder, değil mi?

İkincisi, hükümetin muhalefetine rağmen, Meclisin Kanun yapması sizi niye rahatsız etdi? Subayları ilgilendiren onlarca Kanun maddelerine meslekdaşınız Senatör Sayın Haydar TUNÇKANAT’ın itiraz şerhini okudunuz mu? Bu sudan bahanelerle dava gerekcenizi teşdit etmek şöyle dursun kelimenin tam anlamıyla sulandırmışsınız.

Ve ayrıca buyurmuşsunuz ki “ilâve edilen yukarıdaki fıkra hükmü, Silâhlı Kuvvetlerde bazı ihtilâflara sebep olacak ve askerî düzen ve hiyerarşiye uymayacak nitelikte görülmektedir.

Keşke bugün zihayat olsaydınız da buradaki düşüncenizin sadece ucuz bir kuruntudan ibaret olduğunu kendi gözlerinizle müşahade etseydiniz. 1975 senesinde astsubaylar sadece ikinci derecenin doksandokuzuncu kademesine kadar yükselebiliyordu. Bir Molla Kasım zuhur eyledi 2012 senesinde. Ve astsubaylara en son derece ve kademeye kadar yükselme hakkı verdi. Bunca zaman geçdi, “Silâhlı Kuvvetlerde hiçbir  ihtilâfa sebep olmadı ve askerî düzen ve hiyerarşi hazretlerine uymayan bir vukuat hulül etmedi, hamdolsun!

1923 sayılı Kanun ile verilen ve bizzat sizin iptal ettirdiğiniz üst öğrenim hakkını astsubaylar taa 1975 senesinde alsaydı gene bir şey olmayacakdı. Hattâ, kendi parasıyla ünversitede okumuş astsubayın okulda edindiği bilgi ve beceriden gene sizler istifade edecekdiniz. Bunu engellediniz de elinize geçdi? 1975-2012. Tam 37 sene eder. Sizin arkasına saklandığınız puluç statü putunu 2012 senesinde Molla Kasım serçe parmağıyla yıkdı. Ruhunuz şâd(!) olsun!

Fahri beyin dava dilekcesindeki ifadelerini deşmeye devam edelim bakalım ortaya ne çıkacak!

Fahri beyden naklen;

Şöyle ki;

Önerge ile ilâve edilen fıkra, 657 sayılı Devlet Memurları Yasasına paralellik yaratabilmek için konulmuş olup onun âmir hükmünü anımsatmaktadır. Buna göre yüksek öğrenim yapan astsubaylar, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesi ilk intibak ettirildiklerinde, Devlet memurlarından aynı öğrenimi görenleri bir derece geçtikleri gibi, fakülte veya yüksek okul mezunu subaylardan da bir derece ileri geçmektedir. Örneğin, Fen Fakültesini bitirmiş bir subay, 8 inci derecenin l nci kademesinden aylığa hak kazanacak, fakat aynı fakülte mezunu bir astsubay ise, "aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesi ile intibak" ettirileceğinden 7 nci derecenin l nci kademesinden aylık alacaktır.

Dayanılan Anayasa kuralı : Eşitlik

"Madde 12- Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz."

Sonuç ve istek : Yukarıda arzedilen sebeplerle, 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 137. maddesi (C) bendinin (görevde iken ......) diye başlayan ikinci cümlesi Anayasamızın eşitlik ilkesine aykırı bulunmakla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 149. maddesi gereğince iptaline karar verilmesini saygılarımla rica ederim.)

II. YASA METİNLERİ:

1-Anayasaya aykırılığı dava edilen 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanununun 11 Temmuz 1975 günlü ve 15292 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 1923 sayılı Kanunun 37. maddesiyle değiştirilen 137. maddesinin (C) bendinin ikinci cümlesi aşağıdadır:

"Görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubayların intibakı; aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâve edilmek suretiyle bulunacak derece ve kademelerden hizmete başlamış kabul edilir."

2- Dayanılan Anayasa kuralı :

Dayanılan Anayasa'nın 12. maddesi de şöyledir:

"Madde 12- Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir.

Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz."

Buraya kadar yazılanları anlamak için hukuk tahsil etmek gerekmez. Bu sebeple tefsire gerek yok kanaatindeyim. Benim üzerinde duracağım husus, Fahri beyin dilekcesinde ifade etdiği bazı kelime ve cümleler. Dava dilekcesinde nasıl mesnetsiz ve asılsız ifadeler kullandığına siz karar verin gâri.

Öncelikle, yukarıda dava dilekcesinin metninde koyu renkli yazılan sözcük ve tümcelere dikkat buyurunuz.

Kör gözün gör dediği: Buna göre yüksek öğrenim yapan astsubaylar, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesi ilk intibak ettirildiklerinde;

  • -    Devlet memurlarından aynı öğrenimi görenleri bir derece geçtikleri gibi,
  • -    Fakülte veya yüksek okul mezunu subaylardan da bir derece ileri geçmektedir.

Fahri bey, davalı Cumhurbaşkanı sıfatıyla Anayasa Mahkemesinde astsubayı dava etdiğiniz tarihde, harp okulları teğmen rütbesinde subay mezun veriyordu. Genelkurmay Başkanlığımız 1970 senesinde kıvrak bir manevrayla, harp okullarından asteğmen rütbesiyle subay mezun etmeye son verdi. Böylece harbiyeli yavrularınızı, asteğmenliğin üzerinden takma kanat ile uçurup doğrudan teğmenliğe terfi ettirdiniz. Bu tarihden itibaren, asteğmen ihtiyacını yüksek öğretim mezunu yükümlülerden temin etmeye başladınız. Davanın görüldüğü 1976 senesinde 3 senelik, 1979’dan sonra da 4 senelik harp okulu eğitimi ile mezun ettiğiniz teğmen, 8’inci dereceden göreve başlıyor. Vatan görevi için kışlaya koşup gelen ve asteğmen rütbesi takdığınız bu vatanın evlatları da teğmenler gibi 4 senelik yüksek okul mezunu. Hem o tarihde hem de bugün itibariyle; eğitim seviyesi aynı olmakla beraber, asteğmeni, teğmenin hep bir derece aşağısından göreve başlatıyorsunuz. Söyleyiniz Fahri bey! Asteğmen, üniversite mezunu değil mi? Asteğmen, asker değil mi? Asteğmen, subay değil mi? Yarbaylara Kanunsuz olarak verdiğiniz ¼’ünde yapdığınıza benzeyen bu hülleyi bakalım hukuk, ne zaman keşfedecek.

Demidir, söyleyelim; harp okulu, niçin asteğmen rütbesinde subay mezun etmez? Bu da ayrı işlenecek bir konu.

Bu izahatı vermek zahmetine katlanmanın sebebi, Fahri beyin yukarıda ifade buyurduğu gerekcenin de koca bir yalan olduğunu ortaya çıkarmak içindir. Nasıl mı?

Bakınız, Fahri bey yukarıda şöyle diyor; “yüksek öğrenim yapan astsubaylar, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesi ilk intibak ettirildiklerinde;

  • Devlet memurlarından aynı öğrenimi görenleri “bir derece” geçtikleri gibi,
  • Fakülte veya yüksek okul mezunu subaylardan da “bir derece” ileri geçmektedir.

Makarayı tekrar durduralım. El çabukluğu, laf ebeliği ve söz kalabalığı marifetiyle yapılan “tırnakcılığı” görebilmek için hülle karelerini tek tek ve ağır ağır oynatmamız gerekecek. Davanın görüldüğü tarih itibariyle, subay ve astsubayların başlangıç derecesini gösteren tablolar aşağıdadır. (Bkz.↓).

image016

 image018

Ayrıntı, bakmak ile görmek arasındaki incecik cızgının gıldan ince gölgesinde nihândır! Her iki tabloya bir kere daha nazar eyleyiniz ve söyleyiniz bakalım, şu fakirin gördükleri yanlış mı?

Birinci tabloya göre, subayın (asteğmenin) başlangıç derecesi kaç? El cevap; 8

İkinci tabloya göre astsubayın (astsubay çavuş) başlangıç derecesi kaç? El cevap; 10

Peki, aldım kabul etdim. Fahri bey, yukarıdaki ifadesinde ne diyordu? Bir kere daha alalım bu satırlara; 

... Yüksek öğrenim yapan astsubaylar, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesi ilk intibak ettirildiklerinde;

Devlet memurlarından aynı öğrenimi görenleri “bir derece” geçtikleri gibi,

Fakülte veya yüksek okul mezunu subaylardan da “bir derece” ileri geçmektedir.

Bu ifadelerden birincisi doğru, fakat ikincisi yanlış. Fahri bey, bir doğrunun içine çok daha büyük ve ağulu bir yanlışı karışdırmış ve bir yalan salatası hazırlamış.

Ne yazık ki mahkeme heyetinin ikisi hariç hepsi ağulu yalan salatasını afiyetle yemişdir. Şöyle ki; yüksek öğrenim yapan astsubayların, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâvesiyle ilk intibak ettirilmesiyle;

  • Devlet memurlarından aynı öğrenimi görenleri “bir derece geçdiği” DOĞRUDUR, fakat
  • Fakülte veya yüksek okul mezunu subaylardan da “bir derece ileri geçdiği” YALANDIR.

Nasıl mı? Yukarıdaki her iki tablonun en altındaki subay ve astsubay başlangıç derecelerini bir kez daha tetkik ediniz. Bu parağrafın önceki bölümlerinde arz etdim. Fahri beyin “subay” diye nitelediği kişiler, üniversitelerden alınan fakülte veya yüksek okul mezunu teğmenlerdir.

Dikkat ediniz. Teğmenler, astsubaylara göre daima kaç derece yüksekden başlıyorlar? El cevap; 2 derece yüksekden. Öyleyse, burada doğru olan şudur; Yüksek öğrenim yapan astsubayların, aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tesbit edilen giriş derece ve kademesine bir derece ilâve ile ilk intibak ettirilmesiyle; subay lehine olan aradaki 2 derece, bir dereceye düşmekdedir. Böyle olunca da astsubaylar, asteğmenler ile “aynı dereceye” gelmektedir. Bu durumda dahi astsubaylar, teğmenin bir derece aşağısında kalmaktadır.

Bu denklemde, ikinci bir ihtimal daha var. Ki bu ihtimalde bile astsubay, en fazla teğmen ile aynı seviyeye geliyor. Bir başka ifadeyle, 1923 sayılı Kanun’un getirdiği düzenleme neticesinde üst öğrenim yapmış astsubayın, teğmeni geçmesi hiçbir şekilde mevzu bahis değil.

Ayrıca Fahri bey dava dilekcesinde, yüksek öğrenim gören astsubayların “aynı öğrenimi gören Devlet memurlarını bir derece geçtiklerini” ifade buyurmuşlar. Evet doğrudur. Geçecek idi fakat sayenizde geçemedi. Gıçınıza gınayı yakınız! Çünkü, siz bunu engellediniz. Böylece, astsubaylığı Devlet memurluğu ile aynı ayara getirdiniz.

Arkadaşlar; askerlik, bir meslek değil, bir hayat tarzıdır. Denizcilik ise askerlikden iki misli daha çileli ve meşakkatli bir görevdir. Denizciliğin zorluklarına birlikde göğüs germeliyiz. Çünkü subay astsubay olarak biz bir aileyiz” diye nutuklar attınız siz bahriyedeyken. Siz, üç beş yıl gemi hizmeti yapdınız ve kapağı karargâha atıp masa subaylığı yapdınız. 10 sene, 15 sene, 20 sene gemi hizmeti olan astsubayları gemide bırakıp giderken arkanıza bile bakmadınız. Benim de 13 sene gemi hizmetim var. Gemileri yürütsünler ve yüzdürsünler diye denizci astsubayları içi boş ve sahte vaadler ile gaza getirip çileli gemicilik hizmetinde astsubayın iliğini kemiğini sömürdünüz. O zaman siz de ben de aynı kayıkdaydık. O zaman siz de ben de aynı karavandan yemek yedik. O zaman, siz de asker idiniz ben de asker idim, değil mi Fahri bey? Şimdi, köşke çıkıp da Atatürk’ün koltuğuna kurulunca attığın bu nutukları, verdiğin kavilleri unutuyorsun. Ve bana diyorsun ki “Sen, asker değil, devlet memurusun.” Dön şıhım, dönelim! Ahde vefâ bu mu? Ne diyelim, Fahri bey! Hatırınız hoş olsun!

Peki, aynı eğitimi gören teğmen yavrularınız, Devlet memurlarını hem sizin devr-i iktidarınızda hem de bugün bile hâlâ “bir derece ileri” geçiyor. Buna ne diyeceksiniz? Bu durum, Anayasa’nın bilmem kaçıncı maddelerine aykırı değil mi? Bu vaziyet, subay lehine bir imtiyaz değil mi?

Fakat Fahri bey, siz açık açık “astsubay bir derece ileri geçecek” diye alenen yalan söylüyorsunuz. Bu anlatdıklarımız doğruysa, siz yalan söyleyen kişi duruma düşüyorsunuz. Fransızlar kediye, kedi diyorlarmış. Şu satırların müellifi de yalan söyleyen Fahir beye yalancı diyor!

Subay kelimesi, “asteğmenden oramiral/generale” kadar bütün subay rütbesini kapsıyor değil mi? Evet.

Subay” kelimesiyle “asteğmeni” kasdetdiyseniz şayet dava dilekcenize niçin “asteğmen” ibaresini yazmadınız?

Bu kelime oyunuyla, mahkeme heyetinin zihnini bulandırmak istediniz ise tebrik ederim. Çünkü mahkemenin verdiği karara bakdığımızda bunu başardığınızı görüyoruz.

Yukarıdaki tablolara bakarak benim vardığım netice bu. Farklı bilgisi olan varsa beri gelsin!

Üstelik Fahri bey, burada bir hileye daha başvurmuş. İfadesinde “subay” ifadesini kullanarak “asteğmen” demekden bilerek ve isteyerek kaçmış ve “teğmenin” üstünü örtmüş. Sen, aynı öğrenimi gören teğmeni, asteğmenin bir derece üstünden göreve başlatıyorsun ve bu uygulama ile, asteğmeni, 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unun içine tıkışdırıyorsun. Fakat, aynı öğrenimi görmüş astsubayın asteğmen ile aynı derecede olmasını bile hazmedemiyorsun. Evet, buradaki gerçek durum, tam anlamıyla gabilikdir, hazımsızlıkdır.

Astsubayın da subay gibi üst öğretim yapabileceğini kabul edememek gibi bir kıskançlık ne kadar adice ne kadar alçakca bir zihniyet, a dostlarım! Bilgi, dün de bugün de kimsenin babasının malı değildir. Olamaz da. Bilgi, birilerinin kerameti kendinden menkul paşa dedelerinin has malı değil! Bilgi, ebenizin gül kokulu ibrişim kuşağına sokuşdurduğu çifte düğümlü basma çıkınında saklı durmuyor artık. Bilgi, gidenin ve onu alanın oldu hep. “İlim, Çin’de de olsa alınız” diyen bir Peygamberin ümmetiyiz biz. Akıl ve bilgiyi rütbeyle ölçenler şimdilerde kıbleye dönmüş vaziyetde sağ omuzlarının üzerinde yatıyor ve gelen geçenlerden bir Fatiha umuyorlar. Yapdığınız bu haksızlıkdan sonra astsubaylardan Fatiha ummaya sizin yüzünüz var mı?

Yanar döner olmaya hacet yok!  Çık ortaya ve asteğmeni de teğmen ile aynı dereden göreve başlat. Ben, yazdığım bu makâlemi yayından çekeceğim. Ve İntibak konusundaki hakkımı siz ispenç horozlarına helâl edeceğim. Bunu yapacak bir Allah kulu var mı bugün ortalıkda?

Cumhurbaşkanının açdığı davaya kel alâka müdahil olan Millî Savunma Bakanlığının temsilcisi ise savunmasında şu incileri dökdürmüşler; “Bu hükümle, yüksek öğrenim gören astsubaylar, yüksek öğrenim görmeyen astsubaylar şeklinde iki zümre teşekkül ettirilmiştir.  Ve bu iki zümreden görevde iken yüksek öğrenimi bitiren astsubaylar lehine bir imtiyaz tanınmıştır.

Peki, pek muhterem MSB temsilcisi! Aynı durum, kendi nam ve hesabına yüksek öğrenim gören subaylar ile yüksek öğrenim görmeyen subaylar arasında da söz konusu değil midir? Bu ikiyüzlülük niye? Bu konuda ne buyurur sunuz?

El hâsıl; Okuyan ile okumayan; bilen ile bilmeyen bir olamaz! Bu Kanun’u iptal ettirmeseydiniz de bugün astsubayların tamamı yüksek öğrenimlerini tamamlasalar idi bundan en başda Cumhurun Başı olarak siz, sonra M.S.B. ve en son olarak da Genelkurmay Başkanlığı istifade edecek ve gurur duyacakdınız değil mi? Bu gururu kendinizden niçin esirgediniz? Hiç şüphe yok ki astsubaylar, vatanlarına milletlerine daha faydalı olacakdı. Astsubayların vatanına, milletine daha faydalı olmasını bilerek ve istereyek engellediniz. Bugün, bu yapdığınız ile iftihar edebiliyor musunuz?

Astsubayı Taşlamak isimli mukadimede bir vatandaşımız şöyle demişdi; “Bir cemiyet içinde değerleri yok etmeye çalışanlarla mücadele etmelidir. Çünkü değerli kişinin göreceği zarardan, dolaylı olarak bütün cemiyet zarar görecektir. Gerçekten değerli olan insan; hiçbir güçlük karşısında yılmayan, doğru bildiği yoldan asla ayrılmayan insandır.” Gördünüz değil mi? Astsubaylara bu orostopolluğu yapan gabiler, sadece astsubayların hakkını gaspetmekle kalmadı. Astsubayların yüksek öğretim yaparak kendi milletine, vatanına daha fazla hizmet etmesini de engellediler. Astsubayların yüksek öğretim görmesine çelme takan kokuşmuş beyinler aynı zamanda bu millete bu vatana da zarar verdiler. Ne pahasına? Yağlı gıçlarını goydukları gadife gaplı goltuklarında sürdükleri saltanat sona ermesin diye.

Çeşitli iddialarla askerlerin dava edilmesine, hapse atılmasına tepkisini göstermek isteyen asker yakınları bu günlerde yapdıkları nümâyişlerde ellerinde şöyle tabelalar taşıyorlar “Askere düşmanlık edenler, düşmana askerlik eder.”, Askerin düşmanı, düşmanın askeridir.” Kanaatimizce doğru ve isabetli bir tesbit bu. Yüksek öğretimde intibak hususunda astsubaylara yapılan nedir peki? Askere düşmanlık edenler bir yana, “astsubaya düşmanlık eden subayları” nasıl tavsif edeceğiz?

Yeri gelmişken, TEMAD’a bir tavsiyem var. T.C. Ordusunun astsubaylarının tâbi olduğu Kanun konusundaki mevcut kepazeliği İntibakların Seyir Defteri isimli makâlemde ele almışdım. Genelkurmay Başkanlığı, işine gelince astsubaya “sen, askersin!” diyor. İşine gelmeyip de kıvırmak istediği zaman da “sen; asker değil, memursun!” diyor. Böyle bir rezalet olamaz! Bu ikirciliğe sebep olan AYİM’ci hukuk dalkavuklarının Allah tez zamanda boylarını devirsin! Türkiye Cumhuriyeti’nde astsubaylardan başka iki dudak arasına ve iki Kanun arasına sıkışdırılmış başka memur yok yârenler. TEMAD, tez elden bu kepazeliğe müdahil olmalı ve tesbit davası açmalı. Astsubayların hangi Kanun’a tâbi olduğunu tescil ettirmelidir.

Konumuza dönelim... Emekli bir subay olan Haydar TUNÇKANAT, Cumhuriyet Senatosunda bu Kanun görüşülürken Senatör sıfatıyla söz almış ve demiş ki; “Biz, 1960 darbesini, ordudaki dinazorları ayıklamak için yapdık. Çünkü ihtiyaç fazlası o kadar çok zabitan vardı ki bunları beslemek memleket için altından kalkılmaz bir külfet haline gelmişdi” diyor. Ne var ki hiç lüzumu yokken Genelkurmay Başkanlığına 5 yeni general kadrosu ihdas yetkisi veren bu Kanun’u Fahri bey gözü kapalı imzalıyor.

Fakat o zaman itibariyle sayısı beşi onu geçmeyen yüksek öğrenim görmüş astsubayın Anayasa’dan neşet eden hakkını iğdiş etmek için üşenmiyor. Hemen oturup kendi el yazısıyla yarım sayfa bir istida yazıyor ve debbâğhâneye koşduran debbâğ gibi yeldir yepelek keçe kepenek soluğu Anayasa Mahkemesinin önünde alıyor. Verdiği dilekcesinde, astsubayın Anayasadan gelen hakkını hedef gösterip “Urun ha!” diye emekli bir asker olarak Anayasa Mahkemesine emir veriyor. Devletin başının, Cumhurun Başkanının uğraşdığı işe bakar mısınız?

Fahri bey, ne acıdır ki eteğine yapışan bazı zavallı hassa askerlerinin oyununa gelmiş ve kendisini “uçurumdan aşağı atılan günah keçisi” durumuna düşürmüşdür. Etrafındaki insanların dolduruşuna gelen Fahri bey, durduk yerde Türkiye Cumhuriyeti tarihinde “davalı ilk Cumhurbaşkanı” yaftasını kendi boynuna kendisi asdı.

Cumhurbaşkanı, sanki bütün görevlerini layıkıyla yerine getirmiş de memleketde başka mesele kalmamış gibi yüksek öğretimini tamamlayan astsubayı dava etmek gafletine düşdü.

Fahri bey, astsubayların eğitim hakkını gasp eden Cumhurbaşkanı olarak tarihdeki yerini aldı. Fahri bey, Devletin başı olarak, astsubayları daşlayanlar kervanının en başında yerini aldı.

Asıl üzücü olan, Sayın Cumhurbaşkanının bu günücülüğe kendi arzusuyla alet olmasıdır. Bu hasetliği kimin fitillediğini de bu satırları okuyan herkes biliyor.

  • Biliniz bakalım, Cumhurbaşkanının çevirdiği aristo tezgahının sahnelendiği yılların Genelkurmay İkinci Başkanı kim?..

Subaylar için yapılan dizi dizi Kanun’larda Fahri bey, Hüdâvendiğar oldu.

Konu, astsubayları ilgilendiren sadece bir Kanun maddesine gelince Zal Mahmut oldu!

Milletin vekilleri, Kanûni Sultan Süleyman olup ferman buyurdu,

Fahri bey, gene Zal Mahmut olup milletin fermanının boynuna yağlı urgan atdı!

Tarih artık “değişdirilmez” damgasını vurup hükmünü verdi;

Cumhurbaşkanı...

Zal Mahmut...

 brove

 

 

 

 

Şükrü IRBIK

(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.

 

Kaynak:
  1. 3/7/1975 tarihli ve 1923 Sayılı Kanun.
  2. 926 Sayılı TSK Personel Kanunu.
  3. Anayasa Mahkemesinin 1976/15 Sayılı Kararı.
  4. Türkiye’de Astsubaylığın Tarihî Gelişimi, Aydın KULAK

Astsubayı Taşlamak!

Mayıs 30, 2013

Ağacın meyvesi; Astsubay!

Çocukluğunuzda hiç ağaç taşladınız mı? Ayıp değil canım! Çocukluk işde, der gülüp geçeriz. Taşlamayanlara diyecek sözümüz yok! Onlar bu soru üzerinde düşünüp vakit kaybetmeden makâleyi okumaya başlayabilir. Lâkin, anlatacaklarımızı da can kulağıyla dinlesinler. Neme lâzım demesinler! Gün gelir, dizinize uzanan boy boy torunlar ağaç daşlamak konusunda ahiret suali sorabilirler size, değil mi? Taşlayanlar da oyuncak bebekle oynayıp çember çevirdikleri o güzel günleri şöyle bir düşünsünler bakalım. Ve ağacı niye taşladıklarını hatırlamaya çalışsınlar.

Düşürüp yerseniz, başınız göğe ermez. Harcıâlemdir. Yere düşürdüklerinizi toplayıp eve götürdüğünüzde “aferim, benim evladıma!” demezler. Okulda kolunuza kırmızı kurdela bağlamazlar. Sizi kürsünün en yüksek basamağına çıkartıp boynunuza birincilik madalyası takmazlar.

Düşürmeyip yemezseniz de ölmezsiniz. Bir yerleriniz eksik kalmaz... Ev ödevi değil ki ertesi gün okula gidip de “Valla öğretmenim çok taşladım fakat bir dane bile düşüremedim” dediğinizde öğretmenin o yaba gibi kocaman elleri ahenkle raskederek ensenizde halis vefâ bozası pişirsin! Kim beş yüz bin milyon ister yarışmasında da değilsiniz! Tasalanmayınız, kaybedecek beli don lastiği ile bağlanmış deste deste gaymeleriniz de yok, rahat olunuz. Haydi, suallerin cevabını artık bulmuşsunuzdur;

  • Çocukluğunuzda hiç ağaç taşladınız mı?
  • Taşladıysanız, o ağaçları niçin taşladınız?

Meyveli ağaç taşlanır diye binlerce yıl öncesinden bize nasihat gönderen bir atalar sözümüz vardır, duymuşsunuzdur. Ne anlama geldiğini bir kez daha göreyim diye kırkambara bir göz atdım şöyle. Sır değil canım! Evliya Çelebi’ye babası şöyle nasihat etmiş; “Oğul, ser’ini alacak sırrın var ise mahremine dahi fâş eyleme.” Bizim bu satırlarımızda ne sır ne de ser mevzu bahis. Hani türküde diyor ya “çıradan gopardım gıymık, saklama gözelim, biz onu çokdan duyduk!” El Habir’in bildiğini sizden niye gizleyeyim? Siz kıymetli kariler okumaya teşne iseniz şayet kırkambarda bulduklarımı sizinle paylaşmanın hiçbir mahzuru yok bence.

Bakınız, bu özlü söz hakkında neler demiş bir Ademoğlu ya da Havva kızı;

İşe yaramaz, niteliksiz, silik insanlarla kimse ilgilenmez. Daha ziyade bilgili, becerikli insanlarla uğraşılır, onlara sataşılır.

Münevver bir insanımız daha derunî düşünüp uzun cümleler ile katılmş açıklama kervanına;

Bilgi, beceri ve davranışlarıyla kendisini kabul ettirmiş kişiler herkesin dikkatini üzerine çeker. Onların değerliliğini çekemeyenler, değerlerini düşürmeye çalışanlar ortaya çıkar. Öylelerinin olabileceğini kabul etmeli. Amacının ne olduğunu bilen değerli insan, onların yaptıkları karşısında umutsuzluğa kapılmaz, üzülmez. Sadece yaptıklarından ötürü onlara acır. Bir cemiyet içinde değerleri yok etmeye çalışanlarla mücadele etmelidir. Çünkü değerli kişinin göreceği zarardan, dolaylı olarak bütün cemiyet zarar görecektir. Gerçekten değerli olan insan; hiçbir güçlük karşısında yılmayan, doğru bildiği yoldan asla ayrılmayan insandır.

Başka bir yurtdaşımız kısa fakat vurucu bir cümle kurmuş bu ebemdedem sözümüz hakkında. Demiş ki;

Bilgili, hünerli, işinde başarılı olan kimseler kıskanılır, eleştirilir ve işlerini yapmaları zorlaştırılır

anlamında kullanılan bir söz.

Eyvallah, iyi etmişler! Elleri dert görmesin, kalemlerinin ucu pırıldasın! Bu nasihatları, bu kıymetli fikirlerini bizlerin istifadesine sunan ceddimizin ve bu edip vatandaşlarımızın ağızlarına sağlık. Bu sözlerin müellifleri, telif hakkı istiyorlarsa şayet emekliassubaylar.org sitesinden Sayın Ersen GÜRPINAR’ı görsünler. Sitedeki reklamlardan milyon liralar kazandığını yazmışdı bir ara. Cüz’i de olsa kendisinin bir miktar telif hakkı ödeyebileceğini şu garip gönlümden geçirmiyor değilim hani!..

Bilir misiniz? Anadolu’nun kapısını biz Türklere açan yüce hükümdâr Sultan Alparslan, günde sadece bir çeşit yemek yer imiş. Sabah  bulgur pilavı yediyse, öğlen bulgur pilavı, akşam gene bulgur pilavı. Şu mütevazılığa, şu kanaatkârlığa bakar mısınız? Sen koca bir hükümdâr ol! Köhne Bizansı kılıçdan geçirecek kadar cengâver ol. Malazgirt’de perişan eylediğin Bizans Kralı önünde diz çöksün. Sonra, da ona kılıcını ve atını hediye edecek kadar mert ol! Memleketin bütün kuzuları, koyunları senin olsun. Sen kalk günde sadece bir çeşit aş yiyecek kadar tevâzu ve tevekkül ehli ol.

Kadı Hızır bey, davalı olarak muhakeme etmek üzere Sultan Mehmed’i huzuruna çağırdı. Fatih Sultan Mehmet, padişahlığın kibirine kapılmadan Kadı’nın huzuruna vardı çarçabuk. Sultan Mehmed, padişah olmanın verdiği alışkanlıkla bir an gaflete düşdü ve girdiği odanın baş köşesine oturmak üzere hamle yapdı. Kadı Hızır bey hemen padişahı uyardı; ”Oturma begüm!... Sen, davalısın. Hasmınla yüzleşmek üzere mahkeme huzurunda ayakda duracaksın!” dedi. Fatih Sultan, hiç itiraz etmeden derhal söylenen yere geçdi. Şu hakseverliğe, şu Kanuna ve makama duyulan mehabetin ölçüsüne bakar mısınız?..

Kıyafetini süslemekde ölçüyü biraz kaçıran Sultan Süleyman’a, babası Sultan Selim “Oğul, sen böyle süslenip püslenirsen anan ne giyecek?” demiş.

Atatürk’ün en sevdiği yemeğin “yağlı fasulye” dediği zeytinyağlı kuru fasulye olduğunu biliyor musunuz? Üstelik etsiz olarak pişirdirmiş. Aşcısı Recep usta; “Tabağına koyduğumuz kadarını yerdi. Hiçbir zaman fazla yemek istemedi” diyor.

İşde, biz böyle yüce, böyle mübarek devlet adamlarının fedakârlığı ve kanaatkârlığı sayesinde, onların yüzü suyu hörmetine bugün günde belki de birkaç türlü yemek yiyebiliyoruz.

Anadolu Fatihi Sultan Alparslan’ın, Cihan Padişahı Sultan Mehmed’in, Sultan Selim Han’ın, yedi düvele diz çökdüren Kanunların adamı Sultan Süleyman’ın mezarı nerede, kaç kişi biliyor?..

Bir de bugünün devlet adamlarına bakınız. Yedikleri önlerinde, midelerine sığışdırıp yiyemedikleri ceplerinde! Mahkeme huzuruna gitmemek için “Valla hâkim bey dün akşam ishal oldum” diyeni bir yanda. Arkadaşlarına ısmarladığı kebabın parasını devlete fatura eden güllü Dışişleri Bakanı öte yanda. Meclis’de oturduğu masanın üzerinde yoğurduğu çiğ köftenin kıvamını sınamak için çiğ köfteleri meclis tavanına yapıştıran sonradan görme milletvekillerini mi ararsın? Yazlığında kaçak cereyan kullanan babayiğit görünümlü ersümerli hırsız milletvekili. T.B.M.M.’ye iş yapan müteaahhide kendi yazlığının fayanslarını bedavadan döşeten kalemli cingöz Milletvekili ve daha niceleri... Akla ziyan, akla hayale gelmeyecek dolaplar, orostopolluklar, bayağılıklar, ucuzluklar, şavalaklıklar... Bizim kısmetimize de işde böyle kerameti kendinden menkul ve çapsız idareciler düşdü.

Adına devlet mezarlığı deyip halkdan ayrı olarak bizim de pay sahibi olduğumuz devlet toprağının üstüne yapdıkları birinci sınıf mermerden mamûl şatafatlı mezarları bile bâd-ı hevâ... Devletden. Sanki tapusu cennetden alınmış gibi hepsini tesbih danesi misâli sıra sıra gömerler oraya.

Yemeğe her zaman besmele ile başlayıp hamd ile bitirirdi. En çok sevdiği aş, “guş gözü” dediği yeşil mercimekli bulgur pilavı idi. Yanında ise sadece kelle soğan ve kendi mayaladığı yoğurdu yerdi. Mevsimine göre yeşil soğan bulduğu zaman o nurlu yüzünde güller açardı ve Allah’a hamd ü senalar ederdi.

Kaç yaşında olduğunu kendisi hiç bilmedi. Ümmî idi. Eski yazıyla yazılmış bir Nüfus Hüviyet Cüzdanı vardı. Okumayı sökdüğüm günlerde istedim. Beline kat kat doladığı o mis gibi hacı yağı kokan ibrişim kuşağından itina ile çıkartdı ve bana uzatdı. Merak edip sayfalarını karışdırmışdım da okuyamamışdım. Kaç yaşında olduğunu bu sebepden dolayı hiç öğrenemedim...

Emirdağ’ın ayazlı kış günlerinde bile buz gibi soğuk suyla abdest alırdı. Beş vakit namazından bir danesini kazaya bırakmadı. Öğlen namazını kılarken secdeye kapandığı anda öylece ruhunu teslim eyledi. Namaz kılarken son nefesini vermek! Allah, bana ve siz karilerden dileyen her kuluna böyle ölüm nasib etsin.

Bende emeği çokdur. Rabbim nur içinde yatırsın. Mekânı cennet olsun. Bıdıgızı lakaplı anamın anası Şükrüye ebemden bahsediyorum. Çocukken dizlerine yatardım ve anlatdıklarını pür dikkat dinlerdim. Rahmetli derdi ki; “Oğul; ağaç meyveye durunca, daşlayanı yeğin olur!

Ne yalan söyleyeyim! Horoz şekeri yediğim günlerde ben de ağaç daşladım. Hem de bıdıgızı ebemin dediği gibi meyveli ağaçları... Meyve yok ise niye daşlayayım? Hasbiden ağaç daşlanmaz ki! Payam, zerdâli, erik, ceviz ve daha niceleri... Vakdine göre hem çağlasını hem de kurusunu... Hele bir de bosdandan kelek aparma ameliyesi vardır ki şimdi anlatmaya yeltensem hemen şuracıkda ımızganıverirsiniz...

Kimi ağaç vardır, üzmez sizi. Daha elinizi uzatmadan ikram eder meyvesini size. Yemek istiyorsanız şayet yere çömelip toplamak yeterlidir. Yaralı, berelidir; ezilmiş, büzülmüş, çürümüşdür; toz, toprak tutmuşdur. Üzerine karınca dolmuşdur, sinek konmuşdur... Artık ne çıkarsa bahtınıza! Taş atdınız da kolunumuz yoruldu? Zahmetsiz aş, işde ancak bu kadar olur dostlarım!

Bazı ağaçlar vardır, insan boyunda... Meyvesini almak için topuklarınızı yerden kesmeye bile gerek kalmaz. Bir elinizi yukarı kaldırıp üzerinde mevye olan dalı nazikce tutarsınız. Sonra, gene aynı eliniz ile o dalı aşağıya doğru hafifce eğdirip başınızın hizasına kadar çekersiniz. Görevini yapmak için heyecanla sırasını bekleyen öteki eliniz ile de o daldaki meyveyi hafice kavrayıp incitmeden kopartırsınız. Ve oracıkda midenize yollamak üzere ağzınıza atıp öğütmeye başlarsınız. Şu fakirin kendi nacizâne şahsî fikridir; orada tıka basa yemek sevapdır da alıp eve bir dane bile götürmek mekruhdur. Bizden demesi...

Araplar, yemeğin pişmesini; Türkler de soğumasını bekleyemezlermiş. Gerçekden de öyle... Daldan meyve aparma sanatının inceliklerini size anlatan bu satırların yazarı da yemeğin soğumasını bekleyemeyen fânilerdendir. Ayıp değil ya! Meyveyi dalından kopartıp taze taze anında yemenin hazzı bir başka oluyor canım.

Tırmanıp dallarına çıkabildiğimiz ağacın meyvesini toplar ve hemen oracıkda, ağacın üstünde yerdik, kısa pantolonlu günlerimizde. Kimi ağaçlar vardır, gövdesi o kadar uzun ve düzdür ki tırmanmak için kedi olmak lâzımdır.

Kedi lakabıyla maruf rahmetli Emir emmimin küçük kızı vardı. Tomu lakaplı Sevgi bacım. Allah sizi inandırsın, kedi gibi bir kızcağızdı. Armut, tam da dibine düşmüş hani. Biz erkekleri bile kıskandıran bir cesaret ve kedimsi bir tırmanma kabiliyeti vardı emmimin gızında.  Kulakları çınlasın. Sevgi bacım, bizlerin ürkerek tırmandığı ağaçlara bizden önce bir çırpıda tırmanıverirdi de dudaklarımız uçuklamakdan kendini alamazdı.

Neyse, dağın tepesinde, bağın berisinde ya da derenin ötesinde bir yerlerdeyseniz nerdübân yok ki oralarda getirip dayayıveresin gövdesinin üzerine. Ağacın dalında duran bir iki dane yemişini yemeye karar vermişiz bir kere. Üstelik ekmediğimiz, sulamadığımız, budamadığımız bir ağacın... Sahibinden kötek yemeyi bile göze almışsa, kim, nasıl durdurabilir ki afacan bir çocuğu? İşde o zaman o ağacı, tıpkı rahmetlik bıdıgızı ebemin dediği gibi, daşlamakdan gayrı çare yokdur. Ben bunu bilir, bunu söylerim.

Ağaç daşlamanın ilk şartı, meyveli bir ağaç bulmakdan geçer yârenler. Kış mevsimindeyiz, nerede meyveli ağaç diyorsanız kızmayınız bana canım! Tek yapmanız gereken biraz sabredip kumrular gibi baharı beklemek! Ha, bir de; bir diş attıkdan sonra ağzınızı mengene gibi burup kamaşdıracak ham meyvelerden uzak durunuz, e mi? Bıdıgızı ebem, ham meyve boğazdan öteye yol bilmez derdi.

Sonra, daşlamak için müsait bir zaman, doğrusunu söylemek gerekirse, ağacın sahibinin oralarda olmadığı bir zamanı beklersin. İşbaşında yakalanırsan işde o zaman yandı gitdi mis kokulu gülüm keten helva. Baban bile olsa gözünün yaşına bakmaz da kötek yemekden kurtulamazsın. Çok yedim, bilirim. Hem de eşşek sudan gelesiye kadar...

Müsait zamanı kolladıkdan sonra üçüncü iş, daşlamak için cephane tedarik etmekdir. Daşınız yok ise dalında duran o ballı meyvelere tekir kedinin ciğere bakdığı gibi hülya dolu gözlerle bakakalırsınız da sonra maazallah, oğlan uşağı iseniz bir yerleriniz şişebilir. Hemen o civarı bir kolaçan edersin. Düzgün yapılı, şöyle avucunun içine rahatlıkla sığacak ve kolaylıkla fırlatacak eşit büyüklükde daşları toplarsın. Ben diyeyim elli, sen de elli beş. ADMIN Sayın Semih KOÇ da desin yetmiş beş! Kaç dane toplayacağın paşa gönlüne kalmış! Atsan da yesen de kavgada yumruk sayılmaz, değil mi? Fakat şu fakire itimat buyurursanız, bu konuda her zaman ihtiyatlı davranıp fazladan bir miktar cephane tedarik etmekde sayısız faydalar vardır. Daşlayıp düşürdüğün meyvelerin tam da tadına varmışken ve daha fazlasını aşağıya davet etmek için etrafında daş aramaya başlamışsan ağzının suyuna söz geçiremeyip avucunu yalamak zorunda kalırsın da kimseler gelmez senin feryâd-ı ateş bârına! (bkz.)

Eğer “tamam, artık bu kadar daş yeter” diyorsanız dördüncü ve son evreye geçebilirsiniz. Ağaç, daha doğrusu meyve daşlama faslına başlayabilirsiniz. Sanatını icra eylerken fenersiz yakalanmamak için itimat ettiğiniz bir arkadaşın erketeye yatırılması da fevkalâde ehemmiyeti haizdir.

Haa! Aklıma geldi! Tam yeridir, diyeyim! Sakın ola ki ağaç daşlama konusunda varıp Sayın Celâl ELBİR ile meşveret etmeyiniz! Zira, pek muhtemeldir ki kendisi “Maksat ağaç daşlamak değil, meyve yemek olmalı!” deyip aklınızı çelebilir. Maazallah, gerdeğe giremeyen damat gibi kala kalırsınız orta yerde. İyi de Celâl bey, o ballı meyve, ağacın en tepesinden bakıp size “Sıkıyorsa gel de al bakalım!” diyor. Evet, maksat meyve yemek! Daşlamakdan başka hal çaresi var mı? Hani, “Canı gaymak isteyen mandayı işlik cebinde taşır” ya! Canı meyve isteyen beher Allah kuluna tazesinden bir Karamürsel sepeti dolusu meyveyi behemehâl götürebilir misiniz?

Neyse, bu aşamada ağacın meyvesini istediğin kadar alaşağı etmek senin vicdanına, nişan kabiliyetine ve marifetine kalıyor gayrı. Çağırsanız gelip daşlama ameliyesinde size memnuniyetle yardım ederdim de lâkin yollar pek uzak, gelemem!

Elini uzatıp kopartamayacağını bildiği için pişmiş kelle gibi sırıtıp sana yukarıdan müstehzi bakan o bademleri, o ballı zerdâlileri ya da insanın ağzını sulandıran papaz eriklerini daş salvolarıyla aşağıya indirmeye başlayabilirsiniz. İyi nişan aldıkdan sonra bir daşla nasıl iki badem ve aynı anda hem de serçe guşu vurulur, onu da başka bir vesileyle anlatırım bilmeyenlere ya da merak buyuranlara...

Ben, ağacı niye daşladığımı sizlere işde böyle arz etmeye çalışdım. Peki, dostlarım; Affan dedeye para sayıp pamuk helva yediğiniz o çağlarda, sizler ağacı niçin daşlardınız?..

Konumuz, ağaç daşlamak. Lâkin, ağız alışkanlığı işde. Ağaç daşlamak deyip geçişdiriyoruz. Daşladığımız aslında ağacın kendisi değildir dostlarım; ağacın meyvesidir. Yalan mı?

Daşlamak sanatının şu saniyeye kadar inceliklerini okuduğunuz bu cümlelerde özne, “daşlayan”; nesne ise “ağacın meyvesi” idi. Kelime bu ya! Müellifine köpek sadakatıyla bağlı. Ne tarafa çekersen o tarafa gidiyor, ne vazife verirsen onu yapıyor. Biz de bu şamadan sonra bir görev değişikliği yapıyoruz. Makâlemizin bu harfinden sonra okuyacağınız tümcelerinde fiil aynı kalacak fakat özne ile nesne başkaları olacak. Özne, devletin âli makamlarını işgâl eden seçilmiş ya da atanmış memurları. Cumhurbaşkanın bizzat kendisi, Anayasa Mahkemesinin bazı muhterem üyeleri, Milletin Vekilleri, Genelkurmay Başkanı, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi vb... 

Astsubayları niçin daşlıyorlar?.. 

Şahit olduğunuz üzere şu vakde kadar özneler değişse de cümlenin nesnesi hep aynı. Nesne, ağacın meyvesi. Yani biz astsubaylar!..  Devr-i iktidarlarında ve dev-ri saltanatlarında bu zevatdan kimileri tas tutmuş, kimileri de kan kusturmuş astsubaylara.

Evet, ben itiraf etdim. Elimde balon ile dolaşdığım günlerde ağaç daşladım. Sizlerden de bazılarınızın aynı fiilin faili olduğunuzu duyar gibiyim! O günler artık geride kaldı. Bizler, çocuk masumiyeti ve saflığı ile taşladık ağaçları, dalındaki bir iki dane meyvesi için.

Peki, Devletin âli makamlarını işgâl eden bu atanmış ve seçilmiş memurları bunca zamandan beri biz astsubayları niçin daşlıyor muhterem okuyucularım?..

Burası, er meydanıdır. Kimse karanlığa fısıldamasın, içinden konuşmasın. Medenî olmak kaydıyla her nev’iden fikire hörmet ederiz. Bu sorunun cevabını bilen bir Allah kulu varsa bir adım öne çıksın. Kafasını yerden kaldırıp gözlerimizin içine baksın ve aklından geçirdiğini söylesin!

Size gelince ey failler! Daşlayın bakalım, ağalar; daşlayın, paşalar! Dem bu dem... Daşlayabildiğiniz gadar daşlayın. Aksırıncaya, tıksırıncaya, tıknefes oluncaya gadar daşlayın. Kar, yağarken tozar nasılsa. Ağaca attığınız her daş karşılığında ağacın dallarında duran astsubay haklarından bir danesini yere düşürdünüz, bu doğru! Çünkü çoluğu çocuğuyla birlikte yüzbinlerce astsubaylar bunun acısını en derinden hâlâ yaşıyorlar!

  • Ağacın meyvesi, astsubay olmuş;
  • Devletin Kanunları daş,
  • Memurları da astsubayı daşlayan olmuş!..

Lâkin, daşlayanların akıl edemediği bir husus var. Attığınız taşlar, isabet edip meyveyi düşürdü. Fakat meyveyi düşüren daşların yere düşmediğini akıl edemediniz!.. Daşın kendisi, meyvesini yere döken o dalda yapışıp kaldı. Takdir-i İlâhi bu ya! Kûn fe yekûn! Sözün bitdiği, kalemin ucunun kuruduğu nokta. Çalap murad edip de “Kûn!” derse kim karşı gelebilir?

Bilinmelidir ki o daşlar, yapışıp kaldıkları dallarda boş durmuyorlar. İki şey yapıyorlar. Birincisi, besleniyorlar, büyüyorlar ve çoğalıyorlar. İkincisi, ağacın o dallarında ebed müddet durmayacaklar. Bir gün gelecek, o daşladığınız ağaç, dallarını vecd ile bir o tarafa bir bu tarafa eğecek. Ve o daşlar, ağacı daşlayanların başına düşecek! Üstelik, aynı anda, hep beraber. Tek tek atdığınız daşların hepsi kavilleşip aynı anda düşecek başınıza! Tarih bunu mutlaka yazacak. Lâkin daşlayanlar için halis hissiyatımız şudur; o vakit gelmeden evvel hidâyete eresiniz! Astsubayı daşlamakdan fâriğ olasınız. Şu fukaradan söylemesi.

Astsubayı Taşlamak isimli makâlemiz, kendisini de sayarsak 6 makâlelik bir dizinin mukaddimesi idi. Sırada, aşağıda başlıklarını gördüğünüz 5 makâlenin daha kağıt ile buluşması var.

  1. Cumhurbaşkanı ve Astsubay
  2. Anayasa Mahkemesi ve Astsubay
  3. Milletin Vekilleri ve Astsubay
  4. Genelkurmay Başkanlığı ve Astsubay
  5. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Astsubay

Ağacı daşladınız, sebebini siz daşlayanlar biliyorsunuz.

Devletin âli makamlarını işgal eden muhterem eşhasın astsubayı niçin daşladıklarını da vakdi geldikce biz fâş edeceğiz yağız yiğitler!

Ağacı daşlamak ya da

Astsubayı daşlamak!..

 brove

 

 

 

 

Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.

Her Vatandaşda Var!

Hiç kimse yok demesin! Her vatandaşda var. İnanmıyorsanız şayet hemen bir göz atın! Gömleğinizin, ceketinizin ya da pantolonunuzun ceplerinden birisinin içinde ya da para cüzdanınızın rahatca görünen bir bölmesindedir.

Daha dünyaya gözlerinizi açar açmaz, erkek iseniz mavi renklisini, kız iseniz pembe renklisini verirler size. Üzerinde, aile künyeniz yazar. Yanınızda taşımak ve istendiğinde kolluk görevlilerine ibraz etmekle mükellefsiniz. Edemezseniz şayet yandı gitdi mis kokulu gülüm keten helva! Resmî işlerinizde, ya aslını ya da sûretini; ekseriyetle de her ikisini isterler.

Yok ise o zaman, size haymatlos derler. Görevliye ibraz edemezseniz şayet dam ardını dolan da gel, demezler size! Mapushane çeşmesi yandan akıyor yandan türküsünü söylemeye hazırlanın. Soluğu karakolda alabilirsiniz. İşinizi yapdıramazsınız. Susuz, cereyansız, havasız, gazsız, telefonsuz kalabilir hattâ bakkaldan ekmek bile alamazsınız.

En üstünün orta kısmında, büyük hurufat ile TÜRKİYE CUMHURİYETİ NÜFUS CÜZDANI yazar. Ne ağa dinler, ne paşa! Ne zenginin önünde temenna çekip el pençe divan durur, ne de fakir fukaraya “Al ananı da git” der. Sade, beyaz kağıt üzerine siyah mürekkeple yazılmışdır. Üstü, asetat denilen şeffaf laylon ile kaplıdır. Dünyanın en zengin adamı olsanız helânızın taşını dahi som altından yaptırabilirsiniz de kendisini altın yaldızlı kağıda basdıramazsınız. Paranın her şeyi satın alamayacağını hatırlatır size. Maddî değeri bir kaç lirayı geçmez. Fakat manevî değerine dünyanın parası yetmez! Devletin tacıdır. TÜRKİYE CUMHURİYETİ'Nİ temsil eder. Yapmak şöyle dursun, torpil nedir bilmez; hâmil-i kart yakinimdir tezgâhı sökmez! Her vatandaşa eşit davranır. Ve onu taşımaya hakkı olan her vatandaşdan mutlak saygı bekler. Şayet onu yanınızda taşıyorsanız siz, şeksiz süphesiz Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşısınız.

kimliklerNüfus Cüzdanından bahsediyorum canım! Cumhuriyet’in ilk demlerinde Arapca hurufat ile yazıldı. Sonra adı, sağ taraf en üstde görüldüğü üzere T.C. NÜFUS HÜVİYET CÜZDANI idi. Bir zaman sonra, sağ ortada gördüğünüz gibi TÜRKİYE CUMHURİYETİ NÜFUS CÜZDANI oldu. Bugünlerde devam eden çalışmalara bakılırsa da sağ altdaki örnekde görüldüğü gibi yeni adı TÜRKİYE CUMHURİYETİ KİMLİK KARTI olacak.

Bütün bunları bildiğinizi ve homurdanmaya başladığınızı duyar gibiyim. Bildiğinizi şu fakir de biliyor dostlarım da benim demek isteğim “bildiğimiz” değil; “bilmek, görmek istemediğimiz” bir konu ile ilintili. Hattâ birilerinin gizliden yapmaya yeltendiği bir şeyi sizlere ayan etmek.

Yazmalı mı?, Yazmamalı  mı?..

tc-tabelalarHani, yanınızda taşıdığınız nüfus cüzdanının en üst kısmında yazan ilk iki kelime var ya! İşde o iki kelime ve onların kısaltılmışı olan o meşhur iki harf konusundaki nacizâne fikirlerimi serdetmek istiyorum bugün size. Çıkış noktam burası. Varacağımız noktayı ve sonucu birlikde göreceğiz. Teveccüh gösterip okumaya devam etmek de sizin gül gönlünüze kalıyor gayrı.

Gördük, işitdik, okuduk... Sonra bol bol münâkaşa etdik. Şöyleydi, böyleydi dedik. O’nu cebinde taşıyan resmî vatandaşlardan(!) bazıları, şu günlerde onun üzerindeki bu iki harfi tabelalardan indirdi, kazıdı, sildi.. Üstelik bunu yapanlar sıradan insanlar değil. Maaşını benim verdiğim vergilerden cebine indiren devletin bazı memurini...

Vatandaşlardan bazıları da indiremezsin, silemezsin, kaldıramazsın dedi. Olmadı; sonra, indilerenlerden bazıları elleri titreyerek ve istinkaf ederek yerine geri koydu. Bazılarını da indirenler değil fakat indirilmesine öfkelenen vergi mükellefi ve hamiyetli sade vatandaşlarımız yerine koydu.

Onu indirenlere milletin gösterdiği tepki birden çığ gibi büyüdü. Tivıtır denilen mecrada üyelerinin şimdilik üçde birine tekabül eden on milyondan fazla kullanıcısı da hesaplarının başına T.C. yazdı.

Doğru haberden çok yalan yanlış haber veren, hattâ haberi inkâr edip yok sayarak insanların bilgi edinme hakkını iğdiş eden boyalı basın ve renkli cam, balıklama atladı hemen bu konuya. Verdikleri haberlere şöyle göz bir atdım. Amaç; doğruyu bulmak, vatandaşa işin doğrusunu anlatmak değildi elbet. Yırtına yırtına söyledikleri peltek papağanın dediklerinden fazla bir şey değil. Ne şu çürük dişimin govuğunu ne de incirin en cılız çeğirdeğini doldururacak cinsden.

image012Sağlık Bakanlığına bağlı Merzifon Aile Sağlık Merkezinin, isim tabelasında yazılı T.C’yi silmesiyle konu kamunun gündemine girdi. İndirdiler, yok geri yerine koydular. Babanın bostanından kelek aparmıyorsun neticede! Peki muhterem sarı basın kartı hâmili kardeşim! İndirdiler de söyle bakalım, niye indirdiler? Ya da yerine koydular ise niye yerine koydular. Kim koydu? Kim hiç koymadı? Hepsi silindi mi? Kimler, başka nerelerden ne zaman silecekler onu? Silmek sevap mı? Suç mu? Kanunî bir müeyyidesi var mı, yok mu?

Üç beş gün boyunca haberi manşete taşıdın mı? Taşıdın. Yangına körükle gidip vatandaşı birbirine düşürmeye tevessül etdin mi? Etdin. Hem nalına hem de ciharı mıhına vurdun mu? Vurdun. Yazdığın uydurma tefrikalarla ve içiboş haberlerle reytingi tavan yaptırıp liraları cebine indirdin mi? İndirdin. Zaten amacın bu son cümlede yazılanın ta kendisiydi, başardın mı? Başardın. Kimbilir, belki de patronun seni yanına çağırıp enseni sıvazlamış ve “aferim ülen, kedi olalı bi fare yakaladın!” bile demişdir sana.

Bu soruların cevabını arayıp bulmak ve millete söylemek zahmetine niye katlanmazsın? Peki, öyleyse ey muhterem araştırmacı gazeteci gardeşim! Gaynanamın dediği gibi, akibetin hayır olsun! İstisnanız bir yana, başka ne halta yararsın ki?..

Millete doğruyu, akıl süzgecinden ve vicdanın imbiğinden geçirdiğin doğruyu açıklamak gibi ulvî bir görevi kendine dert ediniyor musun? Bu sorunun cevabını sen bulup söyleyinceye kadar sütler gaymak tutar. Yok, böyle bir derdin, tasan, amacın yok gazeteci garındaşım(!). Müsaade edersen cevabı ben vereyim senin yerine.

Sarı renkli basın kartı hâmili gazetecilerden konuya el atanlar önce su kaynatıp sonra da lastik patlatınca, hakikat neymiş bulup işfa etmek şu fakir başıma düşdü.

Bâb-ı Âli Baskınının Yüzüncü yılına rastlayan şu senenin beşinci ayının ilk haftasına denk gelen bir günün erken vakitlerinde hanımla vedalaşıp düşdüm yola. Gidip de dönmemek var. Melih GÖKÇEK’in CNG’li mavi otobüslerinden birine bindim. Allah kelâmıdır, selâm verip kaptana EGO kartımı, ön camın yanında duran o yeşil renkli cihazın üstündeki ince delikden içine doğru ittiriverdim...

Kısa bir ayaküsdü yolculukdan sonra Başkent’in devlet dairelerinin kümelendiği Kızılay’daki Devlet Mahallesine vasıl oldum. Hava serin, yerler kuru, vakit bol. Civardaki ağaçlar senenin en yeşil, en canlı en taze yapraklarını pazaryeri çadırı misâli insanların üzerine doğru uzatmış. Bir şey alıp satacak değilim. Evden ayrılırken hanıma sormuşdum; kendini getir yeter dediydi. O civarda DMO’nun bir satış yeri var. Fındık, fıstık, pirinç, mercimek, bakliyat satar. Eskiden fiyatlar uygundu. Öğlen paydoslarında resmî kıyafetler içinde kuyruğa girip alırdık. O da cazibesini kaybetdi artık. Bizim bakkal Kezban bacı bile DMO’dan daha hesaplı satıyor.

Her taraf insan kaynıyor bu civarda. Binlerce, tümenlerce, yüzbinlerce...  Şöyle bir bakınca, semaya arsızca burnunu kaldıran o koca binaların içinde sanki insan çıkartan kuluçka makinaları varmış da insanlar o makinaların içinden öbekler halinde hışımla dışarı çıkıyormuş gibi geliyor adama. Ağaç govuğundan peyda olmadım. Ben de etden kemikden mürekkep, bir Allah kuluyum. Şu kötü gönlümden geçirdim işde. Bu insanlardan her birisi şuradan geçerken bir delikli guruş düşürse yere... Ve bu satırları yazan fukara da çakdırmadan hepsini toplasa... Herhalde akşamleyin Türkiye’nin en zengin adamı olarak dönerim eve.

Biliyorum, astsubaylara tahakküme varan haksızlıkarı yapanlar, çok uzağımda değil. İsteyip kulak kesilseler, şu boş midemin gurultusunu ve açlıkdan kokan nefesimin sedasını gıçlarını koydukları o yumuşak koltuklarından rahatlıkla duyabilirler hani!

17 Ekim’e daha aylar var!.. Millet işinde, gücünde. Burada şimdiden nümayişe başlamanın bir anlamı yok!..

Bugün Kızılay’a gelişimin amacı, meseleyi yerinde görmek. Evet, kimi Devlet kurumları, tabelalarındaki T.C.’yi sildiler. Peki, sair devlet kurumların elan hâl-i pür melâli nicedir, yerinde görmek icap eder, değil mi?

Bu maksada matufen Güven Park’da kısa bir mola verdim. Sonra, o civarda voltaya başladım. Güvenpark’ın içinden ve Karanfilcilerin yanından geçerek Başbakanlık binasına teveccüh etdim. Tabelasına bakmak gayesiyle binanın önünden şöyle bir geçeyim dedim. O tarafa doğru yürümek için hamle yapdığım anda orada duran görevli polis memuru gardeşimin nazik ikazıyla karşılaşdım. “Dayı, buradan geçiş yasak” dedi. Sebebini sordum. Polis memuru, “Amirlerimiz böyle dedi” demekle iktifâ etdi. Hal böyle olunca, bana da eskiden Müdafa-i Milliye denilen caddeden geçerek binanın arkasından dolanmak düşdü.

Kısa bir emekli yürüyüşünden sonra, Emekli Sandığının eski binasının önünden geçerek bu kez Vekâletler Caddesindeki Başbakanlık binasının yanına vardım. Andezit daşı döşeli kaldırımın münasip bir yerinde mevkilendim. Sol tarafımda Başbakanlık, karşısında Millî Eğitim Bakanlığı binası. Sağımda Sayıştay. Sayıştay binasının arkasında, İsmet İNÖNÜ Bulvarının Akay Kavşağına bakan ve ona yakın yerinde, Jandarma Genel Komutanlığı ve onun yanında İçişleri Bakanlığı binası. Arkamda, Millî Savunma Bakanlığı, bitişiğinde Genelkurmay Başkanlığı binaları...

devlet-kurumlariDurduğum yerden etrafımı şöyle bir tarassut etdim. Gözüme gelen manzara-i umumiye şöyle idi; Başbakanlık binasının hem ana girişinde hem de yan tarafdaki çalışanların girdiği kapının üstünde, pırıl pırıl parlayan ve eşit büyüklükdeki büyük pirinç harflerle T.C. BAŞBAKANLIK yazıyor.

Çok güzel, âlâ!.. Duruş konumuma göre sağ tarafımda kalan Sayıştay eski binasının orta kısmında ise kararmış büyük pirinç harfler ile sadece SAYIŞTAY yazıyor. Jandarma Genel Komutanlığı, İçişleri Bakanlığı, Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı binasındaki isim levhalarında ise T.C. yok. İsimliklerin haline bakıldığında hiç yazılmadığı kolayca anlaşılıyor.

Kaldırılsın, indirilsin münâkaşalarının merkezinde olan Sağlık Bakanlığının Mithatpaşa caddesindeki binasında ise T.C. var. Fakat muhtelif semtlerdeki alt birimlerinin tabelalarının kimisinde T.C. var, kimisinde yok.

Başbakanlık binasında, T.C. harfleri pırıl pırıl parlayan büyük pirinç harfler ile yazılmışsa, Başbakanlığa bağlı diğer devlet kurumları isimlerinin önüne niye T.C. yazmaz?  Bu sorunun cevabını mutlaka bulmamız lazım dostlarım. Söz meclisden dışarı. İmamın, cemaatı ile olan ilgisi zaviyesinden yaklaşsak bu konuya hatâ etmiş olur muyuz?

T.C. Sağlık Bakanlığı, T.C. Ziraat Bankası ve bir iki Vali, T.C. ibaresini devlet binasındaki isim levhasından silince celallenip sokağa dökülen hamiyetli vatandaşlarıma şunu sormak lâzım. Bazı devlet kurumları T.C.’yi silince tepki gösterip sokağa döküldünüz. Yerinde bir davranış!

image018Peki, T.C. ibaresini binasındaki isim levlarına şimdiye kadar hiç  yazmayan diğer devlet kurumlarına bir şey demeyi düşünüyor sunuz? Bu kurumlar, T.C.’nin kurumları değil mi? Sayın Başbakan, binasının girişine pırıl pırıl parlayan büyük pirinç harfler ile T.C. yazmışsa, Başbakanlığa bağlı öteki devlet kurumları kendi isimlerinin önüne T.C.’yi niçin yazmaz? Emekli aylığımla maaşlarını ödediğim o devlet kurumlarının narin gıçlı bakanlarının, başkanlarının, idarecilerinin, komutanlarının, müdürlerinin T.C’yi niçin yazmadıklarını ya da ne zaman yazacaklarını açıklayacak kadar millete saygıları var mıdır acap?

Aynı devlet kurumlarının örütbağ sitelerindeki isim levhalarına bakdım. Kimi resmî kurum, isminin önüne T.C. yazmış, kimisi yazmamış. Hem binalarındaki tabelalarda hem de örütbağdaki isimliklerinde kimisi bütün bilgileri aynı büyüklükdeki harfler ile yazmış. Kimisi, bazı kelimeleri büyük, bazılarını da daha küçük hurufat ile yazmış. Uygulama elvan çeşitli. Her idareci, kendi keyfine göre bir yol tutmuş anlayacağınız.

İşin aslını öğrenmek için Başbakanlığımıza bir dilekce gönderdim ve şu suali sordum; “Devlet Kurumlarının tabelalara yazılan isimlerinin önüne T.C. kısaltması yazılması mecburî midir? Mecburî ise hangi mevzuata göre yazılmaktadır?” Bugün tam 17 gün oldu. Cevap verirlerse ne diyeceklerini iştiyakla bekliyorum.

Devlet olmak demek ciddiyet gerekdirir. Devlet olmak demek; Kanun, nizam, düzen, intizam demekdir. Devlet idaresinde birlik, beraberlik, ahenk olmak zorundadır.

Devlet memuru olmak da şerefli, namuslu, hamiyetli ve ciddi olmayı gerekdirir. Devlet; kendi namusunu, bekâsını, şerefini kendi memuruna emanet eder. Devletin şerefini, bekâsını namusunu korumak, Kanunlara nizamlara harfiyen uymak ve uygulamak da bir kerteden sonra devlet memurunun sütüne, namusuna, vicdanına, iradesine ve aklına emanet edilir.

Siyasî cenahda ahval-i umumiye böyle iken bakalım Ayanasalar ve Kanunlarımız T.C. konusuda ne diyor. Ve askerî cenah ne inciler dökdürmüş ve döktürecek, buyurunuz beraber bakalım.

Bugün itibariyle meriyette olan temel Askerî Kanunları tetkik etdiğimizde, ekseriyetle Türk Silahlı Kuvvetleri ibaresinin kullanıldığını görüyoruz. T.S.K’nin tanımı da sadece 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu madde-1’de yapılmış. Fakat Atatürk, ömrü hayatında bir kez bile Türk Silahlı Kuvvetleri dememiş. Peki nasıl oluyor da Atatürk’ün bir kez bile telaffuz etmediği, yazmadığı, çizmediği bir ibareyi birileri Kanun’lara sokuşduruyor?

Konuşmalarında Atatürk’ün, “Ordu”, “Kahraman Ordu”, “Türk Ordusu”, “Kahraman Türk Ordusu”, dediği; M. Akif Ersoy’un İstikâl Marşı’nda “Kahraman Ordumuza” dediği bir kavramın zaman içinde hadım edilip nasıl Türk Silahlı Kuvvetleri yapıldığının izlerini Anayasada, Temel Askerî Kanunlarda ve çeşitli vesilelerle ve zamanlarda Atatürk’ün  irad etdiği sözlerinde aramak gerekiyor.

Bu maksatla, önce bu konu ile âlâkalı mevzuatın safahatını inceleyelim. Bilahare de Atatürk’ün Ordu hakkında irad etdiği sözlerini ele alalım. Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun izini önce Anayasalarda sürelim.

Anayasalarımızda T.C.

1921 Teşkilât-ı  Esasiye Kanunu:

Her fiil, zaman ve mekâna göre anlam ifade eder. Bugün, hac farizasını edâ eylemek için bir servet harcayıp deve üstünde çile dolu 90 günlük bir yolculuğa ne hacet! Bu uğurda kaç hacı adayı, çöl eşkiyası bedevînin kılıcının ucunda ruhunu teslim eyledi bilen var mı? Ölümü göze alarak ayağındaki çarığı çıkartıp askerinin önünde çölü geçmek için Sultan Selim olman lazım. Olabilir misin? Atla uçağa, bir günde dünyanın öbür ucuna vasıl ol! Hem de çok ucuza.

Bu cümleden olmak üzere 1921 Anayasası  olağanüstü şartlarda yapılan ilk T.C. Anayasa’sıdır. Vilayet, Kaza, Nahiye gibi daha ziyâde mülkî ve idarî hususları ihtiva eder. Büyük Millet Meclisi ibaresinin önünde Türkiye kelimesi bile yokdur. Sadece 23 maddeden mürekkep olan bu Anayasa; hâkimiyet, bilâkayduşart milletindir der fakat devletin şekli bile henüz belli değildir.

Temel amacı, İstanbul Hükümetini tanımadığını ve Türkleri temsilen yeni bir devlet kurulduğunu dünyaya ilan edip idarede ikiliği ortadan kaldırmak olan 1921 Anayasa’sından daha fazlasını beklemek de haksızlık olur. Zaten adı Esas Kuruluş Kanunu’dur. Kanun metni incelendiğinde; Büyük Millet Meclisi, Türkiye Devleti ve Türkiye ifadeleri vardır fakat bir tek dahi olsa Türk kelimesi yokdur. Silahlı Kuvvetlerden ise hiç bahsedilmemişdir.

1924 Teşkilât-ı  Esasiye Kanunu:

İstiklâl Harbi sona ermiş, devlet kurumları belli bir aşamaya kadar teşkilatlanmışdır. Harbin ilk yıllarında hazırlanan 1921 Anayasa’sının eksikleri ve yeni zuhur eden ihtiyaclar gözönüne alınarak daha geniş kapsamlı bir Anayasaya yapmak ihtiyacı hâsıl olmuşdur.

Bu maksakta yapılan 1924 Anayasa’sında ise şu hususlar öne çıkar. İlk maddesine  yazılan ifadeyle, devletin şekli Cumhuriyet olarak tespit edilmiş ve ebedî olarak tarihe yazılmışdır. Bugünlerde sözü edilen Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğunu ilan eden Kanun’un birinci maddesinin değiştirilmesi veya iptal edilmesinin hiçbir surette teklif dahi edilemeyeceği ilk kez bu Anayasa’da ifade edilmişdir.

1924 Anayasası madde 40’da; Kuvayı Harbiye ve Erkanı Harbiyei Umumiye Riyâseti kavramları bir kez kullanılmış. Anayasa’nın sonraki yıllarda yapılan tercümesinde; Kuvayı Harbiye kavramının yerine Silahlı Kuvvetler; Erkanı Harbiyei Umumiye Riyâseti yerine ise Genelkurmay Başkanlığı kavramları ikâme edilmiş. Bu kavramları bu şekilde değiştirenleri Atatürk bugün gelip bulsa ne yapardı acap?

1961 Anayasası:

27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra kurulan asker ağırlıklı hükümete askerin vesayetinde hazırlatılan 1961 Anayasası’na bakdığımızda; Genelkurmay Başkanlığı, Silahlı Kuvvetler ve Türk Silahlı Kuvvetler kavramının artık hukuk alanında kendine yer bulduğunu görüyoruz. 1961 Anayasası’nda; Genelkurmay Başkanlığının, Başbakan’a karşı sorumlu olduğu da ilk kez kayıt altına alınmış.

1982 Anayasası:

Atatürk, düvel-i muazzamaya karşı yedi cephede aynı anda şavaşmış, onları “geldikleri gibi” göndermişdi. Sutre gerisinden Yunanistan’ı fıştaklayıp Türklerin üzerine süren İngiltere, önce Dardanelles dedikleri yerde, bilahare de İzmir’i terk ettikden sonra Akdeniz’in ılıman sularına hem canlarını hem de imparatorluk tacını bırakdılar. Türk ile savaşmak, onlara imparatorluk tacına mal oldu. Yurtdışında görevli iken sohbet etdiğim bir İngiliz subayı söylemişdi bana bu sözü. Avlanmaya gelen şapşal avcının kendisi av oldu.

Osmanlı Devleti’nin küllerinden, adı Türkiye Cumhuriyeti olan yeni bir devlet kurdu Atatürk. En yakın arkadaşlarından bile bazıları başlangıçda inanmadı ona. Yapamazsın dediler. Paşa paşa otur, oturduğun yerde dediler. Fakat ölümü göze alarak bu mücadeleye başlayan Atatürk, azimle savaşdı ve savaşı kazandıkdan sonra yeni bir devlet kurdu. Muzaffer ve kurucu bir güç olmanın haklı gururuyla 1921 senesinde ilk Anayasayı yapdı. Duruma göre gelişen yeni ihtiyaclara cevap vermek amacıyla, ilk Anayasa biraz daha genişletildi ve 1924 Anayasa’sını da gene Atatürk yapdı.

Eline geçirdikleri her fırsatda buruşuk gıdılarını kıvırı kıvıra Atatürkcü olduklarını, Atatürk’ün ilke ve inkilâplarının yılmaz bekcisi olduklarını bağıra bağıra ilan eden muhterem komutanlarımız ne yapdı? Darbe yapdı dostlar, darbe! Masaya yumruğu vurup darbe yapdılar. Her darbe, meslekdaşım Sayın Aydın KULAK’ın tabiriyle hem astsubayları hem de Atatürk ilke ve inkilârını iki kere vurdu. Atatürk, bütün dünyayı dize getirip düşmanı mağlup etdikden sonra Anayasa yapdı. Atatürkcü olduğunu iddia eden komutanlarımız ise masaya yumruk vurup darbe yapdı. Çünkü çapları bu kadar idi. Böylesi ucuz bir darbe tertiplemekle yeni bir Anayasa yapma hakkını vehmetdiler kendilerine.

İşde, Atatürk ile Atatürk’ün komutanları arasındaki en temel fark budur. Atatürk düvel-i muazzama ile savaş yapdı, Atatürk’ün mirasına çöreklenen komutanlar ise darbe yapdı. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinde olduğu gibi beşibiryerde komutanlarımız 12 Eylül 1980 tarihinde gene masaya bir yumruk vurup bu kez de 1982 Anayasa’sını yapdılar netekim.

1961 Anayasası’nda ihdas edilen; Genelkurmay Başkanlığı, Silahlı Kuvvetler ve Türk Silahlı Kuvvetler kavramlarının 1982 Anayasası’nda aynı şekilde muhafaza edildiğini görüyoruz.

İncelememizin buraya kadar olan kısmında; Türk, Türkiye, Silahlı Kuvvetler, Genelkurmay Başkanlığı gibi kavramların Anayasamızdaki izini sürdük. Fakat makâlemizin konusu bu ibareler değil. Madem gündemde olan konu T.C. ibaresi öyleyse Askerî hukuk içinde bu ibarenin izlerini aramalıyız.

Genelkurmay Başkanlığımız ya da Türk Silahlı Kuvvetleri olarak bilinen devletin bu askerî kurumunun T.C. konusunda tavrı, hassasiyeti ve nihai amacı nedir, geliniz şimdi, onu görelim.

T.C. ilk kez nereye ve Ne Zaman Yazıldı?

image020Türkiye Cumhuriyeti kuruldukdan sonra T.C. kısaltması ilk olarak nerede ve zaman yazılmış ve kullanılmış? Güzel bir soru. Gurur vesilesi yapmalıyız. Astsubay olduğu köşe bucak gizlenen meslek büyüğümüz rahmetli Pilot Vecihi Hürkuş, kendi imâl ettiği Vecihi XIV isimli uçağın gövdesine ve kuyruğuna T.C.’yi kendi eliyle yazdı. Hem de 1930 senesinde.

T.C.’nin resmî evrakda yazılışı ise 1927 senesine denk geliyor. Türkiye Cumhuriyeti, 1927 senesinde Milletlerarası Radyo Telgraf Birliğine üye oldu. Ülkemize TAA-TCZ kod aralığı tahsis edildi. 1927 senesinde yapılan resmî yazışmalarda Türkiye Cumhuriyeti bu aralıkda yer alan TC kodunu ilk kez kullandı (10).

T.C.’yi ilk önce Genelkurmay Başkanlığımız sildi!..

  • Evet, Türkiye Cumhuriyeti’inin kısa yazılış biçimi olan T.C.’yi isim tabelasına hiç yazmayan devlet kurumu, Genelkurmay Başkanlığımızdır.
  • T.C.’yi Askerî Kanun’lardan silen ilk devlet kurumu da Genelkurmay Başkanlığımızdır.
  • Bu iddiamızı bir adım daha ileri götürelim ve ilave edelim; hattâ Askerî Kanun’larda var olan T.C’yi ilk silecek devlet kurumlarından birisi de gene Genelkurmay Başkanlığımız olacak!

Nasıl mı? Buyurun, kendiniz görünüz!

1324 Sayılı Genelkurmay Başkanının Görev Ve Yetkilerine Ait Kanun’a inceleyiniz. (Bkz.↓).

image023

1970 tarihli bu Kanun’da bir tek dahi “Türk” kelimesi yok!

Bir tek “T.C.” ya da “Türkiye Cumhuriyeti” ibaresi yok!

Bu Kanun’un Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığına ait olduğunu gösteren bir tek emâre yok!

Bu Kanun, hangi devletin Kanun’u?

Kanun’da söz edilen görev ve yetkiler hangi ülkenin Genelkurmay Başkanına ait?

Kanun’da suç olarak tefrik edilmeyen bir fiile ceza verilemez. Bu cümlenin sonucu olarak, Kanunlar manzumesi olan hukukda her kavramın, her ifadenin bir karşılığı vardır. Olmak zorundadır. 926 Sayılı TSK Personel Kanun’una bakınız. Subayın, rütbeyi esas alan sadece bir tek tarifi vardır.

Fakat aynı Kanun’da Astsubayın iki farklı tanımını görürsünüz. Birisi, madde 77’dir. Rütbeyi temel alan tarifdir. Öteki, 2.7.1952 tarihli ve 5802 sayılı ve Astsubay Kanun’unda Birinci Madde olarak ihdas edilen ve “Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun ...” diye başlayan meşhur Ek madde-21’deki tarifidir.

Peki, buraya kadar verdiğimiz bilgilerin, bugünlerde gündem edilen T.C.’nin devlet kurumlarının tabelasından silinmesiyle alâkası var mı? Var, muhterem dostlarım var. Hele biraz dayançlı olunuz!

Türk Silahlı Kuvvetleri mi?, Türkiye Cumhuriyeti Ordusu mu?..

Bugüne kadar yazdığım çeşitli makâlelerimde bu konuya herkesin dikkatini çekmeye çalışdım. Dedim ki câri mevzuatda astsubay’ın iki ayrı Kanun’da birbirinden çok farklı iki tarifi var. Bunlardan birincisi 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu Madde- 3a3’deki tarif. Diğeri de 926 Sayılı TSK Personel Kanunu’ndaki tarif. Konu dışında kaldığı için birincisine temas etmiyorum. Biz, ikinci Kanun’daki tarifi inceleyeceğiz...

Önce, aşağıda ilgili kısmını gördüğünüz 5802 Sayılı ve 2.7.1952 tarihli Astsubay Kanunu ile ihdas edilen ve daha sonra bu Kanun’un ilga edilmesiyle ve onun yerine geçen 926 Sayılı TSK Personel Kanunu’na Ek madde-21 olarak aynen ithâl edilen o meşhur tarif. Bakınız, bu tarif şöyledir; (Bkz.↓).

image025

Pür dikkat okudunuz mu? Efendim? Okudunuz! İyi de etdiniz. Bir kere daha okumanızda fayda var. Çünkü muherem dostlarım; burada gördüğünüz tarifi, bu son görüşünüz olabilir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti Ordusu diye başlayan 61 yaşındaki bu tarifi, yakında Kanun’dan silip atarlarsa şaşmayınız. Şu fukaradan söylemesi...

Millî Savunma Bakanlığımıza iki hafta önce bir dilekce gönderdim ve şu soruları sordum;

Bugün itibariyle câri mevzuata göre TSK’de;

  • Astsubayın kaç çeşit tarif/tarileri vardır?
  • Bu tarif/tarifler nelerdir?
  • Bu tarifler hangi mevzuatda yer almaktadır?

Millî Savunma Bakanlığı, cevaplaması gayesiyle dilekcemi Kara Kuvvetleri Komutanlığına gönderdiğini bildirdi bana. Kara Kuvvetleri Komutanlığından beklerken, cevap, Genelkurmay Başkanlığımızdan geldi.

Genelkurmay Başkanlığımız cevaben  şöyle diyor;

Astsubay, 211 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun “Askerler ver rütbeler” başlıklı 3’üncü maddesinde “hususi kanununa göre Silahlı Kuvvetlere katılan astsubay çavuştan astsubay kıdemli başçavuşa kadar rütbeyi haiz olan askerdir” şeklinde tarif edilmişdir.

Burada yeri gelmişken önemli bir hususa dikkat buyurunuz. Astsubayın tarifini sorduğum dilekceme, Genelkurmay Başkanlığımız sadece 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu’na dayanarak cevap verdi. 926 Sayılı TSK Personel Kanun’undaki astsubay tarifinden hiç bahsetmemiş. Yukarıda mezkur satırlarda okuduğunuz üzere, bu Kanun’un 77’nci maddesi ve Ek madde-21’inde astsubayın iki farklı tarifi var. Hele Ek madde-21’de bir astsubay tanımı var ki subayın bile hiçbir Kanun’da böyle çarpıcı ve etkileyici bir tarifi yok.

image026Genelkurmay Başkanlığımız dilekceme verdiği cevapda özellikle Ek Madde-21’deki astsubay tarifini görmezden gelmiş ve en hafif deyimle üstünü örtmüş. Bu sakınmanın esbab-ı mucibesi ne ola ki? Bu Kanun üzerinde çalışmalar yapıldığını söyleniyor bugünlerde. Genelkurmay Başkanlığımızın bu tavrına bakıp “Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun” diye başlayan Ek madde-21’deki astsubayın bu tarifini, yakın zamanda bu Kanun’dan kazıyıp atacak desek, acaba falcılık yapmış olur muyuz?

Gördünüz necip hemşerilerim, kıymetli meslekdaşlarım. İşde, eli altın makaslı apoletli gazgıçlar, bu tarifi Kanun’dan çıkartmak için fırsat kolluyor bugünlerde. Genelkurmay Başkanlığımız, Türkiye Cumhuriyeti Ordusu diye başlayan astsubayın tarifini Kanun’dan kazıyıp atacağını kafaya koymuş, ne dersiniz?

Berât-ı zimmet asıldır. İddiamızın aksi mevzu bahis ise bunu yetkili idareciler lutfedip fâş etsinler.

Silerse varsın silsin, ne var bunda dediğinizi duyar gibiyim. Siz, böyle düşünenlerden iseniz şayet bu makâlenin devamını okumaya zahmet buyurmayınız. Zira size vereceği bir şey yok! Silindiğini kendine dert edinenlerin okumasını salık veririm.ses-siz-olunuz

İster astsubay olunuz isterse hür iradeli, ehl-i vicdan sade bir T.C. vatandaşı... Devletin resmî kurumları T.C. ibaresini tabelalarından silince haklı olarak celallenip sokaklara döküldünüz. Doğru da yapdınız. Çünkü T.C.’nin asıl sahibi sizlersiniz.

Peki, Genelkurmay Başkanlığımızın T.C. ibaresini kendi tabelasına yazmayışına ve yazılı olanları da silmesine ne diyeceksiniz?

En az bunun kadar önemli olan astsubay tarifinden Türkiye Cumhuriyeti Ordusunu söküp atmasına ne diyeceksiniz?

Atın nalındaki mıhlardan bir danesinin yerinden düşmesinin başlangıçda hiçbir zararı yokdur. Öyle görünür. Lâkin hakikat öyle değildir? Toynağındaki nalından düşen bir mıhı atın kendisi farkedemeyebilir. Fakat biz, at mıyız?..

Bir mıh, bir nal; bir nal, bir at; bir at, bir sipahi, bir sipahi, bir ordu; bir ordu, bir savaş, bir savaş, bir vatan; bir vatan, namus kazandırır ya da kaybetdirir.

Atın nalından bir mıh düşdü. Gerisini siz tahayyül edin ve tavrınızı ona göre belli edin hamiyetli yiğitlerim.

Ordu sözcüğünün Kökeni;

Orta Asya, biz Türklerin tarihinde çok önemli bir yere sahipdir. Atamız Türkler'in tarihin sahnesine ilk bu bölgede çıkdı. Sayısız medeniyete ev sahipliği yapan bu bölgede, Türkler'in izlerine rastlamak halen mümkün.

image032Moğolistan'ın başkenti Ulan Bator'dan kilometrelerce uzaklıktaki Orhun Vadisi boyunca uzanan Orhun bölgesinde Karluk ve Basmiller'le birleşerek ikinci Göktürk Devleti'ni yıkan Uygurlar, Uygur Devletini kurdular. Kurucuları Kutluk Bilge Kül Kağan'dır. Devletin merkezi ise Ordubalık, yani bugünkü adıyla Karabalgasun'dur. Kutluk Bilge Kül Kağan, şehir kuran ilk Türk hükümdarıdır. Tarihdeki İlk Türk şehri de Ordubalık'dır(11).

Arapca olan medenî kelimesinin kökeni Medine’den gelir. İslâm dininin yayılmasıyla örnek bir idarenin teşkil edildiği ve herkesin huzur ve refah içinde yaşamaya başladığı Medine şehirinin isminden dünyaya yayılmışdır.

Bugün severek kullandığımız Türkce bir söz olan uygar kelimesini de kurdukları yüksek ve çağdaş bir idare şekline izafeten ceddimiz Uygur Türkleri armağan etmişdir dünyaya.

Ordu sözcüğünün Türk Dili ve Tarihinde Kullanılışı;

Ordu” sözü Türkcede birbirlerine yakın, anlamlar için kullanılmıştı. Ordunun esas ve en eski anlamı, “hükümdar çadırı“ demekti. Başkomutanların ve hatta küçük komutanların karargâh çadırları da birer ordu idiler. Bu söz, gelişerek başkent anlamına ve hattâ bugün bizlerin de kullandığımız, birer asker topluluğu olan ordu karşılığı olarak söylenmişti.

Hun Türkler’inde “Ordu” ve Türkçe “ordu” sözcüğü:

Ordu deyimini, “Büyük Hun Devleti” çağından beri görebiliyoruz. Eski Çin kaynaklarında “ordu” şeklinde yazılmış bazı yer adları da vardır. Hun Türk İmparatorluğu’nda ordu adını taşıyan yaylak ve kışlak isimleri, genel olarak askerî bakımdan önemli olan bölgelerdi.

Ordu” sözü Türkçe’dir. Eski Türkçe‘de “or-ta” deyimi, “ordu” şeklinde de söylenirdi. Bu söz, yer belirten Türkçe “or-“ kökü ile “-tu” ekinden meydana gelmişti. Türklere göre, nerede bir devlet varsa onun da bir “ortası” bulunurdu. Devletin ortasında da ya devlet başkanı veyahut ordu başkomutanı otururdu(12).

Ordu mu, Silahlı Kuvvetler mi?

Genelkurmay Başkanlığının örütbağ sitesindeki Tarihcede şöyle diyor;

... Mete tarafından MÖ 209 yılında ilk defa teşkilatlı bir ordu kurulmuş olup bu tarih Türk ordusunun ve Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak kabul edilmiştir.

Güzel, Büyük Hâkan Mete, “ordu” demiş. Peki, o tarihden bugüne kadar ne değişdi de Türkce olan “Ordu” kelimesini sildiniz ve yerine ikisi de Arapca olan “silahlı kuvvetler” sözünü koydunuz? Böyle bir hafıza ameliyatı yapmak kimin haddine? Türkiye Cumhuriyeti Ordusu demek, birilerinin ağırına mı gidiyor?

Atatürk, Nutuk ve Demeçlerinin tamamında ordu kelimesini kullandı(13). Nutuk’da defalarca Vatan Ordusu dedi.  Namuskâr Ordumuz, Mert Ordumuz, Türk ve Müslüman Ordusu dedi. 211 Sayılı TSK İç Hizmet Kanunu’ndan önce meriyetde olan 10 Haziran 1935 tarihli Kanun’un ismine bakınız; 2771 Sayılı Ordu Dahilî İç Hizmet Kanunu.

Bu Kanun’un dördüncü ve otuz dördüncü maddelerinde yazanlara lutfen dikkat buyurunuz; (Bkz.↓).

image035
image037

Atatürk, 1935 senesinde “Ordu” kelimesini Kanun’a yazdı. Yukarıda gördüğünüz üzere bu Kanun’da Atatürk; “Cümhuriyet Ordusu” diyor, “Ordunun vazifesi” diyor.

Cumhuriyetin 15 inci kuruluş yıldönümü  vesilesiyle 29 Ekim 1938 tarihinde irad etdiği ve Başbakan Sayın Celal BAYAR’ın Hipodrom’da geçit resminden hemen önce okuduğu hitabında Atatürk; “... Kahraman Türk Ordusu” diyerek sözüne başlıyor.image038

Yukarıda ifade etdik. Ordu sözcüğü, Türkce bir kelime.

Hem silah hem de kuvvet sözleri ise Arapca. Aslı varken sûretini kim alır?

Genelkurmay Başkanlığımızın örütbağ  sayfasındaki Tarihcesi incelendiğinde; “Türk ordusu, ordu, ordu-millet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri ve Silahlı Kuvvetleri” kavramlarını kullandığını görüyoruz. Dikkat edilirse, tarihcede bir kere bile olsun Türkiye Cumhuriyeti Ordusu kavramı kullanılmamış. Bu içtinabın sebeb-i hikmeti ne ola?..image044

Türk gibi Türkce; anamızın sütü gibi saf ve temiz bir kelime olan ordu kelimesini hafızalardan, askerî mevzuattan silersek; ordugâh, orduevi, ordu mensubu, ordu-millet gibi kelimelerin yerine hangi sözcükleri ikâme edeceğiz?

  • Atatürk’ün “Ordular; ilk hedefiniz, Akdeniz’dir” diyen emri ne olacak?guclu-ordu
  • Anıtkabir’in duvarına kazınan “Kahraman Türk Ordusuna” hitabı ne olacak?
  • “Güçlü ordu, güçlü Türkiye” sözü ne olacak?
  • “Ordu, astsubayı ile güçlüdür” deyimindeki “ordu” kelimesi ne olacak?

Bülbül bağında, çiçek dalında güzeldir. Dokundukca batırıyorsunuz.

Bırakınız, sahibinin yapdığı gibi kalsın!

Yapamıyorsunuz, belli... 6413 Sayılı TSK Askerî Disiplin Kanun’undaki beceriksizliğinizi elâleme gösterdiniz. Şimdi de sıra, 926 Sayılı TSK Personel Kanunun’u Ek madde-21’deki assubay tanımını iğdiş etmeye geldi.

image046Daha iyisini yapamıyorsunuz. Sizin çapınız ne ki Atatürk’ün yapdığından daha iyisini yapasınız? Atatürk’ün yapdığına sahip de çıkamıyorsunuz.

Hiç olmazsa haysiyetli davranın! Mete Han ve Atatürk’ün mirasını yıkmayın!..

Son Söz;

Bugün iktidarda olan siz Sayın Komutanlarım! Atatürk’ün namına ve tarih önünde sizlere sesleniyorum;

image048Bu memleketin adı, Türkiye Cumhuriyeti’dir. Ordusunun adı, Türkiye Cumhuriyeti Ordusudur.

Yüce Devletimin tacı olan T.C.’ye Dokunma!

Atatürk’ün Ordusuna Dokunma!

Türkiye Cumhuriyeti Ordusuna Dokunma!

Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Astsubayının Tarifine Dokunma!..

 

 brove

 

 

 

 

Şükrü IRBIK

(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.

Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun Astsubayı

 

Kaynak:
  1. 1921 Anayasası (Teşkilâtı Esasiye Kanunu).
  2. 1924 Anayasası (Teşkilâtı Esasiye Kanunu).
  3. 1961 Anayasası.
  4. 1982 T.C. Anayasası.
  5. Atatürk’ün Sözleri.
  6. 2771 Sayılı Ordu Dahili Hizmet Kanunu.
  7. 926 Sayılı TSK Personel Kanunu.
  8. 211 Sayılı T.S.K İç Hizmet Kanunu.
  9. http://www.tsk.tr/1_tsk_hakkinda/1_1_tarihce/tarihce.htm
  10. http://www.webrazzi.com/2012/12/07/tc-alan-adi-uzantisinin-perde-arkasi/
  11. http://yasam.bugun.com.tr/turklerin-kurdugu-ilk-sehir-haberi/128978
  12. http://www.cokbilgi.com/yazi/ordu-sozcugunun-turk-dili-ve-tarihinde-kullanimi/
  13. NUTUK-1969, MEB Matbaası - Türk Devrim Tarihi Enstitüsü

Don, Çocuk ve T.C.

Mayıs 06, 2013

 

O çocuk hakkında aşağıda yazılanlar ve çizilenler külliyen hayâl mahsulüdür. Zinhar, kimse hakikat zannetmeye! Bu hikâyenin bir zamanı da yok. Ne mâzi ile, hele hele ne bugün ile ne de âtî ile bir âlâkası var. Hamdolsun, kimseyle de alacağı, vereceği, borcu mevzu bahis değil. Teke altında çebiş aramayınız. Çünkü yok! Okuyacağınız bu hikâye aslında hiç yaşanmadı.

Tek dişi kalmış canavarın en doğusunda yer alan demokrasi ve tanrılar ülkesinde ana rahmine düşdü, bilinmeyen bir tarihde. Ve gözlerini dünyaya orada açdı. Doğduğu memleketde kendisini adam yerine koymadılar. İnsan muamelesi yapmadılar.  O çocuk da ya kısmet deyip nafakasını başka diyarlarda aramak için doğduğu yeri terk eyleyip kendini yad ellere vurdu.

Bir yolunu bulup doğduğu ülkenin hemen doğusunda yer alan komşu memleketin en büyük şehrine okumak için kaçak olarak geldi. Bu şehirin İmam Hatip Lisesinin birinde yabancı uyruklu öğrenci olarak bir süre öğrenim gördü. Bu okulda Padişahlık hayalleri de kuran Sadr-ı âzam’ın dizinin dibine oturdu. Sınıf arkadaşı oldu. Bilahare lise öğrenimini hisarları kara olan afyonlu bir şehirde tamamladı. Sonra, İmam Hatip Lisesini okuduğu tatlı rantlar ve sonsuz fırsatlar şehrine geri geldi.

Nasıl olduysa oldu, bu memleketin en iyi teb fakültesine kapağı atdı. Sene dediğin ne ki! Altdan say üç yüz altmış beş, üstden say, gene aynı. Günler yel gibi, seneler sel gibi geçdi. Nasıl başardı bilinmez, çocuk hasbelkader tıbbiyeyi bitirdi. Doğduğu ülkenin teb aliminin yeminini etdi. “Teb fakültesinde aldığım vesikanın bana kazandırdığı hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma, hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, mesleğimi dürüstlük ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim” deyip vesikasını eline aldı.

Sonra, mesleğini icra etmek için elinde, beli kırmızı fırfırlı kurdele ile bağlı hekimlik vesikasıyla doğduğu topraklara döndü. Demokrasinin beşiği olduğu iddia edilen bu memleketde kendisini gene adam yerine koymadılar. Yüzüne bile bakmadılar. Burada bir baltaya sap olmazsın dediler o çocuğa. Aldığın vesikayla tavuk bile muayene edemezsin dediler.

Bakdı, pabuç pahalı. Postu kurtarmak için gecenin zifiri karanlığında hiç tereddüt etmeden bırakıverdi kendini Meriç'in serin sularına. Kendini can havliyle nehre atmadan önce gıçındaki donu bile sıyırıp atmışdı ölüm korkusundan...

Güneş, doğudan doğar derler. Medeniyet de öyledir. O çocuk, burnunu güneşin doğduğu yöne çevirdi hemen. Yüzdü yüzdü... Ve nihayet kuyruğuna geldi. Kulaç atmakdan mecâli kesilmiş, nefesi tükenmişdi. Kelime-i şahâdet getirmeye başladı. Tam ruhunu teslim edecekdi ki ayaklarının toprağa değdiğini hissetdi. Kurtulmuşdu. Kaçanın anası ağlamazdı, babasından duymuşdu. O çocuk da kaçmış ve canını kurtarmışdı...don-cocuk-tc-3

Yüzerek nehirin doğu yakasına ulaşdığında, yere secde edip toprağı hasretle öpdü. Hem de defalarca... Sonra, ayağa kalkdı. Önce sağına, sonra soluna; en son olarak da kendine bakdı. Gıçında donu olmadığını fark etdi. Anadan üryan, babadan giryan idi. Ensesinde hissetdiği ölüm korkusundan olsa gerek kendini nehre atarken çırılçıplak soyunmuşdu. Yanında son anda kurtardığı biricik canından başka hiçbir şeyi yokdu. Günahları bile arkasındaki ülkede kalmışdı. O artık bir mülteci idi.  Komşu ülkeden firar etmiş ve bu tarafdaki ülkeye de sığıntı olarak girmiş kaçak bir çocuk idi. Fakat özgürdü. Neşeyle ötüşüp cıvıldayan, oraya buraya uçuşan kuşlar gibi; keyfince, hesapsızca ve hudutsuzca dolaşan hava gibi; çağıldaya çağıldaya, nazlı nazlı akan su gibi... Karabasan misâli üzerine çöken o kurşun kadar ağır günleri, katran karası geceleri doğduğu ülkede bırakmışdı.

Sürünerek vardığı sahilden doğrulup ayağa kalkınca şaşkın, ürkekce ve korkudan titreyerek bakdı etrafına bir kere daha. Çıplak olduğu için utanıyor ve soğukdan değil fakat korkudan tir tir titriyordu. Onu gören bir yerli, yanına yaklaşıp “hayrola hemşerim, n’oldu” dedi. Hikâyesini anlatdı donsuz çocuk... Özgür ülkenin vatandaşı kendisini dinledi. O çocuğa acıdı. Anlatdıklarına inandı. Fakat yerli adam o çocuğun anlatdığı hikâyeyi dinlerken o çocuk, yerli vatandaşın şefkât ve merhamet duygusundan istifade etmenin hesabını yapıyordu kafasında.

Yerli adam önce don verdi, elbise verdi, bir çift pabuç verdi ona. Karnını doyurdu. Sonra da acıyıp sevabına gıçına giydirdiği pantolonun cebine üç beş lira para sokuşdurdu. Çocuk, bütün bunlara hiç itiraz etmedi. Sukût içinde ve arsızca kabul etdi bu yardımların hepsini.

Karnı doyan o çocuğun zihni açıldı hemencecik. Dizlerine derman, gözlerine fer geldi. Gözlerinin önü ışıldadı âniden. Üstelik burnu da iyi kokular almaya başladı.

Durması gereken yer; ayağını ilk basdığı; sel önünden kütük kapar gibi canını Azrail’in elinden kapdığı o küçük köy değildi. Bunu çok iyi biliyordu. Daha önce okuyup hekim olduğu, havasını soluduğu, suyunu içdiği, dadına bakdığı fırsatlar şehrine tekrar gidip hayallerini bir bir tahakkuk ettirmek istiyordu bir an önce.

Hemen yola koyuldu. Kendisine don veren, karnını doyuran, elbise, pabuç, ekmek veren özgür adama kuru bir teşekkür bile etmeyi düşünmedi... Arkasına hiç bakmadan hedefine doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Bir süre sonra da koşarak ufuk çizgisinde gözlerden kayboldu.

İHL’den sıra arkadaşı olan öteki çocuğu aradı ve buldu en büyük şehirde. Aynı yolda yürüyeceği, aynı yağmurda ıslanacağı akıl yarısını... O’nun “altın saçlı” bir çocuk olduğunu, vakdi zamanı geldiğinde, dokunacağı her şeyin zer olacağını hüt hüt kuşları fısıldamışdı kaçak çocuğun kulağına. Hileli zarların birbirini bulduğu gibi kapak tıngır tıngır yuvarlanmış ve tenceresini bulmuşdu. Hedefleri aynıydı nasılsa. Onlar aynı bağın bülbülü, aynı derenin sülüğü, aynı dağın kargasıydılar.

Fakat önünde dizi dizi engeller vardı. Göbeğinin kesildiği memleketten kaçdığını anlayan yetkililer, onu hemen aforoz edip hem dinden hem de vatandaşlıkdan çıkartdılar. Donsuz çocuk şimdi hem bir dinsiz hem de bir haymatlos idi.

Vatandaşlığa kabul edilmesi için kanunen en az beş sene uslu uslu oturup ikamet etmesi gerekiyordu anadan üryan geldiği memleketde. Fakat beklemeye hiç tahammülü yokdu. Bekleme süresini kısaltmak için yerli bir kadın ile evlendi. Sığındığı ülkenin vatandaşlığını elde etmek için ya sabır dedi ve tam üç sene bekledi.

Sonunda muradına nail oldu. Kaçarak geldiği memleketin vatandaşlığını hanımı sayesinde üç senede aldı. Mavi renkli Nüfus Cüzdanını, sevinç ve gururla gömlek cebine yerleştirdi. Haymatlos’luk sona ermiş, vatandaşlık başlamışdı. O çocuk, donsuz geldiği ülkenin artık şerefli bir vatandaşı olmuşdu. Heyecandan ayakları yerden kesilmişdi. Hayata atılıp bu şehrin nimetlerinden sonuna kadar nemalanmak için gözleri fel fecir okuyor, etekleri zil çalıyor, çontu elleri de zilsiz oynuyordu.

Yürümenin değil koşmanın vakdi gelip çatmışdı. Babasının gül hatırı için adını değiştirmedi. Fakat Soyadını kendi seçdi. Mesleğiyle kel âlâka bir Soyad uydurdu kendine. Babası müezzin değildi fakat O’nun oğlu oldu. Donsuz firar edip geldiği ve okuyup tabip olduğu şehirin bir hastanesinde ihtisas yapdı. Uzman hekim oldu. Sonra da mesleğini icra etmeye koyuldu.

Allah, “koş, ya kulum demişdi” ya! Burnu çok iyi koku alan o çocuk, yağlı ballı lokmaları işkembeye indirmenin ve parsayı kısa yoldan toplamanın yolunun taze vatandaşı olduğu memlekette siyasetten geçdiğini fark etmekde gecikmedi. Çalkantılı nehrin serin sularına kendini çırılçıplak bırakmakda nasıl hiç tereddüt etmediyse paçaları da sıvamadan siyasete öylesine dalkılıç atladı.

Hiçbir fiil, zamandan ve mekândan azâde olamaz! Doğru zamanda, doğru mekânda, doğru(!) insanlarla buluşmada pek mahir davrandı. Önce, okuyup hekim olduğu şehirin milleti; akabinde, nehri yüzerek geçdikten sonra topraklarına ayağını ilk basdığı şehirin milleti, onu vekil tayin etdi. Başkentin yolları artık onu gözlüyordu.

Başkent’e vasıl olur olmaz kendi hür iradesiyle tıpış tıpış gitdi Meclise ve bir yemin daha etti orada. Dedi ki;

Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim.

Yemin etmedim deyip kıvıramaz. Çünkü bu yemini etmeseydi mazbatasını alamaz ve milletin vekili olamazdı.

Taşı toprağı, hattâ havası ve suyu zer olan bu fırsatlar ülkesinin topraklarına ayağını ilk basdığında, yanında hiçbir şeyi, cebinde bir tek delikli kuruşu dahi yokdu. Ayak yalın, baş kabak idi... Mabadında bir donu bile yokdu. Fakat, yaptığı oynak, kaypak ve kıvrak manevralarla siyaseti paraya tahvil etmesini iyi bildi. Avcıları bol olan bir ilçede üç dane hastanesi para basıyor şimdilerde.

O çocuk, vatandaşlığını aldığı ülkenin Sıhhat ve Afiyet Bakanı oldu bir zaman sonra. Ciğeri en sonunda nankör kediye teslim etmişlerdi.

Doğduğu fakat karnını doyuramayıp kaçdığı memlekette “bir baltaya sap bile olamazsın” demişlerdi ona. O çocuk, doğduğu memleketde değil fakat vatandaşı olduğu memlekette bunu başardı; bir baltaya sap oldu.

Bir zaman gelir ve;

  • Altını, ateş ile;
  • Kadını, altın ile;
  • Erkeği de kadın ile sınarlar!
  • O çocuğu önce hekimlik, sonra vekillik, en son olarak da Bakanlık ile sınadılar.

Bakan oldukdan sonra biliniz bakalım can dostlarım, o çocuğun ilk icraatı ne oldu?

Kaçıp gelmesi, göbeğinin kesildiği yerde kalmasından daha zararlı oldu...

İlk yapdığı iş, sapı dalından olan baltayla o ulu çınarın gövdesini kesmeye yeltenmek oldu.

don-cocuk-tc-1O çocuk artık her şeyin fiyatını biliyor fakat hiçbir şeyin kıymetini bilmiyordu. Etdiği yemini unutdu. Hırsı boyunu beş arşın aşmış, nankörlüğü bindiği dalı kesmeye kadar vardırmışdı. Okumak cehaletini almışdı. Lakin ...

Kırk yıllık kart Kâni biraz okumayla olur muydu Yani?..

Talihin civelek cilvesine bakın ki vatandaşlığını almak için kabus dolu üç sene bekleyen o çocuk; Bakanlık koltuğuna oturur oturmaz kendisine bu nimetleri veren, kendisine aş veren, eş veren, iş veren o yüce devletin tacını tabelalardan silmeye tevessül etdi!..

Donsuz çocuk haymatlos idi.

Sonra;

 T.C., onu vatandaş yapdı, hekim yapdı, vekil  yapdı, şimdi de Nazır yapdı.

Biti kanlanınca maskeyi düşürdü yüzünden;

Av idi, avcı oldu,

Odun idi balta oldu,

Şah idi şahbaz oldu...

Sülük, bülbül, karga!..

O, şimdilik üçüncüsü oldu!

Besle kargayı, silsin T.C.’yi!.

Bu toprak, nankör bir çocukdan daha kötü bir şey yetiştiremez!..

brove

 

 

 

 

 

Şükrü IRBIK

(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.

Cumhuriyetimizin doksanıncı yılının ikinci ayının ikinci haftasıydı. Günün adını ne siz sorun ne de ben dile vereyim. Ne önemi var ki? Hava; açık, güneşli, pırıl pırıl... Vakit, şemsin bize tam tepemizden bakdığı dem. Pastırma yazı biteli epey oldu buralarda. Ankara’nın o kurşun gibi ağır meşhur ayaz, soğuk kış günlerinden eser yok. Bugünlüğüne de olsa yalancı bahar nevinden bir hava söz konusu bugün burada anlayacağınız. İnsanın gönlünü tazeleyen serin ve hafif bir rüzgâr esiyor ki anlatılır gibi değil.

Sinek siğse, iki katre su düşse; yollar göl olur, dere olur. Üç lapa kar yağsa yollar, izler kaybolur, yürünmez yaşadığımız şehirde. Aldığımız aylık, yaşadığımız senenin rakamlarıyla emsal olsa da vakit zenginiyiz kendi çapımızda. Sıhhatimiz de çok şükür yerinde. Zaman, müsait. Zemin kuru. Hava bedava, yol beleş, şems bilâ ücret. En azından şimdilik... Yürümek fiiline özne olacak ve yürümeye teşne iki fail de hazır olunca geriye kuvveden fiile geçmek kalıyor gayrı.

Haydi biraz yüreyelim dedim hanıma. Daha beş dakika bile geçmemişdi ki kendimizi sokakda bulduk. Yürüdüğümüz mevkiden, 950 râkımlı tepenin hemen arkasında, Ankara ahalisinin hâl-i pür melâline mahzun belki de biraz öfkeyle bakan Elmadağ silsilesini tarassut edebiliyoruz. Başı karla kaplı... Başı dumanlı... Başı, bugünlerde siyasette döndürülen fesat dolapları yüzünden epeyi karışık...

Nereye gidelim diye sormadık birbirimize. Ayaklarımız nereye, biz oraya! Yürürken önünden geçdiğimiz bir dükkanın tabelasındaki ısıölçere şöyle bir bakış atdım. Sıcaklık 14 derece. Zaman zaman öyle tatlı ve insanı ferahlatan hafif ve serin bir rüzgâr esiyor ki tarif etmenin imkânı yok. Dulda bir yerde durunca güneş insanın yüzünü yakıyor. Fakat rüzgâra doğru yürüyünce lâtif ve serin bir duygu insanı çepeçevre sarıp sarmalıyor. Ne sıcak ne de soğuk... Ya da hem sıcak hem de soğuk. Ankara’nın donduran kuru kışıyla ve kavuran susuz yazıyla mukayase edilirse cennetten çıkıp da gelivermiş bir hava.. Tıpkı ipek eldivenli eliyle insanın yüzünü okşayan güzel, zarif bir kadın gibi...

Çocukken anamım, bacılarımın ve bibilerimin, ebelerimin elinden tutardım. Sizlere ömür bibilerim ve ebelerim yıllar önce rahmetli oldu. Anamın ve bacılarımın elini hâlâ tutarak yürürüm. Bu alışkanlığım evlendikten sonra da devam ediyor. Yürürken eşimin ve çocuklarımın ellerini tutarım. Eşime dostuma da her zaman tavsiye etmişimdir. Eşinizin ve çocuklarınızın elinden tutarak yürüyün diye. Çünkü, hissetmek, dokunmak güzeldir; sevgiyi besler, büyütür ve insandan insana aktarır.

İnsanı sınırlayan, inatcı bir burgaç gibi içine çeken, sarıp sarmalayan işlerden âzade olmak ne güzel bir his, ne harika bir duyuş! Hür olmanın tadı bambaşka... Yürümek, gideceğin istikamete karar vermek; sağa yürürken sola dönmek, olmadı geriye dönüp o tarafa yürümek hem de aylak aylak. Ya da hemen oraya oturup mola vermek gönlünce, sınırsızca, kimseye hesap vermeden...

Hem yürüyoruz hem de aklımıza geldiği gibi konuşuyoruz bunca yıldır kahrımı çeken kader arkadaşımla. Her telden her dilden. “Emekli olmadan önce yürürken peşinden yetişemezdim. Rahvan at gibi koşardın da b.kun seyrek düşerdi. Bakıyorum şimdi ahesde çekiyorsun kürekleri denizci”, dedi bana. Şöyle bir düşündüm, doğru söylüyordu. Görevdeyken her şey ölçülü, miatlı, sınırlı, sayılı, hesaplıydı. Şu saatte işe başlarsın, şu saatte bitirirsin. Toplantıya giriş saatin saniye şaşmaz. Çıkış saatini ise sadece yaradan bilir. Evrağa şu vakde kadar cevap yazarsın. Hattâ işe başlama saati bellidir, herkes bilir de görevin ne vakit sona ereceği çoğu zaman kainat sırrıdır. Eh, bir raddeye kadar öyle de olması gerekiyor. Ne de olsa askerlik zor zanaat. Hakkını vererek çalışıp devletin vakdini, cereyanını, suyunu, mesaisini, malzemesini, yetimin hakkını yerli yerinde, layığınca değerlendirmek lazım. Biz de öyle yapdık. Lâkin şimdi kızakdayız. İşin çokluğundan lokmaları çiğnemeden, ölünün mabadına pamuk tıkar gibi ağzımıza tıkıştırıp tüm tüm yuttuğumuz dönem geride kaldı. Artık koşturmaya, zaman ile yarışmaya, insanları peşinden sürükler gibi götürmeye ya da birilerinin peşinden sürüklenmeye hâcet yok. Avare avare, aylak aylak yürü... Gün yirmidört saat, zaman ise çantada keklik.

Neredeyse hiç mola vermeden üç saate yakın bir süre yürümüşüz. Önünden geçdiğimiz bir simitci fırınından kavrulmuş susam kokusu çalındı burnumuza birdenbire. Hemen içeri girip birer gevrek apardık. Sonra oturup yemek için yakın civarda bir çardak bulup içine çöreklendik. İnsan böğründen üşür derler. Güneşi pupadan alacak şekilde oturduk. Dut yaprağını kıtır kıtır kemiren ipekböceğine nispet yaparcasına biz de başladık gevrekleri çıtırdatmaya ucundan kenarından. Bir zaman sonra bitişik çardakdaki konuşmaya kulak misafiri olduk kerhen. Bizim akran dört beş vatandaş bir araya gelmiş de meclisi kurmuşlar bile... Sohbetin bir deminde içlerinden kurnazca bakışı olanı diğerine şöyle dedi “Siz kaçın kaçından emeklisiniz?” Sorunun muhatabından isteksiz ve kısa bir cevap geldi “Birinci dereceye bile düşemedim. Üçüncü şark sırası gelince basdım istifayı.” Bu soru bana gayet bildik geldi. Hafifce o tarafa dönüp sohbet ehlinin sıfatına bir bakış fırlattım usulünce. Hiçbirinin simâsına âşina değildim. “Kaçın kaçı” faslı bitip de askerlik anılarını yâd etmeye başlayınca hepsinin biz emekli astsubaylaran birileri olduğu gerçeği fâş ediverdi kendiliğinden.

Astsubayların birinci derece dördüncü kademeye yükselme hakkını elde edişinin macerasını Dönme Dolap isimli makâlemde ele almış ve başlangıç ve bitiş derece/kademeleri konusunda astsubaylara yapılan haksızlıkları gündeme taşımışdım. Bu haksızlıklara ilave olarak emekli astsubayları kaşar dilimi gibi ince ince birbirinden ayıran “emekli derece ve kademeleri” konusunu ise bu yazımda ele almak üzerime farz oldu gayrı.

Yukarıdaki satırda okuğunuz şu “kaçın kaçı” sorusunun bu dünyada bir tek muhatabı var can dostlarım; bizler, yani emekli astsubaylar. Aynı Kanuna tâbi olarak sınava girip kazanmışsın. Aynı okula kayıt olmuşsun. Aynı okulun aynı sınıfında, yan yana okumuşsun! Aynı sene mezun olup aynı derece kademeden memuriyete başlamışsın. Üstelik aynı süre görev yapıp aynı sene emekli olmuşsun. Erken terfisi, nasıp kaybı, kendi nam ve hesabına üstelik kendi parasıyla okuyanı, okumayanı... Boynu devrilesice muhannet statü hazretleri biz astsubayları salam dilimi gibi ince ince doğrayıp yegân yegân tefrik etmiş. Herbirimizi farklı derece ve kademeden emekli etmiş. Gel de hayra yor bu rüyayı! Gel de “biz, bir aileyiz” martavalına inan!

Devlet memuru olup da devletinden maaş alan hiçbir çalışanı ve emeklisi böylesi aşağılık bir muameleye tâbi tutulmadı. Böyle hudutsuz, böyle ahlaksız bir zulüm görmedi. Aynı cephede sırt sırta harp ettiğimiz apoletli zevat da böyle bir sorunun muhatabı olmadı ezelden beri. Çünkü hepsi ezelden beridir birin dördünden emekli edildi. Üstelik ballı börekli tazminatları kesilmeden ve maaşları fazla tıraşlanmadan.(bkz.)

Peki, o çardakda sorulan suali siz emekli astsubay meslekdaşıma şu fakir sorsaydı, cevabınız ne olurdu?  

  • Siz, kaçın kaçından sınız?
  • Dördüncü dereceden?,
  • Üçüncü dereceden?,
  • İkinci derecenin bilmem kaçıncı kademesinden?,
  • Birinci dereceden?,
  • Birinci derece üçüncü kademeden?,
  • Birinci derece dördüncü kademeden mi?

Bana derece/kademeni söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim!

Emekli matematik öğretmeni olan dostum ile oturmuş sohbet ediyoruz. Laf döndü, dolaşdı gene tekaüt maaşlarına geldi. Sohbetin bir deminde hemen söze girip dedi ki; “Bugüne kadar emekli aylığını sorduğum albayların hepsinden aynı rakamı alıyorum. Fakat, kardeşim hangi emekli astsubaya sorsam, her biri farklı bir rakam veriyor. Sahi, siz astsubayların emekli aylığı ne kadar Allahaşkına?"

Önce arkadaşıma şöyle öfkeli bir bakış fırlattım. Fakat akabinde farkına vardım. Arkadaşım böyle bir sual sormakda yerden göğe kadar haklıydı. Emekli astsubaylardan hangisinin ne kadar emekli aylığı aldığını emekli bir astsubay olarak inanın ben de bilmiyorum. Sahi, biz astsubaylar ne kadar emekli maaşı alıyoruz?

Konu astsubaylar ise şayet soru aynı fakat cevabı elvan çeşitli... Dördüncü dereceden emekliysen takriben 1.350 TL, birinci derece dördüncü kademeden emekliysen 1.900  küsür TL alırsın. Emekli astsubayların kâhir ekseriyeti dördüncü, üçüncü ya da ikinci dereceden emekli edilmiş. Her devlet memurunun yükselebileceği en yüksek mertebe olan birinci derecenin dördüncü kademesi bildiğiniz üzere astsubaylardan tam 50 sene esirgendi. Bu cümleden olmak üzere ¼’den emekli olan astsubay sayısı iki elinizin parmaklarından belki biraz fazladır.

Peki, ya subay? O, ezelebed birinci derece dördüncü kademeden... Bir başka ifadeyle, beşikden mezara en üst dereceden emekli!.. Emekli olduğu halde sanki hâlâ görevdevmiş gibi, çalışırken aldığı bilmem kaç türlü tazminatı da ilave edince bu makâlenin yazıldığı gün itibariyle emekli muhterem bir albayım 4.500 TL civarında maaş alıyor. İster bu sene emekli olsun ister 50 sene önce emekli olsun. Yoldan geçen hangi emekli albayıma sorarsanız sorun, söyleyeceği emekli aylığı miktarı aynıdır.

Ne diyelim;

Helâl-i hoş olsun bu naz.
Götür hepsini hapur hupur,
Albayım, sana bu maaş bile az(!)..

Zulüm ve tahakküm devam etse bile haksızlık ebediyen devam edemez. Bu hakikati herkes yaşayıp görecek. Türkiye Cumhuriyetinin en büyük teşkilatı olan Türk Silahlı Kuvvetlerini idare edenler bunu artık anlasınlar. Böylesi büyük bir teşkilatın en altında meydana gelen küçük bir aksaklık kanser gibi eninde sonunda bu teşkilatın bütün hücrelerine bulaşarak Genelkurmay Başkanını da rahatsız edecek, koltuğunu sallayacak. Türk Silahlı Kuvvetlerinin tepesini işgal edenler artık bu hakikatı görmeli ve 60 seneden beri astsubayları perişan eden bu maaş derece/kademe, intibak ve emekli maaşı tahakkuk oranındaki kepazeliğe hemen son vermelidir.

kenan-evrenGenelkurmay Başkanı, MGK Başkanı, Devlet Başkanı, Cumhurbaşkanı hatta bizim mahallenin muhtarı sıfatıyla bu memlekette bir zamanlar icra-i sanat eyleyen “bizim çocukların başı” darbeci zottirik, devr-i iktidarında buruşuk gerdanını kıvıra kıvıra ne demişdi? “Başçavuş bile olsa benim teğmenimden fazla maaş alamaz!” Son otuz senede astsubay maaşlarının subay maaşları karşısında sürekli olarak geriye götürülmesinin birinci derecedeki müsebbibi işde sağ tarafda tavsırını gördüğünüz bu zat-ı şahanedir kıymetli yiğitlerim!. Her emekli subay gibi kendisi de 1989 senesinden beri tam 24 senedir ¼’ünden emekli maaşı alıyor. Astsubaylardan 40 sene esirgediği bu birin dördü çeşmesinin suyundan bakalım daha kaç tas içecek?

Türkiye Cumhuriyeti’ni esir aldığı dönemde, zamanın NATO Genel Sekreteri Alexander HAIG’in sözüne inanacak kadar saftirik davranıp Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne evet diyecek kadar aptalca davranan netekimci zottirik meğerse bu konuda doğru söylemiş. Otuz küsür sene önce serdetdiği bu söz ne yazık ki hâlâ geçerli... Kendisi şu sıralarda Azrail ile pazarlık yapmakla meşgul. Fakat ekdiği bu nifak tohumu karargâhlarda hâlâ yeni fitneciler, yeni müritler ve zehirli meyveler peydahlıyor.

Subay zevatının ezelden beri kaçın kaçından emekli olduğu yüzündeki kocaman gülücükden belli; birin dördünden!

Sen, ey muhterem emekli astsubayım! Ya sen, kaçın kaçından emeklisin?..

brove

 

 

 

 

 

Şükrü IRBIK

(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş

  İntibakların Seyir Defteri_Eski Tüfek Şükrü IRBIK

İntibâkların Seyir Defteri

Güzel yurdumun ferâsetli ve hamiyetli insanları için pek âşina bir kelime değildir.

Duymayanlar da bilmez. Niye bilsin ki? Devlet memuru olanları ilgilendirir sâdece.

Nedir bu kelime?

İntibâ k.

İntibâ k demek “uyum; iki şeyin ölçülerinin birbirinin tutması” demek.

Türk Dil Kurumu’nun örütbağdaki Büyük Türkce Sözlük’de böyle yazıyor.

Astsubayların son 11 seneden beri gündem ettiği intibâ k konusunun kolayca kavranması için

Meseleyi şöyle izah edelim izninizle.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bütün memurları 657 Sayılı Devlet Memurları Kânunu'na tâ bidir.

Devlet memurlarının maaş, tayin, terfi, taltıf ve tecziye gibi işleri bu Kânun esâslarına göre yapılır.

Devlet memurları, bu Kânun’a göre her 1 senelik hizmetinin sonunda 1 kademe alır.

Her 3 kademe sonunda da 1 derece alır.

Aldığı her kademe ve dereceye karşılık olarak makâmı yükselebilir ve maaşı bir miktar mutlaka artar.

Anayasamıza göre herkes; yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sâ hipdir. Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından mahrum edilemez.

işde, bu düşünceyle hareket edip

Anayasa’nın her vatandaşa verdiği eğitim hakkını kullanmak isteyen lise mezunu bir devlet memurunun görevdeyken kendi nam ve hesâ bına üniversite eğitimi aldığını farzedelim.

Aldığı her 1 senelik eğitim karşılığında o anki maaş derecesine 1 kademe ilâve edilir.

Örneğin lisans düzeyinde eğitim almış bir memura 4 kademe ya da 1 derece ve 1 kademe verilir. Bu bakımdan intibak işlemi, memurun makâmına ve maaşına doğrudan tesir eden önemli bir hususdur.

Ezmânın tebeddülü ve ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz derdi babamınbabası.

İşde bu kelâm-ı kibârda dedemin dediği türden bir keyfiyet vuku bulmuş, Türk Silâ hlı Kuvvetlerimizde.

Önce subay okullarında verilen öğretim süresini yükseltmişler.

Bir hayli zamâ n sonra da astsubay okullarının öğretim seviyesini yükseltmişler.

Hâl böyle olunca da intibâ k hazretleri zuhur eylemiş orta yere ve bakalım ne inciler dökdürmüş?

Haydi, beraber görelim.

 

  *   *   *   *   *   

İntibakların Seyir Defteri

1960 senesinde tertip etdikleri 27 Mayıs subay darbesinin dumanının,

Memleketin üzerinde tütmeye devâm etdiği 1969 senesinde

Bakanlar Kurulu ceffelkalem bir Karârnâme hazırladı…

 

Bu Karârnâme aslında taa 1928 senesinde meriyyete konulmuş başka bir Karârnâme’nin Beşinci Maddesinde “küçük” bir değişiklik yapıyormuş gibi görünüyor idi...

Fakat bu Karârnâmeye imzâ atan vekillerin ve tekâüd zâbit Cumhurbaşkanı’nın niyeti görünenden farklı idi…

Harp Okulları 1969 senesine kadar “kânunsuz” olarak faaliyet icrâ ediyorlar idi. Bir başka ifâde ile; TBMM’nin haberi ve izin olmadan Kara, Deniz ve Hava Harp Okulları subay mezun ediyorlar idi. Harp Okullarının böyle “kânunsuz” olarak eğitim-öğretim verdiğini TBMM’ye izah edemeyeceklerini bilen Bakanlar Kurulu, bir oldu-bitti tertib ederek atı alıp Üsküdar’a geçmek isdiyorlar idi. Zaman ve zeminin şimdilik müsâit olmadığının farkında olan Bakanlar Kurulu, ilk defâ hazırlayacakları Harp Okulları Kânununu TBMM’ye kabul ettiremeyeceklerini de gâyet iyi biliyorlar idi…

Bizim subayların tezgahladıkları oyunlarda her zaman kaçak bir yol, bir çâre bulmak mümkün idi. Kânun ile TBMM’de yapamayacaklarını; karanlık mahvillerde ayartacakları bakanlara cebren ya da hile ile imzâlatacakları bir Karârnâme ile şimdilik pekâlâ yapabilirler idi…

Öyle de yapdılar…

27 Mayıs darbeci subaylarının başını çektiği kulis çetesi;

Yüce Türk Milletinin yüksek irâdesinin yegâne tecelligâhı olan TBMM’nin denetiminden kaçırarak tertip etdikleri

Aşağıda gördüğünüz 6/12.691 Sayılı Karârnâme ile,

Kara, Deniz ve Hava Harp Okullarının eğitim-öğretim süresini,

1969-1970 senesinden başlamak üzere üç seneye çıkartdılar.

İntibakların Seyir Defteri

Tekâüd zâbit Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY’ın imzâladığı bu Karârnâmenin “tasdik târihinin” eksik olduğuna lutfen dikkat buyurunuz!..

 

Burada yeri gelmiş iken bir hakkı teslim etmeliyim. Harp Okulları eğitim-öğretim süresi konusunda meslek büyüğümüz Emekli Kara Mâliye Astsubay Fahrettin BAĞRI fikir teati eder iken kendisinden öğrendim. 27 Mayıs darbesini yapan darbeci subayların yazdırdığı 1961 Anayasasında hükumetin Kânun Hükmünde Karârnâme (KHK) çıkartma yetkisi yok imiş. Akılları başlarına sonradan gelen darbeci subaylar 1971 senesinde tertip etdikleri 1488 Sayılı Kânun ile; TBMM’nin belli konularda Bakanlar Kuruluna KHK çıkartma yetkisi vermesinin yolunu açmışlar. Bu hakikâtden ortaya çıkan korkunç rezâlet şudur;

  • Yukarıda gördüğünüz 6/12.691 Sayılı Karârnâmenin tertiplendiği 1969 senesinde, Bakanlar Kurulu’nun KHK çıkartma yetkisi yok imiş.
  • Bir başka ifâde ile; 1969 senesinde Bakanlar Kurulundaki Bakanlar ve Cumhurbaşkanı Cevdet SUNAY, TBMM’ye karşı resmen bir darbe yapmışlar.
  • 1961 Anayasasına göre yetkileri olmadığı hâlde 6/12.691 Sayılı bu Karârnâmeyi piyasaya sürmüşler.
  • Ve Harp Okullarının eğitim-öğretim süresini 1969 senesinde Anayasaya aykırı olarak 2 seneden 3 seneye yükseltmişler.

 

  *   *   *   *   *  

 İntibakların Seyir Defteri

1971 muhtırasına giden yola taşların tek tek döşendiği bir dönem...

Basiretsiz ve beceriksiz siyâsetçilerin kısır çekişmeleri ayyuka çıkmış. Arsızca tertipledikleri ayak oyunlarının bini bir para. Ne de olsa kendi karınları tok, sırtları pek. Halk, kimin umurunda. Sağ-sol, ileri-geri vs. ayrışması, vuruşması. Stokcu ve para babası üç beş fırsatcı sömürücü sermâye sâ hibi hâriç bütün halk aç, bîilaç, perişan...

Millet hâlinden memnun değil. Hayat pahalılığı, işsizlik, umutsuzluk, yolsuzluk, hırsızlık, uğursuzluk kol geziyor. Hayâli ihracât yapıp tüyü bitmemiş eytâmın hakkını hortumlayan Başbakan yeğenleri insandan sayılıp itibâ r görüyor. Hastane önünde bekleşen bîçâ re hastalar, banka önünde üç aylıklarını almaya çalışan ve gıdasızlıkdan dolayı avurtları içine çökmüş perişan emekliler kuyrukda ölüyor. Herkes tedirgin, herkes huzursuz. Türk milletini gene kara günler bekliyor. Fitneciler, fesatcılar, fırsatcılar, hâinler iş başında. Gelecek günler meşum olaylara gebe...

Genelkurmay Başkanı, Kâ nun’un 35’inci maddesinin kendisine tevdi ettiği salâhiyete dayanarak zamânın hükümetine bastırıveriyor 71 muhtırasını. Amaç, zâhirde terörü ve anarşiyi önlemek. Yıllar sonra muhtıracıların başı “Sosyal gelişme iktisâdi gelişmenin önüne geçti' diyerek ağzındaki baklayı çıkartıp “sözde” değil de “özde” gerekceyi fâş etmişdi. 12 Mart 1971 müdâ halesini, aşırı bir gelişme olarak gösteren TSK’nin asıl amacı sokakdan gelen halk hareketini basdırarak iktisâdi gelişmenin önüne geçmek idi.

Zamânın hükümeti, milletin daha iyi şartlarda yaşamak talebini görmezden gelmişdi. Halk ekmek bulamazken her neviden ekâbir takımı kaymaklı pastaları löpür löpür indiriyordu börkeneklerine. Milletin bu meşru hak arama hareketini “aşırı bir gelişme” olarak, kendi keyiflerine göre tehdit olarak yaftalayan subaylarımızın askeriyesi ise bu muhtıra ile siyâsîlere göz dağı verip halkın burnunu şöyle bir sürtmeye tevessül etmişdi aslında.

Aymaz, arlanmaz ve hırsız siyâsetcilerin ülkeyi idâre etmekdeki acizliği karşısında isyâ n noktasına gelen sokakdaki vatandaşın ayaklanmasını basdırmaya yeltenen ordumuz,

Bu tespitden hemen ders aldı ve kendini geliştirmek, zamâ na göre yenilemek ihtiyâ cını hissetdi.

Bu konuda hemen harekete geçerek subayların eğitimine el atdı.

Ve harp okullarının eğitim süresini arttırmaya karar verdi.

2 sene olan harp okullarının öğretim süresi 4.8.1971 târih ve 1462 sayılı Kânun ile 3 seneye yükseltildi.

Kânun’un 4’üncü maddesinin lafzına dikkatli bakılırsa,

Bir zamân sonra öğretim süresinin 4 seneye yükseltilmesi için kılıfın daha 1971 senesinde hazırlandığı rahatlıkla görülebilir. (Bkz.↓) 

 İntibakların Seyir Defteri_Eski Tüfek Şükrü IRBIK

Harp okulları, 1970 senesine kadar 2 sene süreli eğitim verdi. Bu sene, son kez asteğmen rütbesinde subay mezun etdi. Bir başka ifâ de ile, 1970 neşetli subaylar harp okulundan asteğmen rütbesiyle mezun olan son devre.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet ÖZEL de 2 senelik eğitim veren harp okulundan asteğmen rütbesiyle mezun olan 1969 neşetli bir subaydır.

Ezmân burada tebeddül etmiş. Kendisi tebeddül etmekle iktifâ etmemiş ve ahkâmı da tagayyür ettirmiş. Harp okullarının öğretim süresi 2 seneden 3 seneye yükseltildi. Ölüsü dirisiyle, muvazzafı emeklisiyle 2 senelik harp okulu mezunu subayların hepsine üçer kademe, yâ ni birer derece verilerek yeni duruma göre maaş intibâ kları yapıldı. Böylece subayların memuriyete başlangıç dereceleri 9’dan 8’e yükseltildi.

Harp okulları 1971 senesinde mezun vermedi. 1970 senesinde harp okuluna giren öğrenciler, 3 senelik eğitim aldılar ve 1972 Ağustos ayında teğmen rütbesi ile mezun oldular. Buradan şunu söyleyebiliriz; 1972 neşetli teğmenler, 3 senelik harp okulu mezunu olan ilk subaylar.

Yukarıda okuduklarınız, askeriyemizdeki intibâ kların seyir defterine nakşedilen ilk cümleler idi.

  *   *   *   *   *   

İntibakların Seyir Defteri

 Harp Okullarının tahsil süresini 2 seneden 3 seneye yükselten

Ve dahi

Yukarıda gördüğünüz 4 Ağustos 1971 târihli kânunun TBMM’de kabul edilmesinden tam bir ay evvel

Evet, doğru okudunuz! Tam bir ay evvel...

Subaylarımızın intibâk kânununu meclisden koşar adım geçirdiler...

2 senelik Harp Okulu mezûnu subayların intibâk kânunu,

Harp Okulları tahsil süresi henüz 3 seneye yükseltilmesinden bir ay evvelinden hazır edilmişdi bile...

İntibakların Seyir Defteri

1323 sayı ve 31 Temmuz 1970 târihli kânun ile ihdâs edilen EK-VI sayılı cetvelde târif edildiği üzere

O târihde harp okullarından asteğmen mezûn ediliyor ve 10’uncu dereceden göreve başlatılıyor idi...

Bu intibâk işleminden sonra asteğmenler, bir derece terfi etdiler ve 9’uncu dereceden görev almaya başladılar.

İntibakların Seyir Defteri

2 senelik harp okulu mezûnu olan

Ve hattâ

Yedek subaylıkdan teskere bırakan devlet lisesi ve sanat okulu mezûnları da dâhil olmak üzere

Subaylarımızın hepsi

Aşağıda gördüğünüz kânunda târif edilen derece/ kademeden görev almaya başladılar.

Yukarıdaki cetvelde gördüğünüz üzere

Harp okulu mezûnu en küçük subay rütbesi, 1970 senesine kadar asteğmen idi. Bu asteğmenlerin görev başlangıç derece/kademesi de 10/1 idi.

1971 senesinde kabul etdirdikleri Harp  Okulları Kânununun 6’ıncı maddesine göre

Harp okulları, asteğmen mezûn etmeye son verdi.

Ve teğmen mezûn etmeye başladı...

Bu hamle ile ne mi oldu?

Teğmenlerin görev başlangıç derecesi 9’uncu derece yerine artık 8’inci derece oluverdi.

Bugün de hâlâ öyle...

Bu kurnaz kurmay hamlesi ile subaylarımız aslında iki yeni mevzi kazandılar;

   1. İçinde “ast” sıfatı olan “astteğmen” kamburundan Harp Okullarını kurtardılar,

  2. Harp okulu tahsil süresinin 3 seneden 4 seneye yükseltilmesi ile subaylara gizli olarak 1 derece hediye edildi...

İntibakların Seyir Defteri

  *   *   *   *   *  

İntibakların Seyir Defteri

 Harp okullarının tahsil süresi 2 seneden 3 seneye terfi ettirildikden bir kaç sene sonra

1975 senesinde Meclisden sessizce geçirilen aşağıda gördüğünüz şu kânun

Bu kez de

Yedek subaylıkdan teskere bırakan devlet lisesi ve sanat okulu mezûnu subayların imdâdına yetişdi... 

İntibakların Seyir Defteri

Yukarıda gördüğünüz 1923 sayılı işbu kânun ile;

  • Hem 1977 senesine kadar 3 senelik Harp Okullarından mezûn olmuş subayların 
  • Hem yedek subaylıkdan teskere bırakan sivil lise ve sanat okulu mezûnu subayların 

        Ve dahi hem de

  • Daha sonraki târihlerde, (meselâ 2023 ya da 2075 senesinde) “muhtelif sebeplerle” nasıp târihleri lehlerine düzeltilecek subayların intibâklarının yapılmasına daha bugünden yol yapdılar.

Ve hâsılı kelâm

1970 senesinde, harp okulu mezûnu en küçük subay, asteğmen idi. Başlangıç derecesi de 10.

1975 senesinde, harp okulları asteğmen mezûn etmeye son verdi, Teğmen mezûn etmeye başladı...

Yukarıdaki sayfalarda fâş eylediğimiz hukûkî düzenlemeler neticesinde,

1975 senesine geldiğimizde

Harp okulu mezûnu en küçük rütbe olan teğmenler artık 8’inci dereceden görev almaya başladı.

Ez cümle,

1970 ve 1975 senelerinde hemen meriyyete konulan iki kânun ile

2 ve 3 senelik Harp Okulu, devlet lisesi ve sanat okulu mezûnu subaylarımızın hepsine

Tam 2 derece

Ya da 6 kademe,

Bir başka ifâde ile

Tam 6 sene hizmet ve maaş terfisi hediye edildi...

İçinde bulunduğumuz 2013 senesinin ikinci ayında da

Subay cenâhında manzarâ-i umûmî, aşağıda gördüğünüz üzere...

İntibakların Seyir Defteri

Subaylarımızın yüksek istikbâline dâir olarak bugün Genelkurmay Başkanlığımız gündeminde

Harp okulları tahsilinin yüksek lisans seviyesine yükseltilmesi vardır.

Genelkurmay Başkanlığımızın bu konuda yapacağını da Eski Tüfek sizlere bugünden fâş eylesin!

2 senelik eğitim terfisi karşılığında subaylarımız, 1 derece (3 kademe) birden dikey terfi alacaklar...

Hem de 6 senelik harp okulları daha ilk mezûn teğmenlerini,

Belki de üsteğmenlerini henüz mezûn etmeden...

 

  *   *   *   *   *  

 İntibakların Seyir Defteri

  

27.03.1979 târih ve 2218 sayılı Kânun’unun 4’üncü maddesi ile

1462 sayılı Harp Okulları Kânunu’na yapılan değişiklik ile 3 sene olan eğitim süresi 4 seneye yükseltildi. (Bkz.↓) 

 İntibakların Seyir Defteri_Eski Tüfek Şükrü IRBIK

Ezmân bu. Laf, söz dinler; dur, durak bilir mi? Bilmemiş! Tebeddüle devam eylemiş.

Sonra ne olmuş? İntibâkların seyir defterinin üzerine divitin ucundan dökülen kelimelere yenileri eklenmiş.

Teğmenler için 3 senelik harp okulu öğretimi de kısa zamânda kifâyetsiz kalmış.

Harp okulunun öğretim süresini 1977 senesinde bu kez de 3 seneden 4 seneye tebeddül ettirmişler.

Harp okulları 1977 senesinde mezun vermemiş. 1978 Ağustos ayında 4 senelik eğitim alan ilk teğmenleri mezun etmiş.

Demek ki 1977 neşetli teğmenler, 3 senelik eğitim ile harp okulundan mezun edilen son subay devresi oluyor.

Boynu altında kalasıca statü hazretleri, işkilli büzzük gibi hemen dingil dingil dingildemeye başlamış.
Subayların eğitim seviyesi yükseldi, Anayasa’nın kendisine verdiği hakkı kullandı; yaşama, maddî ve manevî varlığını korudu ve geliştirdi ya. Her mâ rifet iltifâ ta tabidir.
Öyley ise
Bu mâ rifetin de ödüllendirilmesi icap eder değil mi?
Bu maksat ile 926 Sayılı TSK Personel Kânunu'na 1971 tarihinde Ek Geçici 18’inci maddeyi iliştirivermişler hemencecik.
31.07.1970 târihli 1323 sayılı Kânun’a da atıf yapılmış.
Bu Kânun maddesine istinâden
3 senelik harp okulu mezunu subaylar; ölüsü dirisi ile,
Emeklisi muvazzafı ile
Uçan halı üzerinde uçurulup maaş derecelerine ballı birer derece ilâve edilmiş. Hem de hiç vakit kaybetmeden.
1 derece ilâvesi demek, 3 kademe demekdir. Çalışarak 3 senede hak edilebilecek 1 derece, hiç çalışmadan, ellerindeki parmakların gıllarını bile gıpraşdırmayan subaylara altın tepside kadife kılıf içinde hediye edilmiş.
Hayırlı, uğurlu, kademli olsun...
 
 
  *   *   *   *   *   

SANA YAPILANI SEN DE BAŞKASINA YAP!..

Müslüman bir ülkeyiz ve nüfusumuzun yüzde doksan dokuzu müslüman. Ordumuz da bu milletin sînesinden çıkıp gelmiş müslüman çocuklardan mürekkep. Öyle ise askerlerimizin de yüzde doksan dokuzu müslüman. İnsan, inancı üzerine amel eyler. İnancının vecibesini yapmak da insanı şereflendirir. Askerlerimizin de yüzde doksan dokuzunun inancı, akidesi üzerine amel eylemesi umulur. Öyledir de, biliriz.

Müslüman dininin akidelerinden birisi, hattâ belki de en önemlisi, adâletdir. Bunu çok iyi bilen Hz. Ömer (ra), islamın temeli olan bu akideyi “Adalet Mülk’ün Temelidir” veciziyle târihe nakşetmiş ve insanlığa miras bırakmış. 

Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma!” Bu hadis-i şerife mefhumu muhalifinden, yâni tersinden nazâr edelim; “Sana yapılan bir şeyi sen de başkasına yap!

Hadisin anlamını bin dört yüz sene sonrasına, günümüze tefsir edelim.

Hiç vakit kaybetmeden subay için yaptığın maaş intibâk düzenlemesini astsubay için de yap.

Üstelik bu şeyi yapacağın kişi, hadisde bahsedildiği gibi “başkası” değil. Yabancı, hiç değil. Her yerde, her zamân ve her şart altında subay ile kader birliği eden astsubaya yapacaksın.

Aradan tam 11 sene geçdi. Niçin hâlâ hülle diyarlarında divâne divâne dolaşırsın?..

   *   *   *   *   *   

ASTSUBAYLAR HANGİ KÂNUNA TÂBİDİR?

Makâlemizin konusuyla doğrudan ilintisi yok. Lâkin dikkatimi çekdiği için burada açıklamak istiyorum. 926 sayılı TSK Personel Kânunu astsubayı, “subaya yardımcı olarak görevlendirilen askerî şahıs” olarak târif etmiş. Fakat intibâkları konu olunca idâre, astsubaylara diyor ki sen, 657 Sayılı Devlet Memuru Kânunu'na tâbisin ve “Genel İdare Hizmetleri” sınıfına dâhil bir memursun. Nasıl mı oluyor?

926 sayılı TSK Personel Kânunu, “III-Gösterge tabloları” ara başlığı altında mezkur madde 137/c’ye istinâden; astsubaylar, 657 sayılı Devlet Memurları Kânunu, “Tesis edilen sınıflar” ara başlığı altında tefrik edilen “I-GENEL İDARE HİZMETELERİ SINIFI”na dâhil edilmiş. Genelkurmay Başkanlığımız vermiş bu karârı.

Fakat 657 Sayılı Devlet Memurları Kânunu madde 1 diyor ki;

Subay ve astsubaylar “Özel Kanun hükümlerine tabidir.” (Bkz.↓)  İntibakların Seyir Defteri_Eski Tüfek Şükrü IRBIK

Bir başka ifâde ile, subay ve astsubayların bu Kânun ile herhangi bir ilgisi, âlâkası yokdur, olamaz.

Bu Kânun’un hükümleri subay ve astsubaylar için geçersizdir.

Ne var ki astsubayların intibâkı söz konusu olunca, 926 Sayılı TSK Personel Kânunu madde 137/c şöyle diyor;

Astsubaylar, 657 Sayılı Devlet Memuru Kanununda tefrik edilen “Genel İdare Hizmetleri” sınıfına dâhildir.

Kumandanlar, ağalar, paşalar!

Kararınızı verin gayrı.

Astsubaylar hangi Kanun’a tabidir?

 

  *   *   *   *   *    

ASTSUBAYLAR HANGİ MEMUR SINIFINA DÂHİLDİR?

657 Sayılı Devlet Memuru Kânunu'nun 2’nci maddesine göre TSK mensupları bu Kânun’un kapsamına dâhil değil. Peki, tamam. Bu sebeple astsubaylar, bu Kânun ile tespit edilen hiçbir sınıfa girmiyor, giremez.

Nasıl mı? Bakınız aynı Kânun’un madde 36’sı ne diyor; (Bkz.↓)

 İntibakların Seyir Defteri_Eski Tüfek Şükrü IRBIK

Şimdi, yukarıdaki Kânun hükmüne bakalım ve şu soruları soralım;

Kânun maddesi şöyle diyor;

Bu Kânun’a tabi kurumlarda çalıştırılan memurların sınıfları aşağıda gösterilmiştir.

Astsubaylar bu Kânun’a tâbi midir? Hayır tâbi değildir.

Çünkü

Aynı Kânun’un 2’nci maddesi öyle diyor.

Bu ne demek oluyor?

Astsubaylar, 657 Sayılı Devlet Memurları Kânunu'na tâbi değildir.

Tâbi olmadığından dolayı da bu Kânun’da târif edilen hiçbir sınıfa dâhil edilemez.

Vay be dediğinizi duyar gibiyim!..

 

  *   *   *   *   *   

MİNÂREDEN AT BENİ, İN AŞAĞI TUT BENİ!..

Astsubaylar, 657 Sayılı Devlet Memurları Kânunu'nda tarif edilen “Genel İdare Hizmetleri” sınıfına dâhil midir? Hayır, dâhil değildir.

Kânun’un yukarıda gördüğünüz 36’ncı maddesi öyle diyor. Mâdem ki bu Kânun’a tâbi olmayan bir kurumda çalışıyor o zamân astsubaylar tâbi olmadığı bir Kânun’da târif edilen herhangi bir memur sınıfına dâhil edilemez.

Bir başka ifâde ile astsubayların “Genel İdare Hizmetleri” sınıfına dâhil edilmesinin hukukî bir mesnedi yok.

Demek oluyor ki idâre, astsubayları hukuksuz olarak bu memur sınıfına sokmuş.

Minâreden at beni, in aşağı tut beni.

Futbol topu gibi oradan oraya tepikle dur.

İşine gelince “sen memur değil, askersin” de, 926’ya doğru tepikle.

İşine gelmeyince “sen asker değilsin, memursun” deyip 657’ye yuvarla...

Ben hukukcu değilim. İlim ehli insanlar çıkıp bu konuyu açıklasın lutfen.

Şimdi, Mâliye Bakanlığı,

Millî Savunma Bakanlığı ve

Genelkurmay Başkanlığı

Oturup astsubayın;

Hangi Kânun’a tâbi olduğuna ve

Hangi memur sınıfına dâhil olduğuna karar versinler.

Yarım asırlık bu kakafoni bir an evvel zevâl bulsun gayrı. Bunu becerecek âkil insanları elbet var, biliyoruz.

  *   *   *   *   *  

SINIF ÜSTÜ MAHLÛKAT; SUBAYLAR!

Merakımı mucip oldu ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye’ye şöyle bir soru sordum. Dedim ki astsubayların 657 Sayılı Devlet Memurları Kânunu'na göre Genel İdare Hizmetleri sınıfına dâhil olduğunu söylüyorsunuz. Aldım, kabul etdim. Peki, subaylar, aynı Kânun’da tefrik edilen memur sınıflarından hangisine dâhildir?

Aldığım cevap şöyle;

Subaylar fakülte mezunu olarak göreve başladıkları için bu şekilde bir intibâk işlemi yapılmamaktadır.

Bu cümlenin tefsiri şudur;

Subaylar, 657 sayılı Devlet Memurları Kânunu'nda tefrik edilen memur sınıflarından hiç birine dâhil değildir.

Subaylar fakülte mezunu olarak göreve başlıyorlar, güzel. Peki, kendi hesabına yüksek lisans, doktora yapan subayların intibâkını hangi Kânun’a göre yapıyorsunuz, muhteremler?

Peki can dostlar şu suâlime bir ses verin lutfen.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bütün memurları,

Hâttâ Başbakan ve Cumhurbaşkanı bile 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'na dâhil iken

Nasıl oluyor da subaylar bu Kânun’da tarif edilen hiçbir memur sınıfına sığmıyor?..

Bileniniz, duyanınız var mı?

 İntibakların Seyir Defteri

Dâhil oldukları subay sınıfının da fevkinde kendilerine bir makâm ve pâye vehmeden şizofrenik zihniyetlerin peydahladığı uyduruk "üstsubay” kepazeliğini Kılıçlar ve Tüfekler isimli makâlemde izah etmişdim.

Aldığım bu cevapdan sonra şimdi de subayların hiçbir memur sınıfına dâhil olmadığını ve sınıf üstü mahlûkat olduğunu keşfetdim.

Haydi hayırlısı...

  *   *   *   *   *  

İNTİBÂK MI?, NİFAK MI?

Maaş derece intibâkı hususunda subay cenâhında zevâhir bu minval üzerey iken

Bakalım biz astsubaylar cenâhında neler zuhur eylemiş?

Mâdem hak, hukuk, ast’ın vazifesi, üst’ün mesuliyetleri, öyleyse o cenâhda da keyfiyet emsâl olmalı mı diyorsunuz?

Subay intibâkları hiç vakit kaybedilmeden ışık hızıyla yapıldığına göre

Astsubay intibâkları da aynı şekilde hemen yapılmışdır mı diyorsunuz?

Misâl var, emsâl teşkil eder mi diyorsunuz? Göreceğiz.

Çağı takip etmek, kavramak, idrâk etmek...

Zamânın icaplarına göre kendini yenilemek, geliştirmek, hareket etmek. Bilgi, kuvvetdir, fazilettir. Bilgilenmek, bilgiyle donanmak ne güzel, ne hoş. Bilerek, öğrenerek büyümek, her yeni güne yeni bilgiler ile uyanmak ne büyük keyif. Hep beraber, topyekûn, elele. Beraber büyümek ve refahı âdilane bölüşmek...

  *   *   *   *   *  

 İntibakların Seyir Defteri

SENE 2002; TAM 32 SENE SONRA...

Liseden sonra 1 sene olan astsubay sınıf okullarının öğretim süresinin

Önlisans düzeyine yükseltilmesi kararı bildiğiniz üzere 19 Aralık 1994 tarihinde alındı.

Çünkü

1 senelik eğitim veren astsubay sınıf okullarının hukukî yapısı YÖK mevzuâtına uygun değil idi.

âani çağ dışı, aykırı, ilkel, köhne idi. Çağı kavrayıp subayın eğitim düzeyini yükseltmek için 1970 senesinde kolları sıvayıp harekete geçen Erkân-ı Harbiye-i Umumiye,

Konu astsubayların eğitim seviyesinin yükseltilmesine gelince işi elinden geldiği kadar ağırdan aldı, ayak sürüdü.

Seneler önce eceliyle ölmüş subayına kılıç vermek için bile Kanun çıkartdı.

Fakat astsubayın eğitimi mevzu bahis olunca hiç acele etmedi.

1994 senesinde alınan karâr tam 8 sene sonra, ancak 2002 senesinde uygulamaya konuldu.

11.04.2002 târih ve 4752 sayılı Astsubay Meslek Yüksek Okulları Kânunu kabul edildi.

Bu Kânun ile astsubay sınıf okullarının adı Astsubay Meslek Yüksek Okulları olarak değiştirildi. Kânun’un 30’uncu maddesinin a  fıkrasına istinâden 1 sene olan öğretim süresi de 2 seneye yükseltildi. (Bkz.↓)

İntibakların Seyir Defteri_Eski Tüfek Şükrü IRBIK 

Hesapladım, tam 32 senelik gecikdirme söz konusu. Dikkat buyurunuz; gecikme demiyorum, gecikdirme diyorum.

Ürkerek, korkarak, ayak sürüyerek ve daha ziyâde istiskâl ederek hazırladıkları Astsubay MYO Kânunu

Ancak 2002 senesinde yürürlüğe girebildi.

Harp okulları eğitim süresinin 4 seneye yükseltilmesinden tam 32 sene sonra. Üsküdar’da sabah olmuş, şafak çokdan atmışdı. Atı alanın Üsküdar’ı geçip Gebze dolaylarına vasıl olmasından da epeyi bir zamân sonra.

Niye?

Astsubayın eğitim seviyesini yükseltmek için niye tam 32 sene ayak sürüdünüz?

Astsubay okullarının eğitim düzeyini harp okullarıyla aynı senede, birlikde düzenlemek için ne eksikdi?

Para mı?

Akıl mı?

Bu milletten ne istediniz de sizden esirgedi?

Peki, siz, Anayasa’nın her vatandaşa verdiği meşru eğitim hakkını astsubaylardan tam 32 sene niçin esirgediniz?

Astsubaylara 32 sene kaybettirerek düşmanın fitne değirmenine su taşıyan sakar saka mesabesine düşdüğünüzün farkında mısınız?

  *   *   *   *   *  

BİR İHTİMÂL VAR FAKAT...

Hatırlanacağı üzere 31.07.1970 tâ rih ve 1323 sayılı Kâ nun’un 16’ncı maddesi ile

926 Sayılı TSK Personel Kâ nunu'na Geciçi 16’ncı madde ilâ ve edilmişdi.

Bu değişiklik ile astsubayları mevcut durumdan daha kötü duruma sürükleyen bir rütbe ve taban aylığı değişikliği yapılmışdı.

Bu hak gaspına tepki olarak astsubaylar ve yiğit eşleri 1970 senesinde Türkiye’nin dört bir yanında sokağa dökülmüş idi.

Buna benzer şekilde astsubayların müktesep haklarından olan yan ödeme katsayıları 1975 senesinde yapılan sinsice düzenlemeler ile tırpanlanmış ve mevcut duruma göre daha da kötüye götürülmüşdü. Astsubaylar, kahraman eşleriyle birlikte bu kâ nunsuzluğa da sert bir şekilde tepki göstermiş ve gene kendilerini sokaklara atmış idi.

Astsubayların eğitim seviyesinin 1970 senesinde subaylar ile birlikte eş zamanlı olarak yükseltilmemesinde acaba bu olayların bir etkisi var mı sizce?

Birileri “mâ dem ki hanımlarınız ile birlik olup isyan ettiniz öyle ise sizin kanatlarınızı kıracağız ve eğitim seviyenizi kasıtlı olarak yükseltmeyeceğiz” demiş olabilir mi?

Tıpkı birinci derece dördüncü kademe hususunda yaptıkları gibi, eğitim seviyesinin yükseltilmemesinin ve intibâ kların alenen savsaklanmasının sebebi,

Bu hakları astsubayların tepesinde bir sopa olarak biteviye sallamak amacı olabilir mi?

Anam der ki “Oğul, kötü komşu insanı mal sahibi yapar.” Tecrübe ederek gördüm anamın dediklerinin ayniyle vâki olduğunu. Komşumdan matkap istedim, yok dedi. Gittim satın aldım, matkap sahibi oldum. Havya sordum bir başkasına, yok dedi. Gidip satın aldım, havya sahibi oldum. Bilir misiniz, eğitim hakkını gasp ettiğiniz astsubaylar, siz kibiri boyundan büyük cücelere inat bu kara dönemi fırsata çevirmesini bildi. Sizler hak ve hukuk öğüten fitne değirmenine dibi delik helkeler ile biteviye çamurlu su taşırken

Onlar kendi hesabına önlisans, lisans hâttâ doktara eğitimini yapmakdan geri kalmadı. Kendi odununu kendi kesen kişi iki kere ısınır. Sâ yenizde astsubaylar da böyle yapdı.

Eğitimin önemine gönderme yapan Atatürk, bakın 1925 senesinde ne demiş;

Eğitimdir ki bir milleti hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir cemiyet halinde yaşatır

Veya bir milleti kölelik ve yoksulluğa terk eder

Anayasa’nın her Türk vatandaşına verdiği eğitim hakkını ve Atatürk’ün bu vasiyetini kendime rehber edinip sınavını kazandığım, ancak karşıma duvar gibi dikilen cüce beyinli statü hazretleri yüzünden devam etmek imkanı bulamadığım fakültenin sınav Sonuç Belgesini de ibret olsun diye aşağıya ekledim. Yorumu sizlerin güzel gönlüne havâ le ediyorum.

 image012

  *   *   *   *   *  

İntibakların Seyir Defteri

 Eğitim seviyesinin yükselmesi ile birlikte astsubayların yeni duruma intibâ k ettirilmesi için

Bir satırlık Kâ nun teklifi hazırlanıp 2002 senesinde T.B.M.M’de gündem edilmeli idi.

Böylece özellikle ikinci ve üçüncü derecelerden emekli olan ve zâ ten açlık sınırında yaşayan astsubaylara en azından kısa bir nefes alma fırsatı verilecek idi.

Fakat gündem etmediler bir türlü. Niye?..

Astsubayların eğitim seviyesinin yükselmesine koşut olarak maaş göstergelerine 1 derece ilâ ve edilmesi konusunda, yani maaş intibâ klarının yapılması konusunda 2012 Mayıs ayında Kâ nun teklifi hazırlandığını şifâ hen duyduk. Bu konuda son 11 senede yapılanlar bildiğimiz kadarı ile sâ dece bu kadarcık.

Eğitim düzeyinin yükseltilmesi ile 2 senelik MYO mezunu astsubayların başlangıç derecesi 10/1’den 9/1’e yükseltildi.

Fakat

1 senelik sınıf okulu mezunu muvazzaf ve emekli astsubaylara verilmesi gereken 1 derece terfisi için

Erkân-ı Harbiye-i Umumiyemiz 2002 senesinden beri tam 11 senedir hülle yapıp karanlıkda ıslık çalıyor.

Niye? Niçin böyle?..

Subaylar için maaş intibâ k Kâ nun’u aynı sene içinde çıkartan idâ re, daha neyi bekliyor?

2002 senesinden beri kaç astsubay maaş intibâ kı yapılmadan imamın kayığına bindi, bileniniz, hesaplamak zahmetine katlananınız var mı? Yazıkdır, günahdır, paşalar.

İntibâ k konusunda astsubaya yapılan ilk haksızlık bu değil. Görünen o ki son da olmayacak.

Astsubaylar ile eşit düzeyde eğitim alan polis, Meclis’deki daktilocu memurlar ve diğerleri, mesleğe 9/2’den başlıyor.

Fakat astsubaylar 1 kademe aşağıdan, yani 9/1’den mesleğe başlıyorlar. Niçin? Niye böyle?..

Seyir defterine açılan intibâ k sayfasına yazılacaklar bitmedi. Yazılan son cümle henüz tamamlanmadı...

  *   *   *   *   *  

İLK DEĞİL, SON DA OLMAYACAK!..

Yukarıdaki cümlelerimde astsubaylara yapılan haksızlıklar son olmayacak demişdim. Bir haksızlık, hukuksuzluk daha var. Makâlemin giriş bölümünde arz etdim. Kendi hesabına yüksek öğretimi tamamlayan memura, tamamladığı her bir senelik eğitime karşılık 1 kademe maaş kıdemi verilir.
Ben de kendi paraml ile ve kendi hesabıma önlisans eğitim aldım. Şâ yet devlet memuru olsa idim bu eğitim karşılığında, 2 kademe maaş terfisi alacakdım.
Fakat idâ re bana “astsubaysın” dedi ve 1 kademe verdi. Vermesi gereken ikinci kademeyi de gaspetdi.

Bakın ne diyor bu konuda statü putu;

926 sayılı TSK Personel Kanun’unun 28.6.2001 tarihli 137/c maddesi;

“Astsubaylar hakkındaki gösterge tabloları Ek-VIII sayılı cetvelde gösterilmiştir. Yükseköğrenim yapmış olan astsubayların intibâ kları; 657 sayılı Devlet Memurları Kâ nununun Genel İdare Hizmetleri Sınıfında aynı yüksek öğrenimi bitirenler için tespit edilen derece ve kademelerden hizmete başlamış kabul edilerek yapılır. Bu intibâ klar personelin fakülte, yüksekokul veya meslek yüksekokulunu bitirdiğine dâ ir resmî belgeyi ibrâ z edip müracaatını yaptığı tâ rihteki derece ve kademelerine, 2 yıl süreli yüksek öğrenim için 1 kademe, 3 yıl süreli yüksek öğrenim için 2 kademe, 4 yıl süreli yüksek öğrenim için 1 derece ilâ ve edilerek yapılır.”

 Haksızlığa bakar mısınız?

2 sene eğitim tamamlayana %50’si,

3 sene eğitim tamamlayana %66.6’sı,

4 sene eğitim tamamlayana ise %75’i veriliyor.

Gel de çöz çözebilirsen.

Astsubayları tefrik edip bölük bölük bölmek için bu konuda bile Aristo taktiğini devreye sokuyor küküm olasıca eyyamcı statüko hazreti.

  *   *   *   *   *  

ASTSUBAY NEDİR?, ASTSUBAY KİMDİR?..

Kadın-erkek, gece-gündüz, sıcak-soğuk, artı-eksi, doğu batı, madde- anti madde...

Tabiatın kânunları mutlakdır. Kararsızlığı kökden reddeder. Çünkü kararsızlık, hiç beklenmedik bir zamâ nda ve mahiyette zuhur edip felakete sebep olabilir. Bu mânâda, en kötü karar bile kararsızlıkdan yeğdir. Birbirinden farklı iki Kâ nun arasında bu kadar yalpalayıp hukuksuzluk burgacında oradan buraya savrularak nereye yaslanacağını bilememek bu olsa gerek. Buradan Allah'ın bir kuluna soruyorum.

Astsubay;

  • 926 Sayılı TSK Personel Kâ nun’una mı, yoksa 657 sayılı Devlet Memurları Kâ nunu’na mı tâbi? 
  • Subayın yardımcısı bir askerî şahıs mı? Genel İdâ re Hizmetleri sınıfına ait devlet memuru mu? 
  • Asker mi? Memur mu?

Astsubay nedir? Karar verin gayrı! Ben yanılıyorsam onu da söyleyin lütfen.

Niçin? Niye böyle? Çıkın ortaya ve açıklayın ey işgilli büzzükler...

  *   *   *   *   *  

BANA BORÇLUSUN!

Askerliğin şerefine yakışır bir davranış ortaya koysan

Ve kendin için hemen yapdığın gibi astsubayların maaş derece intibâ kını bugün, şimdi yapsan bile

Bak, bana neler borçlusun.

  • Yukarıda açıkladım. Memuriyete 1 kademe aşağıdan başlatıyorsun; 1 kademe borçlusun, 
  • Kendi nam ve hesabıma yapdığım eğitime 1 kademe eksik verdin; 1 kademe daha  borçlusun, 
  • Astsubay Sınıf Okulu’nun MYO seviyesine yükseltilmesi sebebiyle başlangıç derecesine 1 derece ilâ ve etmen gerekiyor, kendin için yapdın çünkü. 1 derece, yani 3 kademe daha borçlusun. 
  •  Parmak hesabı yapabilen birisi dahi görecek ki yekûnde bana tam 5 kademe, yani 5 sene borçlusun. 
  • Başlangıç derece kademesinde haksızlık,
  • Maaş intibâ kında haksızlık...

 İntibakların Seyir Defteri

Mağdur ağlarken zalim gülemez! Ağlayanın göz yaşı gülene hayır getirmez!

Ey statü hazretleri, ey kibirli statü sanemi! Kul hakkıdır, bana olan borcunu öde!

Senden lütuf değil, babanın has parasını değil, hakkımı istiyorum.

Daha söyleyeceklerim var. Lâkin lafın tamamı aptala söylenir!..

Meçhule doğru kararsız ve pusulasız seyreden intibâk gemisi yolculuğuna tam yol devâm ediyor.

İntibâkların seyir defteri hâlâ açık.

Mürekkep, hokkada;  divit, elde; gözler ufukda...

Son nokta bakalım ne zamân konulacak.intibakların seyir defteri

İntibakların Seyir Defteri

 

Başlıksız Makâle

Şubat 08, 2013

 

Her yeni gün, taze bir başlangıçdır tabiat için... Ve bizler için... İyisi kötüsüyle, acısı tatlısıyla...  Hakk’ın rahmetine kavuşanlar bir yanda, ana rahminde bekleme süresini tamamlayıp dâr-ı dünya denen şu fâni sahneye merhaba diyen yenidoğanlar diğer yanda... Ezelden beri böyledir, ebede kadar da böyle dönecek bu devran. Hepimize sayılı verildiğini çoğu zaman görmezden geldiğimiz ve ömür denilen şu  tendeki can, hiç şüphe yok ki bir gün gelecek ölümü mutlaka tadacak. Son nefesimizi vermeden geriye dönüp de bakdığımızda gırtlağımızdan haram lokma geçmediğini söyleyebilyorsak şayet, işte o zaman gönül rahatlığı ile son nefesimizi verip, gözlerimizi kapatır ve huzur içinde Hak’ka yürüyebiliriz.

Değerli meklekdaşım Sayın Erol ERDEM’in 11 Mayıs 2012 tarihli ve “Astsubayların İntibak Yasasından Beklentileri Nedir?” başlıklı makâlesini okuyunca yıllardır aklımı meşgul eden bir soru, cevabını buluverdi. Makâlesinde bahsettiği konu, benim için taze bir başlangıca vesile oldu. Erol bey bu yazısında, mesleğin içinden gelen bir mağdur olarak bizzat yaşadığı haksızlıkları gündem etmiş ve bu haksızlıkların telâfi edilmesi hususundaki kendi fikirlerini sarahaten serdetmiş. Yazısında, “1992 yılından bu yana yarbay rütbesindeki subaylara ¼’ünden yani 1500 gösterge rakamından maaş ödendiğini, üstelik 1/3’ünü hiç görmeden 1/4’ne yükseltildiğini ve bu konuda hiçbir yasal düzenleme olmadığına" dikkat çekiyor.

Yazısına şöyle devam ediyor;

Astsubayların hakkı olan ¼ ‘üne karşı çıkan Genelkurmay Başkanlığı, söz konusu yarbay olunca onlara çok bonkör davranmışdır. TSK’nin 20 yıldır kanunda yeri olmamasına rağmen 1/4’ünden yarbaylara ödediği bu farklı ve haksız maaşlar geçtiğimiz günlerde Sayıştay denetimine takılmıştır. Sayıştay denetçilerinin bunun kanunsuz olduğunu söylemeleri üzerine apar topar hazırlanan 1/4’ü ile ilgili kanun teklifi astsubaylar da ilave edilerek MSB’lığına gönderilmiştir. Genelkurmay Başkanlığının, astsubaylar ile ilgili bildirisinin 6’ncı maddesinin birinci paragrafındaki adı geçen “Astsubayların 1’nci derecenin 4’üncü kademesine kadar yükselmesinin sağlanması,” ibaresinin altındaki gerçek budur.

İşte, gene bir zarf/mazruf örneği. Gene bir akıl değil fakat tilki kurnazlığı kokan tezgah. Uyku kaçıran, mide bulandıran cinsinden. 20 seneden beri durumu bilen zevatın kör bakdığı, bizlerden kimsenin farketmediği ve şeytanın bile aklına gelmeyecek bu haksızlığı ve hukuksuzluğu Sayıştay nihayet suçüstü yakalamış. Gözlerini kapatıp vicdanlarını karartarak ve daha da önemlisi Kanun’u iğdiş etmek bahasına yarbay lehine yapılan bu haksız ve hukuksuzluk tescil edilmiş. Bakalım Sayıştay’ın incelemesinden nasıl bir sonuç çıkacak.

Yarbay rütbesindeki subaylara 1992 senesinden beridir kanunsuz olarak ödenen bu konuya benzer bir hususu da ben gündem etmek istiyorum. Konu, üsteğmen terfileri ile ilgili. Özetle ifade etmek gerekirse, 926 sayılı TSK Personel Kanununda, subayların kıdemleri ilgili olarak kabul edilen Kanun maddesinde, üsteğmen/kıdemli üsteğmenler unutulmuş ya da başka bir şey(!) mevzu bahis.

Bir başka ifadeyle; 3/7/1975 ile 30/8/1981 tarihleri arasındaki tam 7 sene boyunda, bekleme süresini tamamlayan üsteğmenler, kanunsuz olarak kıdemli üsteğmenliğe terfi ettilerilmiş. Evet, duyduklarınıza inanın. Genelkurmay Başkanlığı tam yedi sene boyunca, üsteğmenleri hukuksuz olarak kıdemli üsteğmenliğe terfi ettirmiş. Çünkü 926 sayılı TSK Personel Kanunu’nun Rütbe kıdemini düzenleyen 140’ıncı maddesinde, üsteğmen/kıdemli üsteğmen kavramı tam 7 seneliğine yok.

Nasıl mı olmuş? İşte, buyurun;

Basliksiz-Makale-02

926 sayılı TSK Personel Kanun’una göre subay ve astsubayların rütbe kıdem terfileri, yukarıda gördüğünüz madde 140’a göre yapılır. 1923 sayılı Kanun ile 1975 senesinde yapılan değişiklikde, üsteğmen ve kıdemli üsteğmen ifadeleri yok. Bunun anlamı şudur; TSK’de üsteğmen rütbesinde subay yokdur ve dolayısıyla üsteğmen olmadığından üsteğmenlerin kıdemli üsteğmenliğe terfi etmesi de mevzu bahis olamaz. Kanun’daki bu yanlışlık ya da ne derseniz deyin, tam 7 terfi döneminde öylece kalmış. Tabii ki üsteğemler tıkır tıkır kıdemli üsteğmenliğe terfi ettirilmiş. Ta ki bu satırın hemen altında arz-ı endam eden 2642 sayılı Kanun ile 1982 tarihinde aşağıda gördüğünüz bir değişiklikle  bu durum düzeltilene kadar. (Bkz.↓).

Basliksiz-Makale-03

Unutmuşlar desek Kanundur, unutulur mu? Hatâ desek, Devlet unutur mu? Bu makâlenin müellifi unutdu deseniz, bu bir insanın unutkanlığı olur. Fakat Devlet unutur mu? Bir değil iki değil tam 7 sene devam eden bir Kanunsuzluk var ortada.  Söz konusu bu 7 sene içinde, TSK’de üsteğmenlik rütbesi yok desek, o da tutmuyor!. Yeterli şartları haiz olan üsteğmenler tıkır tıkır kıdemli üsteğmenliğer terfi ettiririldi. Peki, hangi Kanun’un hangi maddesine göre?...

Elde ettiğim bilgilerin doğru olduğunu teyit etmek için 4982 sayılı Bilgi Edinme Kanunu Hakkı kapsamında Genelkurmay Başkanlığına bir dilekce verdim. Gönderdiğim dilekcemde aynen şöyle dedim;

  1. TSK’da subay “rütbe kıdem” terfileri ve “maaş intibakları” hangi kanunun hangi maddesine göre yapılmaktadır?
  2. 3/7/1975 ile 30/8/1981 tarihleri arasını kapsayan 7 terfi döneminde; nasıplarından itibaren 3 yılını tamamlayan ve gösterge tablosunun bir üst derecesine yükselmek için liyakatları üst makamlarca onanan üsteğmenler, kıdemli üsteğmenliğe terfi etmiş midir?
  3. Terfi etmişler ise “rütbe terfileri” ve “maaş intibakları” hangi kanunun hangi maddesine göre yapılmışdır?

21 Ocak 2013 tarihinde bana gönderilen cevapda aynen şöyle yazıyor;

... 3 Temmuz 1975-30 Ağustos 1981 döneminde yürürlükde bulunan 926 sayılı Kanun gereğince kıdemli üsteğmenliğe terfi şartlarını taşıyanlar terfi etmişlerdir.” İfadeye dikkat buyurunuz “... yürürlükde bulunan 926 sayılı Kanun gereğince kıdemli üsteğmenliğe terfi şartlarını taşıyanlar terfi etmişlerdir.

Arab-ı kıptî şecaat arz ederken sirkatin söylemiş! Yürürlükdeki Kanunda üsteğmen kavramı yok ki kıdemli üsteğmenliğre terfi edebilsin. Astsubayların rütbesini tam olarak yazmayı beceremeyen hukukcu akıldanelerinin böyle bir gaf yapmasına şaşırmamak gerek. Sorduğum suale Genelkurmay Başkanlığımızın verdiği bu kaçamak cevabın düzeyini ve ciddiyetini de siz kârilerin engin ferasetine ve takdirine havale ediyorum.

Başlıksız Makale Eki Tüfek Şükrü IRBIKÖnce derece/kademe kurnazlığı, gösterge rakam bağnazlığı, ek gösterge rakam hilesi... Sonra, sicil notu sopası ve elvan çeşitli nice tazminat tezgahları... Her biri yağ akıtan dağlar, bal akıtan dereler oldu. Kendi döşedikleri yollardan çağıldaya çağıldaya kendilerine doğru akan bu nimet ırmakları sadece apoletli zevatın ayakları altına serildi son 60 seneden beri.

Hem bir yandan astsubayların hakkını gaspetdiler hem de  öte yandan Devletin Kanun’unu iğdiş etdiler.

Hapur hupur, tıka basa, aksıra tıksıra, ölünün mabadına pamuk tıkar gibi tıkıştır yağlı ballı kallavi lokmaları geniş gırtlağına, gözlerini kaçırarak gözlerimizden. Kar, yağarken tozar ne de olsa.

Muvazzafıyla emeklisiyle biz astsubaylar ise bu hudutsuz haksızlıklara, arsızca yapılan bu adaletsizliklere bunca zamandan beri maruz kaldık, hâlen de maruz kalıyoruz.

Bunları gördük, yaşadık.

Saraydan kız kaçırır gibi yetim yarbaylarımızı 1/3’ün üzerinden binbir hülle ile uçurup 1/4'üne kondurduklarını 20 sene sonra öğrendik. Sevgili üsteğmenlerimizi tam 7 terfi döneminde hukuksuz olarak “kıdemli” yaptıklarını da tam 38 sene sonra, şimdi keşfetdik.

Yol, yürüyenin; toprak, işleyenin; pusat, kuşananın; su, içenindi. Devlet böyüklerimiz öyle diyordu.

Biz de toprağı işledik, pusatı kuşandık. Suyu da taşıdık hani. Lâkin ne toprak bizim oldu, ne pusat...

Ne de ellerimizle taşıdığımız suyu içdik.

Nefes aldığımız şu demde cümleten muttali olduk ki Kanun da onu hoyratca çiğneyeninmiş. 

Sultan, mühürsüz; dilekce, pulsuz; göl, susuz; gül, dikensiz; bülbül, bağsız; tavşan dağsız; fiil, failsiz olmaz.

Makâle de başlıksız...

Dedem rahmetli birine hiddetlendiğinde; “oğul, gazzığa nazar eyle. Dananın oynaması gazzıkdandır” derdi. Bu dedemsözünün konumuzla âlâkası var mı, bilemedim.

Çok düşündüm. Bu makâlemin konusunu tam olarak açıklayabilecek nitelikde bir başlık bulamadım!..

 brove

 

 

 

 

Şükrü IRBIK 

(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.

Dönme Dolap

Ocak 24, 2013

Bilirsiniz; dönme dolap, dikey bir düzlemde aşağıdan yukarıya doğru sonsuz hareketle, başladığı noktaya gelesiye kadar kendi etrafında 360 derece döner. Döngünün zirvesi, düzleme 90 derecedir ve etrafınızdaki manzarayı en iyi görebileceğiniz açı, bu açı; dönem de işte bu dönemdir. Dönme dolabın zemine en yakın olduğu anda açı, sıfır derecedir. Dönme dolaba bineceğiniz zaman, açının düzleme sıfır derece olduğu zamandır. Hareket halindeki boş bir dolaba binmek için işte bu anda bir iki saniyelik bir zaman vardır. Bindiniz, bindiniz! Binemediniz ya da birileri sizi bindirmediyse şayet bir döngü daha beklersiniz.

Bir dönme dolap düzeneğinde, büyüklüğüne göre 10, 20, 30; belki de daha fazla dolap olabilir. Dolaplardan sadece birisine binebilirsiniz. Aynı anda iki dolaba binmeye çalışırsanız, bacaklarınız tam orta yerinden ikiye ayrılır ve dikine ikiye bölünürsünüz. Yere iki parça halinde düşersiniz.

Subay tuvaleti, subay plajı, subay orduevi, subay salonu, subay (A) polikliniği, subay koltuğu, subay berberi, subay şapkası, subay bastonu vardır, görmüşsünüzdür. Peki subay dönme dolabı var mı dersiniz?..

Subay takımı, 1967 senesinde bindi şu meşhur dönme dolaba. Ve dönme dolabın kendine verdiği her türlü imtiyazı kanırta kanırta sonuna kadar kullanıyor. Dönme dolabın şahikalarında dolanıp manzaranın en âlâsını seyrediyor, sefasını sürüyor hodbince yek başına. Bunu yapmak için kullandığı maymuncuk ise sizin de çok iyi muttali olduğunuz üzere kendi tezgahladığı askerî darbeler... Mühür kimde ise sultan o, değil mi?

Dönme Dolap Eski Tüfek Şükrü IRBIKSubay cenahı, 1967 senesinden beri ittire kakdıra ve hâttâ cebren ve hile ile bindiği dönme dolapda, sonsuz saadet ve derin huzura gark oldu. Bilmem kaç dolaplı dönme dolabın sadece bir dolabına kendisi bindi. İstese de aynı anda birden fazla dolaba binemezdi. Bunu idrâk edince, başkaları binmesin diye öteki dolaplara da şapkalarını oturtdu. Şapkası, makamını temsil ediyor ve her neviden tazminatı söke söke alıyordu nasılsa. Bir dolapda kendisi, diğer dolaplarda şapkaları; paşa keyfi için mütemadiyen döndürdü koca dönme dolabı. İtiyat olduğu üzere hâlen de döndürüyor.

Diğer dolapların avara kasnak misâli aylak aylak dönmesi pahasına şapkalarını koyduğu dolaplara kendisinden başka hiç kimseyi bindirmedi. Kanunun “subayın yardımcısı” olarak tarif ettiği astsubay, dolaba binmek için ne zaman hamle yapsa; subay takımı, el kol ve akla ziyan ayak hareketleriyle astsubayın dolaba binmesine engel oldu. Bunu yaparken, sokakda oyun oynayan mahalle arkadaşına taammüden çelme takıp yere düşüren yedi yaşındaki haşarı çocuk mesabesine düşdüğüne aldırmadı. Bir dolabında subay, diğer dolaplarında ise sadece subay şapkalarıyla avare avare dönen bu dönme dolaplara, makalenin başındaki resimde görüldüğü gibi, astsubaylar 60 seneden beri çaresizce uzakdan bakıyorlar.

Kendisine bahşedilen bu engin saadet ve tatlı huzur diyarında keyif çatmakla iktifa etmeyen subay takımı; kendisinin bindiği dolap, düzleme sıfır zaviyesine geldiği her seferinde, öteki dolaba astsubayı bindirmedi. Sağa sola tekme yumruk sallayıp hâttâ e-muhtıra verip her türlü dümen, dolap ve dalavereyi çevirerek astsubayın öteki dolaba binmesini engelledi. Bilmem kaç dolaplı dönme dolapda, tam 60 seneden beri sadece subay takımı dönüyor.

İntibak adını verdiği ve devletin malı olan bu dönme dolabı, subay takımı paşa babasının malı gibi kullanıyor. Devletin ve devletin sahibi olan milletin parasıyla yapılmış dönme dolaba sadece kendisi binerken vicdanı sızlamadı, hiç utanmadı, yüzü hiç kızarmadı.

Fakat bu ayak oyunlarını uzakdan da olsa görenler, fark edenler yok değildi. Hiç şahit olmasalar, kısmen ya da tamamen muttali olsalar da birileri bu dalavereleri kara kalem ile ak kağıt üzerine kayıt etmeyi vazife bildi kendine. İbret-i âlem olması gayesiyle işte bu ayak oyunlarını tarihin sayfalarına yazmak zamanı geldi dostlarım. 60 seneden beri biz astsubayları perişan eden bu ayak oyunlarını bilenler yâd etsin, bilmeyenler öğrensin.

Tazminatlar konusunda Türk Silahlı Kuvvetlerinde astsubaylara yapılan akla ziyan hakızlıkları Makam Tazminatının Fesat Sarmalı isimli makalemizde ele almışdık. Bu makalemizde ise astsubaylar “birinci derecenin dördüncü kademesine” yükselme hakkını alasıya kadar kimler hangi dolapları, hangi dalavereleri çevirmiş; astsubayların başına bakalım neler gelmiş, bu ayak oyunlarının nifak silsilesine gelin hep beraber nazar eyleyelim.

EZELÎ VE EBEDÎ HASETLİK!

image005

Birtakım subaylar; biliyoruz, saysak iki elimizdeki parmakların sayısını geçmez, kendi özlük haklarını ezelebed en yüksek mertebeden tahakkuk ettirdi. Fakat kendileri için elde ettiği bu hakların hemen hemen hepsini, kimi zaman kasden esirgediler kimi zaman doğrudan ya da dolaylı tutum ve işlemler ile astsubaylara yasak etdiler.

Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığının bizzat tertiplediği bu haksızlık ve hukuksuzluklar silsilesi halen devam ediyor. Örnek mi? Tazminatlar, intibaklar... Daha ne olsun? Geriye ne kaldı ki?..

Bu makalemizde biz, işte bu haksızlık ve hukuksuzluklardan sadece birisi olan maaş derece/kademe intibakları konusunu ele alacağız. 926 sayılı TSK Personel Kanunu'nun yürürlüğe girdiği tarihden beri, tam 45 sene saltanat süren bu adaletsizliği fâş edeceğiz. Kolay anlaşılması maksadıyla, bu ibretlik sergüzeşti buyurun, zaman/olay cetveli şeklinde kara kalem ile ak kağıdın üzerine nakşadelim.

1.TARİH: 1965
  • 14.7.1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu kabul edildi.
  • Kanun’un “Tesis edilen sınıflar” ara başlığı altında yer alan madde 36’da, bu Kanuna tâbi kurumlarda çalıştırılan sınıflar tefrik edildi.
  • Subaylarımıza hangi payeyi vereceğini, hangi tarife sığdıracağını bilemeyen Genelkurmay Başkanlığımız ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin, biz astsubayları aşağıda tarifini gördüğünüz “Genel İdare Hizmetleri Sınıfı”na dâhil ettiğini de yeri gelmişken bilginize arz edelim. (Bkz.↓).

image008

 

 

  • Aynı Kanun’un “Kapsam” ara başlığı altında yer alan madde 1’de ise “... Özel Kanunları hükümlerine tâbidir” denilerek TSK mensupları, bu Kanun kapsamının dışına çıkartıldı ve kendi Kanunlarına tâbi tutuldu. Böylece, TSK personeli üzerinde her türlü hüküm tesis etmek hakkı, Milî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı tasarrufuna bırakıldı. (Bkz.↓).

 

image010

 

Bu yetki devri, aynı devletin vatandaşı olan devlet memuru ile TSK mensubu askerlerin arasına paslı bir kama gibi saplandı. Subayın lehine fakat astsubayın aleyhine çok derin bir ayrışmaya ve tarifsiz haksızlıklara sebep oldu. Subay hariç diğer bütün asker personelin mağdur edilmesine, hâttâ Anayasadan neşet eden bazı temel vatandaşlık haklarının idare tarafından gasp edilmesine zemin hazırladı. İdare, kendi keyfine ve menfaatine uygun şekilde düzenlediği kanunlar cenderesinin içine sokduğu astsubaylara akla ziyan haksızlıklar yapmakdan hiçbir vakit geri durmadı. Eğitimde haksızlık, gösterge rakamlarındaki haksızlık, tazminatlardaki haksızlık, özlük haklarındaki haksızlık, memuriyete başlangıç/bitiş derece/kademelerindeki haksızlık, bu hak gasbına sadece bir kaç örnekdir.

2.TARİH: 1967
  • 27.7.1967 tarihli ve 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu meriyete girdi. Ve haksızlıklar silsilesinin oyunlarını sergileyen fitne tiyatrosu, “perde” dedi.
  • Subaylar, 926 sayılı Kanunun kabul edildiği ilk günden itibaren kendi özlük haklarını en yüksek dereceden tahakkuk ettirdiler. Bunun en bariz örneği, mesleğe başlangıç ve yükselebilecekleri en son derece/kademe konusunda yapıldı. Kanunun aşağıda gördüğünüz Ek 6 sayılı cetveline dikkat ediniz. Subayın yükselebileceği derece, 1/4. Son radde, daha yükseği yok! Bu konuda, alacakları her şeyi almışlar ve sonu başından belli dümen folimini allem kallem edip hem yazıp hem de çevirmişler bile.
  • Albay” nedir sizce? Subay mı? Üstsubay(!) mı? Paşa(!) mı?.. Yoksa, hiçbir tarife sığmayan fevkâlbeşer bir mahlûk mu?.. İdare, sayın albayımızı nereye sığdıracağını bir türlü bilememiş... Kılıçlar ve Tüfekler’de bilmeyenlere ve bilmek istemeyen kibirli ekâbir takımına albayın ne olduğunu açıklamışdım. “Subay” tanımına sığdıramayıp hiçbir kanunî mesnedi olmayan uyduruk “üstsubay” kılıfına sokdukları albayımıza, bu unvan da dar gelmiş. Kendi menfaatleri mevzubahis olunca kumandanlarımız, hizmetde hudut tanımamışlar. Aşağıdaki Ek-VI sayılı cetvelde gördüğünüz üzere Albayımız, çıtayı kendi namlarına bir kertik daha yükseltmiş ve bir basamak yukarı zıplayıp general rütbesindeki subayların safına intisap etmiş. Bir başka ifadeyle; albay rütbesindeki subaylar, sanki terfi etmiş gibi general rütbesindeki subaylarla aynı kefeye konulmuş. Sizin anlayacağınız, albaylarımıza bir nevi yüklü bir teselli ikramiyesi vermişler. Maşşallah, albayımız bu kez de paşa(!) olmuş! Bir tek omuzlarındaki püskülleri eksik. İnce(!) bir “balans ayarı”, değil mi? Deveyi havuduyla nasıl da yutmuş albaylarımız, helâl olsun.
  • Üstsubay(!)larımızdan geride kalan yetim yarbay ve öksüz binbaşılarımız da aynı zıplamayı yapmak için sırada iştiyakla bekliyor, ilgililere şimdiden duyurulur.
  • Teğmenin memuriyete başlangıç derecesi 9. Niçin böyle? Çünkü harp okulları o senelerde sadece 2 senelik eğitim veriyor. Tekrar edelim. Harp okulları, sadece 2 sene eğitim verip teğmen rütbesinde subay mezun ediyor. Yakın zamana kadar görev yapmış Sayın Genelkurmay Başkanlarımız da 2 senelik eğitim veren harp okulu mezunu subaylardır. (Bkz.↓ 926 sayılı TSK Personel Kanunu, Ek 6 sayılı cetvel).

image012

 

 

  • 2 sene olan harp okulu eğitim süresinin önce 3, bilahare 4 seneye yükseltilmesiyle birlikte idare, hiç vakit kaybetmeden 1975 senesinde hemen bir intibak kanunu çıkartdı. Ölmüş ve emekli subaylar da dâhil olmak üzere 2 ve 3 senelik harp okulu mezunu subaylar, oturdukarı yerde 4 sene harp okulu eğitimi almış kabul edildi. Birer derece verilerek memuriyete sanki 8’inci dereceden başlamış gibi maaşları yükseltildi. Böylece, harp okulunda 2 ve 3 sene  eğitim alan subaylar, oturdukları yerde bir anda 3 sene çalışmış gibi kabul edildi ve 1 derece terfisiyle ödüllendirildi.
  • Subayların bu intibaklarına bire bir benzeyen ve başka bir makale konusu olan astsubayların eğitim konusundaki intibakları ise tam 9 senedir derin dondurucunun en arkadaki rafının en ast sıralarında ve en derin uykuda bekletiliyor. Kumandanlarımız bakalım ne zaman ayacaklar!. 59 sene önce ölmüş subayına kılıç vermek için kehellik etmeyip kanun çıkartan utanmaz arlanmaz statü hazretlerine duyurulur. (Bkz.→ 5.2.2009 – Kanun Nu.5837/36).
  • image013Kanunun yürürlüğe 1967 senesinden bu yana subaylar, en yüksek maaş derece/kademesi olan 1/4’üne kadar yükseliyor. Bir başka ifade ile bu hak ve menfaati, Kanunun yürürlüğe girdiği sene içinde kendilerine altın tepside ikram etdiler. Fakat aynı hakkı, astsubaylara tam 45 sene yasakladılar. Astsubayları derinden rencide eden ve “Astsubaya 90+ golü” manşetiyle gazete sayfalarına taşınan, siyasetçinin asker ile aynı safda yer tutarak 2009 senesinde önce verip ertesi gün "tekrir-i müzâkere" ile kanunu geri alırken utanmadan çevirdikleri alicengiz oyunu da cabası oldu.
  • Astsubayların maaş derece/kademesindeki tırmanışının nefes kesen macerası, 926 sayılı TSK Personel Kanun’unun 1967 tarihinde yürürlüğe girmesiyle başladı. Statü hazretleri yağlı ballı  ¼ ‘ünü hemen kendisine ayırdı. Geriye kalan ham çökelek kısmından da astsubaya sadece 4’üncü dereceyi layık gördü. Kademeye gelince, astsubaylar için kademenin haddi hududu yokdu. Ye memed ye. Üst dereceye yükselmeyi gecikdirmek ve daha az maaş almak anlamına gelen kademeler konusunda kendisi için sadece 9 kademe ihdas eden subay takımı, astsubaylar için tam 12 kademe ihdas etmekde mahsur görmedi.
  • Astsubayın memuriyete başlangıç derecesi de 11 olarak ihdas edildi. (Bkz.↓ 926 sayılı TSK Personel Kanunu, Ek-8 Sayılı Cetvel).

image016

 
3.TARİH: 1976
  • 1976 senesinde birilerinin kulağına kar suyu kaçdığını gösteren bir gelişme zuhur etmiş. 20/1/1976 tarih ve 1933 sayılı Kanun ile, astsubayların yüksebileceği en son derece, 4’den 2’ye yükseltilmiş. Üstelik, 3’üncü derece atlanarak. Bu noktaya iyi bakmak lâzım. Bayram değil seyran değil. Kibirli statü hazretleri bu acele ve hızlı yükselişi hangi halet-i ruhiye içinde ve ne maksatla yapdı, insanın merakını mucip olmuyor değil!. Yiğit astsubay eşlerinin 1975 senesinde sel olup sokaklarda yürüyüşünün bu acelecilik konusunda bir tesiri var mı dersiniz?
  • Memuriyete başlangıç derecesi de 11’den 10’a yükseltilmiş. Bitiş derecesi 2 derece yükseltildiğine göre başlangıç derecesinin de 2 derece yükseltilmesi gerekirdi. Yapmamışlar. Başlangıç derecesini sadece bir derece yükseltmişler. Sebep? Bilen varsa beri gelsin! Bu satırların muharriri bendenizin de memuriyete başlangıç derecesi 10’dur, dostlarıma duyururum. (Bkz.↓ 926 sayılı TSK Personel Kanunu, Ek-8 Sayılı Cetvel).

image018

 

 

  • Yukarıda nazar eylediğiniz tabloda bir husus daha dikkatinizi celbetmiş olmalı; rütbelerimiz. Astsubay rütbesini bir türlü tam olarak yazmayı beceremeyen kibirli statü hazretleri, kedi olalı ilk kez fare tutmuş ve bu cetvele rütbelerimizi kanunda tarif edildiği şekliyle tam olarak yazmış. Bu sebeple bu cetveli hazırlayanları samimiyetle tebrik ediyorum. Kendi rütbesini hâlâ eksik yazan meslekdaşlarımızın da kulaklarını çınlatıyorum buradan.
4.TARİH: 1992
  • Astsubayların birinci dereceye yükselmesinin önündeki son demirden duvar da yer ile yeksan oldu. 7.6.1992 tarih ve 3815 sayılı Kanunun 3’üncü maddesiyle yapılan bir düzenleme ile astsubaylara, birinci dereceye kadar yükselme imkânı verildi.
  • Fakat bu kez de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herhangi bir memurun yükselebileceği “son kademe” olan “dördüncü kademeye” yükselmesi yasak edildi astsubaya. Kuş, uçmasın diye gene maksatlı olarak tek kanatlı bırakıldı. Dördüncü kademe hakkını alması için dönme dolabın 360 derece daha dönmesi ve astsubayların çile dolu tam 20 (yirmi) sene daha arafda beklemesi gerekecekdi.
  • Konumuzla âlâkalı değil fakat yeri gelmişken söyleyelim. Birinci dereceye yükselmek konusunda astsubayların yaptığı ve hikayesini deminden beri okuduğunuz bu sancı dolu çileli yolculuğun sessiz bir yolcusu daha vardı; subay olan astsubaylar. Nohut danesi kadar aklı olan her insanın midesini bulandıran hile dolu bu yolculuğun her mihnetini, astsubaylıkdan subaylığa geçenler de astsubaylar ile birlikde çekdi.  (Bkz.↓ 926 sayılı TSK Personel Kanunu, Ek-VIII sayılı cetvel).

 

image020

image021

 
5.TARİH: 2012; VE, SON PERDE!

22.5.2012 tarihli ve 6318 sayılı Kanunun 57’nci maddesi ile  astsubaylara nihayet birinci derece dördüncü kademeye yükselme hakkı lutfedildi. 1967 senesinde “perde” deyip oyuna başlayan Bremen Mızıkacıları, tezgahladıkları oyunun perdesini tam 45 sene sonra kapatmak zorunda kaldı. Hem de istemeyerek...

Astsubay rütbelerinin yazılışındaki isteksizlik ve kepazeliğe de dikkat etmişsinizdir. “Çavuş” şeklinde astsubay rütbesi var mı kıymetli dostlar? Astsubay rütbesini böyle yanlış yazanların elleri kırılsın, tez zamanda küküm olsunlar inşallah. (Bkz.↓ 926 sayılı TSK Personel Kanunu, Ek-VIII sayılı cetvel).

 

image023

Birinci derece dördüncü kademeye intibak işleminin sonucunu, bir başka ifadeyle tam 45 sene sonra astsubaylara verilen hakkın neticesini görmek istiyorsanız aşağıdaki yazıya bakmanız kâfi. Maaşıma getirdiği artış tam 3,75 TL (üç lira yetmiş beş kuruş). Şah damarlarını şişire şişire “astsubaylara ¼’ünü verdik” diyen kumandanlarıma ve devlet böyüklerime hörmetle ilân ediyorum. (Bkz.↓).

 


image024

SÖZÜN ÖZÜ:
  • 657 sayılı Devlet Personel Kanunu yürürlüğe girmesiyle, devlet memurlarına 1965 senesinde verilen,
  • 926 sayılı TSK Personel Kanunu'nun kabul edilmesiyle subaylara 1967 senesinde verilen “birinci derecenin dördüncü kademesine” yükselme hakkı,
  • Tam 45 sene yasak edildikten sonra astsubaylara 2012 senesinde verildi. İster inanın ister inanmayın. Bu kanunlardan kaynaklanan haklarını ve maaşlarını Devlet memurları ve subaylar tam 45 seneden beri sorgusuz sualsiz cebine indirdi. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve askeri olan biz astsubaylardan ise bu hak tam 45 sene esirgendi. Bu, zulüm değil de nedir?

Atatürk; “Kumandanlar, madunlarından daha yüksek ve daha âlim olmak mecburiyetindedir” dedi. Gıdılarını kıvıra kıvıra Atatürkcü olduğunu en yüksek perdeden her fırsatta fâş eden kumandanlarımız; Atatürk’ün dediği mânâda yüksek olmakla, âlim olmakla ilgilenmedi. Muhterem kumandanlarımız astsubayların omuzuna, sırtına hâttâ fırsat buldukca kafasına basdırarak, haklarını gasbederek yüksek olmaya çalışıyor. Kanuna tecavüz etmek bahasına kurnazlığı ve ayak oyunları tezgahlamayı tercih ediyor. Âdilce, arkadaşca bölüşmek yerine kendi imtiyazlarını devam ettirebilmek için cimri, kıskanc ve bağnazca davranıyor. İdare, üzerine çöreklendiği makamın ezelebed yegâne mâliki olarak görüyor kendini. Fakat astsubayı hep bu makamın dışında, ötesinde, gerisinde, astında ve uzağında tutuyor. İdare, kendi oynadığı ali cengiz oyunlarında; padişahın güzel kızını ele geçiren kurnaz delikanlı rolünü, her halûkârda subayına veriyor. Figüran gömleğini de istikrâh ederek astsubaya giydiriyor.

Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” dediğinde, emrindeki askerlerden Atatürk’e itiraz eden oldu mu? Olmadı. Olsaydı, bugün biz, başka bir tarih okurduk, değil mi? Kumandan o’dur ki sonunda ölüm bile olsa madununu peşinde sürükleyebile. Evvela Atatürk’ün kendisi atıldı cephenin en önüne. Sonra askerleri, ateşe uçuşan pervaneler gibi hiç tereddüt etmeden şehadete uçdular küme küme. Peki son 50 seneden beri özlük haklarında yapılan değişiklikler konusunda, kumandanlarımız âdil davrandı mı? Astsubayı ikna edebildi mi? Hoşnut edebildi mi? Peşinden sürükleyebildi mi?

Statü putunun arkasına saklandınız. Sen busun, ben buyum; olmaz dediniz. Hiyerarşi yıkılır, yok olur korkusuyla narin dudaklarınız uçukladı. Kâfi bulmadınız. Astsubaylar hakkını her istediğinde, kırk bin dereden su getirdiniz ve her seferinde hepsini kendiniz içdiniz.Kendi menfaatiniz söz konusu olunca; dağlardan yağ, derelerden bal akıtdınız. Sıra astsubaylara gelince hepsini buharlaştırdınız.

Anayasa’nın 10’uncu maddesi der ki; “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” Subay takımı, imtiyazların hep en âlâsını tanıdı kendisine. Aynı madde şöyle devam eder; “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.” Kumandanlarımız, Anayasa’nın bu emrinin de ırzına geçdi duldalarda, hem de sayısı bilinmeyen defalarca.

Tam 45 sene sonra bir Molla Kâsım çıkdı ortaya. Tapındığın ve köşeye sıkışdığında arkasına saklandığın o cüce statü putunu serçe parmağının hafif bir dokunuşuyla yerle yeksân etdi. Ve sana rağmen, evet sana rağmen astsubaya dedi ki “al sana birin dördü”. Yarım asırdan beri hoyratca salladığın o derece/kademe kılıcını elinden alıverdi Molla Kâsım. Sen subay isen, o da astsubay; o da bu devletin vatandaşı, evladı dedi. Birin dördü paşa babanın malı değil dedi sana. Anayasa, kimseye imtiyaz tanımaz dedi. Anayasa, kılıçdan keskin dedi.

 

SON SÖZ:

Allah; azanın hasmı; mazlumun dosdudur. Zulüm devam etse bile haksızlığın, adaletsizliğin mutlak bir zevali vardır. Tarih, kumandanların bu konuda astsubaylara yapdığı tahakküme varan haksızlığı tam 45 sonra tescil etdi. Maaş derece/kademe konusunda subayın sadece kendine bahşeddiği imtiyaz, nihayet 45 sene sonra tarihin karanlık sayfalarına gömüldü. Ve bu adaletsizlik, zevalini buldu. Bir daha hortlamamacasına... Artık, TSK’nin bütün çalışanları maaş derece/kademe konusunda kanun nezdinde eşit.

Bu neticeyi elde etmek, biz astsubaylar için hem geç oldu hem de güç... Aradan neredeyse bir yıl geçdi. Hiyerarşinin yıkılıp yok olduğunu, kibirli statü hazretlerinin kâlp sekdesinden imamın kayığına bindiğini göreniniz, işiteniniz var mı?

Tam bir pehlivan tefrikasına dönen 1/4’ü konusunda esdirilen bu yalan rüzgârından kim kârlı çıkdı? Zararlı çıkanları ben söyleyeyim; ölüsü, dirisiyle; muvazzafı emeklisiyle; çoluğu çocuğu, karısıyla birlikte milyonlarca astsubay...

Kaderin cilvesine bakın ki astubaylar bu tefrikanın önce kaybedeni oldu sonra da kazananı. Dayanılmaz acı, ızdırap ve sancılarla dolu bu macera esnasında astsubayların yanında kimsecikler yokdu, kendilerinden, yiğit hanımlarından ve çocuklarından gayrı. Kalplerinde inanç, gönüllerinde vatan sevgisi, ellerinde sabır vardı sadece...

Dağda taşda, gemide, uçakda, tankda, siperde aynı karavanaya kaşık salladığın, sırtını yasladığın, canını emanet etdiğin, fakat karargahda arkanı dönüp görmezden geldiğin can yoldaşın, silah arkadaşın astsubaydan bütün bunları esirgedin de ne oldu? Başın göğe mi değdi? Astsubayın açlıkdan nefesi kokarken, sen mutlu oldun mu? Bu nemem bi halet-i ruhiyedir Allahaşkına? Peki, Astsubayların 45 sene boyunca gaspedilen bu haklarını şimdi kim geri verecek? Unutma, nafakamızı gaspetdiğin bu 45 senenin 30 senesinde bana da borçlusun. Vermeye senin gücün yeter mi? Hele hele, yüreğin yeter mi? Bu hukuksuzluğun maddî zararını, ve en önemlisi vebalini kim, nasıl ödeyecek?

Millî Savunma Bakanlığını kuyruğuna takan idarenin, bizzat kendi eliyle astsubaylara yapdığı ve cumhuriyet tarihimizde eşi menendi görülmemiş bu haksızlıklar ve yasaklar, Türk hukukuna kara birer leke olarak yazıldı. Kimse oldu, bitti, kapandı diyemez. Tarih bu adaletsizlikleri, bu haksızlıkları bir gün mutlaka yargılayacak ve Devr-i Sabıkları  ortaya çıkartıp teşhir edecek.

brove

 

 

 

 

 

Şükrü IRBIK

(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.

Muvazzaf Saf!

Ocak 16, 2013

Muvazzaf Saf! Eski Tüfek Şükrü IRBIK

 

Muvazzaf Saf!

 

Bölünmez vatanın bekâsı için; dört mevsim, on iki ay, hem gece hem de gündüz; soğuk sıcak demeden başı duman kaplı yalçın dağlarda eşkıya kovaladın, kelle koltukda... Asil kanın ile boyadığın al sancağın gölgesinde mayaladığın mukaddes yurdun her karış toprağında ayaklarının silinmez mühürü var.

Toprak, döşek; taş, yasdık; yavşan otu yorgan oldu semâdaki ay-yıldızlara yarenlik etdiğin zulmet gecelerde.. Akreplerle uyudun koyun koyuna, kınalı keklik sesiyle uyandın alacakaranlıkda. Yılanlarla, çıyanlarla halay çekdin el ele, yarların yanıbaşında. Buzunu kırdın; özgürce çağıldayan derenin. Serin suyunda yundun, arındın. Gövermiş pelitini topladın ormanın; çoban ateşi yakdın. Isındın, kurulandın.

Kartallarla selamlaşıp dağların şahikalarında, ısırdığında insandan et kopartan sivri sineklerle sevda türküleri söyledin, etrafında boğuk boğuk uluyan sefil sırtlanlara, çemkiren alçak çakallara inat. Göğsündeki maneviyatın ile büyüdün, serdeki vatan aşkıyla beslendin, yüreğindeki iman ile çelikleşdin. Yüce Türk Milletinin şanlı tarihindeki eşsiz utkularda destanlaşdın, kahramanlaşdın.

Kanın ile terinin birbirine karışdığı savaş gemilerinde kulakları sağır eden motorların homurdandığı, kesif yanık yağ kokan makina dairesinde; soğuk ve rüzgârlı güvertesinde vardiya tutup ay yıldızlı al bayrağını dalgalandırdın, sayılmamış nice görevlerde. Bir kâse çorbaya hasret, sadece haşlanmış patates yedin sırf denize dayanıp vardiyana devam edebilesin diye. Bir yudum tatlı suyun tahassürüyle günler, aylar boyunca fit suyu içdin, peklik çekeceğini bile bile... Uskurunun dövdüğü yedi deniz, dört mevsimde dümen suyunun ebedî izleri var. Ceviz kabuğu misâli biteviye sallanan savaş gemilerinin rutubetli sintinesinde, cızırtılı telsiz kamarasında, köprü üstünde yiğit deniz kurdu oldun. Yer ile göğün yeksan olup; yerin gök, göğün yer olduğu kıyameti andıran o fırtınalı havalarda, o mahşerî denizlerde coşup kabaran azgın dalgalara gem vurdun, levend oldun.

Pistin başında, tankın altında, topun dibinde sayısı bilenmez nöbetlere damganı vurdun. Kara toprağın bağrına deşdiğin soğuk siperleri yuva belleyip oralarda geceledin şahin gibi, hesabı tutulmayan günler, aylar, seneler boyunca, botunu hiç çıkartmadan ayaklarından...

Havalanan her uçak mutlaka yere iner der, havacılar. İner de nasıl iner? İnmek ya da inmemek; işte bütün mesele bu! Zembil değil ya gökden hemen öyle şıp diye iniversin! Can dedin, uçağın içindeki... Uçak da yüce milletin malı... Bütün gayretin, bütün emeğin, bütün duan, yegâne isteğin uçağın piste her seferinde sâlimen teker koyması idi... O kadar mahir, o kadar büyüksün ki tamir etdin, uçurdun. İçine bindin, uçdun..

Anan-baban, eşin-çocuğun, bacın-gardaşın, başın-dişin ağrısı bir yana, vatan bir yana. Vazifedeyken unutdun hepsini. Düşündüğün tek şey, ezelden ebede “Önce Vatan” idi.

Yüreğini mayalayan imanınla “ölürsem şehit, kalırsam gaziyim” dedin. Bir an bile olsun tereddüt etmeden elini, gözünü, ayağını, bacağını ya da bunların hepsini birden armağan etdin mukaddes bildiğin vatan uğruna. Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, dedin. Rütben, gazilik oldu.

İman dolu göğsünü siper edip vatana, ateşe doğru uçuşan pervaneler misâli ölüme yürüdün yiğitce. Peygamber ocağı bilip koşarak geldiğin bu yuvada “vatan sağ olsun!” dedin ve gözünü hiç kırpmadan şehadet şerbetini içdin. Vatan, uğrunda ölen varsa vatandır, dedin. Rütben, peygamberimiz (a.s.m)’den sonraki en yüce rütbe oldu.

Kahramanlık, yiğitlik zor zanaat dostlar. Marifet ister, fedakârlık ister. Korluk gibi yürek ister. Vatan, namus demekdir. Namus da can ister, candan. Bugün emekli olan bizler, ömrümüzün en güzel kısmından en az 20 senesini, 30 senesini yukarıda kısa birer cümleye sığdırdığım vazifeleri yapan kahramanlarız.

Farkında mısınız? Bizler, vatan sevmenin bedelini gazilik ile, şehadet ile ödeyen meslekdaşlarımızın bakiyeleriyiz. Şehitlerimiz vatanın mukaddes bağrına emanet, bizler de Türk Milletine...

İnsan genç iken, gücü kuvveti yerindeyken sanki hiç yaşlanmayacakmış, ömür denen sermaye sanki hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu değil mi? Oysa zaman denen şaşmaz yanılmaz ve hep ileriye doğru devinen düzeneğin dişleri arasında ömrümüz nasıl da gıdım gıdım öğütüldü.

Bir vakit sonra, en gecinden bile olsa yaş elli beş deyince bir de bakıyorsun ki emekli kervanına katılıvermişsin sessizce. Bu mânâda, şu koca dâr-ı dünyaya kim kazık kakmış ki? Yaşayıp görüyorsun ki sen, “yeni” değilsin. Sen, artık “eski tüfek” sin.

Üstelik, birileri görevdeyken aldığı son maaşının seviyesinden, yani tam maaş ile pişmiş kelle gibi sırıta sırıta emekli olmuş. Aynı zevat, senin maaşının beline bir nacak darbesi indirmiş ve tam ortadan ikiye bölüp yarısını vermiş sana...

Gözlerin daha az gördüğü; ellerin daha zayıf olduğu, ayakların daha zayıf basdığı, kulakların daha az işittiği zorluklarla dolu ömrün son demi, fasl-ı hazan başlamışdır artık. Dillerde segâh makâmında bir şarkı. Nafiledir, geriye dönüş yokdur bu yolda. Gidenlerin geri geldiğini gören de olmadı şu vakde kadar. Para için sağlığını haraç mezat satılığa çıkartmışsındır da kazandığın servet bile olsa hepsini harcasan dahi geri getiremezsin saçının bir telini, o kartal gözlerinin ferini, rüzgârın fısıltısını duyan o kulağının keskinliğini, o koca ellerinin demiri büken acı kuvvetini, basdığı yeri titreten ayaklarının takâtini.

Bugün artık ömrünü vakfetdiğin devletinden, milletinden, bir tutam şefkat, birazcık minnet bekliyorsun. Hepsi o kadar. Zaten verebilecek başka bir şeyleri de yok!.  Vatana hizmet yolunda harcadığın o güzelim gençliğini geri verecek bir babayiğit var mı oralarda?

Bir milletin yaşlı vatandaşlarına ve emeklilerine karşı tutumu, o milletin yaşama kudretinin en önemli kıstasıdır. Mazide muktedirken bütün kuvvetiyle çalışanlara karşı minnet hissi duymayan bir milletin, istikbâle güvenle bakmaya hakkı yokdur.

demiş, ATATÜRK taa 1933’de. Peki, bugün Devlet erkini elinde tutan muhterem zevatın, emekli astsubaylara hakkını verip hiç olmazsa ömrünün son dönemecinde bir nebze olsun rahat ettirmek konusunda Atatürk’ün bu vasiyetini yerine getirdiğini söyleyebilir misiniz? Cevabınız hayır ise şayet sana yalan söyleyen kim? Sana minnet hissi duymayan kim? Sana ihanet eden kim? Kimler gaflet ya da dalâlet içinde? 60 seneden beri biz emekli astsubaylara yapılan şu gadirliği, şu haksızlığı yüce önderimizin o çakmak çakmak bakan gözleri bugün görse şayet kime, neler söylerdi acap?..asb-elele

Dördüncü Kuvvet isimli makâlemiz ile TEMAD hakkındaki fikrimizi serdetdik. 60.000 Gaip Aranıyor! isimli makâlemizde, hâlâ bir havadis alamadığımız altmış bin gaip tekaüt safına seslendim ve ışığa koşan pervaneler misâli, yuvalarına koşmaya davet etdim. Bulmacanın son parçasını da yerine yerleştireyim. Şimdi de muvazzaf safına diyeceğimiz bir çift kelâmımız var, onu irat edelim müsaadenizle.

Vazifede karşına örülen meşakkât, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizilik, vicdansızlık duvarına toslayınca, yandım anam deyip feryad-ı figan ediyorsun. Duyuyoruz, görüyoruz.. Nerede Devlet, nerede TEMAD diye çığırıyorsun. Yerden göğe kadar hakkın var. Peki, bunu söylerken, bu haklı feryadını ilgililerin duymasını isterken, sen neredesin ey muvazzaf saf?..

Allah nur içinde yatırsın. Her daim tedbirli olmayı tembihlerken, ebemdedem şöyle derdi; “Oğul; odunu bol eyle, imama don eyle” Zira buğday başak verince, orak bahaya çıkar.

2847 sayılı Askerî Dernekler Kanunu’na göre muvazzaflar, kendi derneklerine üye olamazlar. Âlâ... Ucu kırmızı mumlu, hem de telli yaldızlı davetiye ile sizi üye olmaya çağıran da yok. Peki, eş ve çocuklarınızın, TEMAD’ın tabii üyesi olduğunun farkında mısınız?(¹) Madem eş ve çocuklarınız TEMAD’ın tabii üyesi, niye onlar gidip üye olmazlar? Muvazzaf safındakilerden kaç kişinin eşi ve çocuğu muhitinizdeki TEMAD şubesinin yerini, yurdunu, yolunu biliyor? Eşinizin ve çocuğunuzun bu derneklere üye olmasını ve senede bir defa bir paket duman ya da çeyrek köfte ekmek parası aidat vermekden sizleri alıkoyan var mı?

Ey muvazzaf saf! Emeksiz yemek olur mu hiç? Ya odunu bol eyle ya da imama don eyle. Sen, sen isen şayet, bu tarafa doğru sallayıp durduğun o elindeki paslı çuvaldızı önce kendi kaba etine bir batır bakalım. Gözündeki merteği, ağzındaki baklayı çıkar. Eteğindeki taşları bir dök hele.

Sen, emekliliğin ne olduğunu bilmiyorsun. Fakat bu satırın muharriri, muvazzaflık nedir, pekâla biliyor! Hatırladınız değil mi? Hani ne diyor şarkısında, Orson Welles?..

Muvazzafsınız, sizin vaktiniz yok. Ben de en kısa makalelerimden birisini yazdım bu sefer. Malûmu ilam ettirmeyin bana. Nereye gitsen, okka dört yüz dirhem. Gaip safındaki emeklilere harcadım en güzel kelimelerimi, “60.000 Gaip Aranıyor!” isimli makâlemde. Hepiniz merak edin ve bakın lütfen. Hâttâ okuyun. Hâttâ anlayın. Sizin sehminize düşen kıssalar da var orada.

Vakit, emekli vakdi. Önümüzdeki aylar, malûm, emekli ayları. Kimileri koşa koşa, kimileri istinkaf ederek; 55’i bulanlar da zoraki son selamı verip şanlı sancağa, bu tarafa gelecek.

temad-logo

Şu günlerde muvazzaf safında olan sizlerden bir kısmı yakında madalyonun öteki yüzünü görecek. Emekli olmayacaklar ise bu devir daimden ibret alıp ellerini çabuk tutsunlar. Eş ve çocuklarıyla, bu kahraman zümrenin yegâne temsilcisi TEMAD’a üye olsunlar.

Gören göze ibret vardır her şeyde. Orak böceğinin koygun akibetinden ibret al!

Muvazzaf iken emeğin olsun ki emekli olunca yemeğin olsun.

Öyleyse ey, muvazzaf saf! Haydi bakalım, pamuk eller cebe!..

 

brove

Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.

 

Son Eklenenler

Copyright © 2006 Emekli Assubaylar. Tüm Hakları Saklıdır. Tasarım İhsan GÜNEŞ