Ya nasip deyip akabinde
Ucu yemsiz oltamızı sarkıtdığımız 5802 sayılı Astsubay Kânun’unun ışıltılı sularında
Gezinmeye sabır ile devâm edeceğiz.
Fakat
Devriyemize kısa bir ihtiyaç molası verip
Bir sitemimi yolluyorum siz kıymetli müdâvimlere...
Yine geldi çatdı bilmem kaçıncı Dünya Ayaktopu Müsâbakası...
İşi gücü bırakdık
Gözümüzü Brezilya’ya çevirdik!
Oynayanı da
Ömründe ayağına hiç top değmeyeni de
Bir ay boyunca
Herkes top konuşacak
Her yer top kokacak.
Herkes top satacak
Herkes top alacak...
Memleketimin güzel insanları
Saatini maça göre ayarladı.
Yemek saati, topa göre
Uyuma saati, topa göre
Uyanma saati, topa göre
İftar saati olmasa da
Sahur saati, topa göre...
İş
Aş
Borç harç
Alış veriş
Fiş piriz...
Gezmeler tozmalar gene topa göre ayarlandı.
Kimisi
İşini gücünü başka günlere tehir etdi.
Harç bitmedi, yapı paydos da edilmedi
Fakat
Kimisi de
Maçlar bitesiye kadar çalışmamaya karar verdi.
Yurdumda
Nefesler tutuldu
12 Haziran-13 Temmuz 2014 tarihleri arasında
Herkes saatini topa göre ayarladı...
Meselenin tuhaf
Ve bir o kadar da acıklı tarafı ise
Bu kadar gürültüsü kopartılan bu ayaktopu yarışında
Memleketimiz Türkiye yok!..
Portekiz Coimbra Üniversitesi’nde iktisât profesörüyken 1928’de Mâliye Bakanlığına atandı. Bir fırsatını bulup 1933 senesinde iktidarı ele geçirdi. 1974 senesine kadar ülkesini zorbalıkla idâre etdi.
İktidarda kaldığı 40 sene boyunca Portekiz vatandaşlarını 3F kuralı ile yönetdiğini itiraf etdi; Fiesta, Fado, Futbol...
O’nun adı Antonio SALAZAR idi.
Fiesta; çok uluslu şirketlerin insanlara dayatdığı bitip tükenmek bilmeyen aşırı harcamalar ve eğlence düşkünlüğü demek idi. Bir başka ifadeyle isder kazan isder kazanma. Fakat mutlaka harca!..
Fado; hiçbir sanat değeri ve anlamı olmayan müziği anlatıyordu. Bizdeki arabesk müziğin diğer adı.
Futbolu ise anlatmaya değmez!
Komşusu Portekiz’deki 3F mikrobu İspanya’ya da bulaşdı. Futbolun insanları yönlendirmede çok etkili bir araç olduğunu farkeden sâdece SALAZAR değildi.
İspanyol diktatör Franco da futbolun kitleleri yönlendirmede üstün gücüne inanan bir devlet adamıydı.
1939′da Demokratik Cumhuriyetin yıkılmasıyla sonuçlanan ve üç yıl süren İspanya İç Savaşı‘nda milliyetci güçlere önderlik etdi. Kazandığı iç savaşın ardından tam 36 yıl boyunca, hastalanıp 1975 yılında ölünceye kadar ülkesini zorbalıkla yönetdi.
Komşusu SALAZAR’dan daha büyük düşündü. O’na göre bütün stadyumlar birer “uyku tulumuydu” ve bu “uyku tulumları” ne kadar büyük olursa, içine o kadar çok insan atmak mümkün olabilecekdi. Bu sebepden dolayı hemen büyük stadlar yapılmasını emretti. 27 Ekim 1944′te, Banco Mercantil e Industrial’e talimat vererek, 80 bin kişilik Santiago Bernabeu inşaatını başlattı. 75.145 kişilik yapılan bu stad tam üç senede tamamlandı.
Fakat bu kadar büyük bir stad dahi O’na yetmedi. Daha büyük stad, daha büyük “uyku tulumu”, daha büyük “uyku tulumu” da “uyuyan daha çok insan” demekdi. 1954 yılında bu stad büyütdü ve tam 125.000 kişiyi uyutmaya başladı.
O’nun adı darbeci subay Francisco Franco idi.
Futbol ile oyalanan vatandaşlar böylece siyâsetden uzak tutuldu. Ve siyâsetciler ülkeyi kendi keyiflerine göre hovardaca idâre etmenin keyfini çıkardılar.
İnsanları futbol ile uyutup yöneten zihniyetler için stadlar birer “uyku tulumu” olarak kırklı ellili senelerde uzun süre hizmet etdi. Ve sancılı da olsa Avrupa, bu hastalıkdan yakın zamânda kurtuldu.
Fakat aynı dümen ve aynı tezgah benim memleketimde
İçinde yaşadığımız şu 2014 senesinde hâlâ hükmünü sürdürüyor.
Hem de Avrupa’dakinden çok daha şiddetli bir şekilde...
75.000 kişilik TT Arenayı yapdık, bitirdik çok şükür!
Bakalım bu stadı ne zaman 125.000’e çıkartacağız!..
Fasişt diktatör SALAZAR Portekiz’i,
Darbeci subay FRANCO ise İspanya’yı 3F ile uyutdu, avutdu ve yönetdi; Futbol, Fiesta ve Fado...
Benim memleketim Türkiye’yi ise 3T ile uyutuyorlar; Top, Tütün ve Televizyon.
Dördüncü T olan Turgut da cabası...
Topcu denen 22 dâne adam
Uzatmaları hâriç
Tam bir buçuk saat boyunca meşin bir yuvarlağın peşinden koşacak.
Bıyıklısından, bıyıksızından milyonlarca adam da
Kimisi evinde
Kimisi de köy meydanında, kahvehânede, çay bahçesinde, avluda, çardakda oturup
Bu topculara bakacak...
Âzad edilmek vaadiyle kölelerin
Arena denen meydanlarda
Birbirleriyle
Veya
Aslan ile ölümüne dövüşdürülmesi gibi vahşi bir oyun...
Baban bir yana
Git!
Dedene sor!
Ayaktopu nedir, bilmeden bu dünyadan geldi geçdi. Hiçbir şey de kaybetmedi.
Kölelerin arenada aslan ile dövüşdürülmesi biteli 500 sene oldu
Peki
Meşin yuvarlak uğruna bugün senin bu kadar kudurman niye?..
Nöbetden, teftişden, geçici görevden, tatbikatdan, fazla mesaiden, uçuşdan, dalışdan, seyirden fırsat bulup
Atmışsın kendini akşam eve yorgun argın
Hapur hupur şapur şupur kısa bir akşam yemeği faslından sonra
Etrâfındaki insanların daha gözlerinin içine bile bakmadan
Miskinler tekkesinin münzevi dervişi gibi
Soyutlayıp kendini
Soğuk, hissis, tatsız, kokusuz, cansız
İki buutlu camdan mamûl dünyaya hapsedip
Aptal kutusunun karşısındaki koltuğun üsdüne atıp kendini löngedenek
Patates gibi köskelmişsin.
Bardak bardak çay, ucuzundan hapaz hapaz çekirdek...
Tuzu kuru olanlar da çeşit çeşit kuruyemiş, tabak tabak meyveyi
Ölügötüne pambık deper gibi yolluyorsun peşpeşe mideye...
Gevurun sabun köpüğü dediği cinsden
Ucuz, ruhsuz, âdisinden, edepsizinden bitmez tükenmez televizyon dizileri, folimlerinin
Daha birisi bitmeden ötekini oynatıyorlar
Ya da
Dünyayı morfinleyen dana derisinden meşin bir yuvarlak...
Ve bunun etrafında
Eyyâmın bâhurunda
Gıçını büvelek böcüğü sokmuş deli danalardan da beter
Hasan Sabbah’ın afyonlanmış fedâileri gibi
Amaçsız bir şekilde oraya buraya koşuşduran topcular...
Televizyoncusu
Çenesi düşük, arsız, pişkin yorumcusu
Reklâmcısı
Şapkacısı
Çorapcısı
Atletcisi
Sucusu
Şemsiyecisi
Çekirdekcisi
Kurabiyecisi
Kokoreccisi
Köftecisi
Kesdânecisi
Kaşkolcusu...
Hepsi el birliği etmişler
Malı götürüyorlar.
İştahla söğüşlüyorlar seni be kardeşim!..
Hele bir de avuç dolusu para verip seyretmeye gitmişsen
Yandı gitdi gülüm keten halva!
Yiyorsun, yemek için para veriyorsun
İçiyorsun, içmek için para veriyorsun
İşiyorsun, işemek için gene para veriyorsun
Donuna kaçıra kaçıra helâ kuyruğunda beklemesi de cabadan.
Bacasız, dumansız sanayii buna derim ben!
Amigo, şetâretden lasdik top gibi zıp zıp zıplıyor. Bahşişler cebinden dışarı taşmış.
Menecerler mutlu, paraları avuç dolusuyla alıyorlar.
Her ne demekse teknik direktörler mes’ut! Niye olmasın ki? Torba torba kazanıyorlar.
Topcu dersen ağzı sevinçden ıhlara vadisi gibi olmuş! Alt dodağı yerde, öteki gökde. Çuval çuval götürüyor paraları...
İçmek için su,
Yemek için zeytin, pendir alıyorsun yüzde 8 KDV ödüyorsun
Çocuğuna süt alıyorsun yüzde 8 KDV ödüyorsun.
Temizlenmek için sabun alıyorsun yüzde 18 KDV ödüyorsun,
Fakat
Milyon dolarlar verip yerlisinden ecnebisinden topcu alıp-satıyorsun KDV yüzde sıfır!
Bu memlekete bu kadar kötülük yeter de artar bile...
Asgarî ücretin yarısını vergi olarak geri alan Çankaya’nın şişmanı Conisever Turgut ÖZAL
Milleti afyonlayıp mışıl mışıl uyutmalarının ödülü olarak
Topcuların aldıkları çuval dolusu paralardan bir tek kuruş vergi kesmedi.
Büyük Turgut’dan sonra o koltuğa oturan Başbakanların hepsi
Vatandaşları uyuşdurup oyalasınlar diye
Bu topculardan hâlâ tek guruş vergi almıyor, biliyor musun?
İyi kötü, az çok, Allah ne verdiyse doldurdukdan sonra mideni
Daha şükür Ya Rab! demeden
Kasılıp aptal kutusunun karşısına
Nefes nefes çekiyorsun ağulu boz dumanı içine...
Körpe çocuğunun tâze ciğerine duman doldurduğuna kör bakıp
Yarısını yukarıdan üfürüyorsun; ağızdan, burundan...
Diğer yarısını da
Aşağıdan dehliyorsun dışarı; dübürden!
Kokusu taaaa buralara kadar geldi
Cayır cayır
Yelleniyorsun mütemâdiyen be kardeşim...
Kendi ülkesinde yiyecek ekmek bulamayan insan bozması yamyamlar
Senin ülkende top koşdurmak bahânesiyle
Malı götürüp
Senin memleketinin her türlü nimetinden doya doya nasiplenirken
Sen
Siftini siftini
Yutkunuyorsun sâdece...
Sen
Guruldayan midenin sesine sağır olurken
Ve
Okaaça Okaaça! diyerek onun kapısının önünde nefes tüketip
Dilenci edâsıyla bağırırken
Ya da
Pascal, Pascal bizi diskoya götür! diye ucuz yalvarışlar haykırıp
Küçülüyorsun!
Saf olma!
Pascal seni diskoya niye götürsün?
O
Kimleri götüreceğini senden iyi biliyor...
Senin ülkendeki elin cibilliyetsiz gevuruna
Sen, makbul insan muamelesi yaparken
Sen kendini
Kendi ülkende köle yerine koyduğunun farkında bile değilsin.
Yazık!..
Kendi yurdumuzda bile
Çoğu Türk dahi olmayan
Soysuz, sopsuz, sünnetsiz, meşrepsiz
Zencisinden, sarısından yamyamına kadar ne idiğü belli olmayan topcular
Dar alanda top yuvarlayıp
Senin sırtından servet kazanıyor.
Ayağına belki de bir kere dahi bile olsun top değmeyen
Sen
Ne yapıyorsun be yiğidim?
Gasıla gasıla gömülüp oturduğun gadife goltukda
Osdura osdura
“Gooooooooooooooooooooooooooool!” diye bağırıp
Dübürünün damarı çatlayıncaya gadar gıçını yırtıyorsun!
Ya da
Pişmiş kelle gibi
Bu da mı gol değil, bu da mı gol değil diyerek
Dudulaşıyorsun!
Ayıp be garındaşım!
Yakışmıyor sana vallahi!
Aptal kutusuna bakmakla adam olunsaydı
Dünyadaki yekûn mahlûkâtın hepsi iki ayak üstünde yürür idi.
Top yuvarlayan hokkabazları seyretmekle gönenseydi Âdemoğlu
Dünyadaki bu rezilliği, şu sefâleti görmezdi gözlerimiz...
Senin ağzını açarak, gıçını yırtarak bakdığın o Brezilya’da
Açlıkdan ölmemek için
Fırından bir dilim guru ekmek çalan beşinde, onundaki tâze çocukları
O memleketin kahraman(!) polisleri sokak ortasında köpek gibi öldürüp
O körpe cesetleri leş sürükler gibi yerde sürükleyip
Sonra da götürüp
Çöp niyetine çöp varillerine atıyor.
Gel!
Vazgeç gönüllü olarak morfinlenmekden!
Dur!
Ve düşün bir hele!
Ne yapdığını idrâk et artık!
Ayık be garındaşım!
Git!
Ufkunu nar kabuğu gibi patlatacak bir şey yap be yiğidim!..
Al!
Meselâ
Mutlaka bulursun
Ara!
Seni heyecanlandıracak, hislerini coşduracak bir kitap oku
Ruhunu besleyecek bir türkü, şarkı dinle
O kadar medenî cesâretin
Ve hele de mârifetin var ise
Bir müzik âleti çal veya türkü söyle!
Böyle yaparsan beni de çağır yanına
Meşk eyleyelim seninle!
Ya da
Her Astsubay sanatkârdır. Kendi mesleğinin ustasıdır.
Yalan mı?
Ne bileyim, sanatını konuşdur. Sana zevk verecek birşeyler yap. Mesleğinle ilgili bir şeyler icâd et. Edersin sen!..
Meselâ
Al eline kalemi
Birisine,
Söz temsil şu kelâmı dökdüren fakire
İki cümle karala...
En iyisi
Al gözünün bebeği eşini, çocuğunu karşına
Tut ellerini sımsıkıca...
Doya doya bak gözlerinin içine
Çocuk ol!
Onlarla birlikde, çocukluğunu yaşa.
Hanım ol!
Yemek pişir, ev süpür, çamaşır yıka eşin ile birlikde.
Hem de hergün yap bunları.
Top denen o mel’un meşin yuvarlağa aval aval bakmakdan daha eftâldir!
Bu gerçeği anla artık lutfen...
Çünkü
Onların elini tutabileceğin
Gözlerinin içine doya doya bakabileceğin günlerin sayılı be gardeşim!
Biz Türkler,
Dünyanın en çok televizyon seyreden ikinci milleti olduk.
Gözümüz aydın!..
Peki,
Düşündün mü hiç?
Niye böyle oldu?
Sen
En kıymetli sermâyen olan ömrünü, emeğini ve aklını
Aptal kutusu karşısında bedavadan öğütürken
Dünyada en fazla televizyon seyreden ülkenin insanları ne yapdı?
Ay’a ayak basdı...
Dünyayı istilâ etdi,
Gözüne kesdirdiği devletlerin iliğini kemiğini kanırta kanırta sömürüyor.
Bir okka mazota sen beş lira veriyorsun
Coni kendi eyâletinde
Sâdece 1 lira veriyor be can dostum.
Nüfusu, dünya nüfusunun sâdece yüzde beşi
Fakat
Dünyada üretilen mazotun tam dörtde birini onlar içiyor.
Bu da ediyor
Nüfusunun tam beş katı...
İşde sırf bundan dolayı
Sen kendi ülkende
Mazotu benzini damla damla kokluyorsun
Coni ise
Dört buçuk okka demek olan galon galon içiyor...
Dünyanın en çok televizyon seyreden o insanları
Şimdi de uzayı zapdetmeye çalışıyor!
Sen de
O’nun imâl etdiği televizyona bakıyorsun aval aval!
Elindeki telefon
Dizindeki bilgisayar
Kolundaki saat
Gözündeki gözlük
Cebindeki cıgara
Ayağındaki ayakkabı
Gıçındaki pontul...
Hepsini
Televizyona en çok bakan o insanlar yapdı?
Ve sana satdı...
Peki
Sen
Ne yapıyorsun?
Sen
Neredesin be garındaşım?
Oturduğun yer ahır sekisi,
Çığırdığın Istanbul türküsü...
Daha şunun şurasında 30 sene evvel Türkiye
Dünyanın en iyi tütününü üretiyordu.
Türk tütünü içmek Avrupalılar için bir övünç ve itibar meselesi idi.
Bir gün
Turgut ÖZAL denen bir adam geldi bu topraklara
Gerdanı boyundan uzun bu götlü göbekli adam
Türk çiftcisine tütün ekmeyi yasakladı.
Toprak bizim, tohum bizim, güneş bizim, su bizim, çiftci bizim.
Elin gıçı boklu gevurunun emrine boyun eğen Turgut denen insan ucubesi adam
Tütün ekmeyi yasakladı kendi memleketimizde.
Dünyanın en iyi tütününü üreten insanımız
Artık dünyanın öbür ucundan,
Dünyanın en kötü, en zehirli, en çok kanser yapan tütününü Coni’den satın alıyor!
Üsdelik çil çil yeşilleri tomar tomar vererek...
Gıçınıza gınayı yakın gaaari!..
Önce
Seni kanser yapacak cıgarayı satıyor sana
Sonra da
Kanser ilacını...
Coni’nin yapıp satdığı cıgaraya para veriyorsun
Tam 20 milyar lira...
İçiyorsun, kanser oluyorsun.
Tedâvi olmak için ilaç satın alıp gene para veriyorsun
Tam 12 milyar lira.
Cem’an yekûnu eder 32 milyar lira...
Senin kendi askerine bir senede verdiğin paradan
Çok daha fazlasını
Sen
Önce cıgara içip kanser olmak için
Sonra da ilaç almak için
Coni’nin avucuna döküyorsun.
Askerine 20 milyar lira veriyorsun
Fakat
Cıgara ve ilaç için
Coni’ye her sene 32 milyar lira veriyorsun.
Adam cıgarayı kendi icâd etdi.
Fakat artık kendisi içmiyor.
Dünyanın en çok televizyon seyreden insanları
Aynı zamânda dünyanın en zengin memleketi oldu.
Biliyor musun be garındaşım?
Ya sen?
Sen ne yapıyorsun?
Ne ile meşgulsun?
Ey Türk Milleti?..
Cebinde Asubay kimliği taşıyan yiğit meslekdaşlarıma sesleniyorum!
Bilmem kaçıncısı oynanan Dünya Top Yarışmasında
O meşin topun peşinde koşduran milyar liralık ecnebî topcuları seyretmek için ayırdığınız zamânın
Sâdece yarısını
Bu makâleyi okumak için ayırmaya mecbursunuz.
Şu mübârek Ramazân-ı Şerifde
Göz nuru döküp
Eyyâmın bâhurunda kurdeşen olmak bahasına
Asubay haklarını gasp etmek için çevirilen orostopollukları ortaya çıkartan er kişi olarak
Sizden bunu istemeye hakkım var.
Sizi, bu hususda
Önce
Yüce Rabbime
Sonra da
Kendi temiz, sağlam vicdânınıza havâle ediyorum!..
Siz can dostlarımıza şunu imdiden hatırlatalım
Bilesiniz ki
Turpun en irisi
Makâlemizin beşinci ve son bölümünde!..
Sitem dolu işbu girizgâhdan sonra
İmdi girelim mevzumuza...
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar levhası altında ictimâ eylediğimiz 5 bölümlük işbu makâlemizin
Birinci bölümünde;
İkinci bölümünde;
Üçüncü bölümünde;
Şu anda okuduğunuz dördüncü bölümünde ise;
Genelkurmay Başkanımız Orgeneral M. Nuri YAMUT
1950 senesinde ‘Gedikli Zâbitliği’ elinden aldığı askerlere
Kuvvetli bir dirsek atıp
İki sınıf birden aşağıya itekledi ve ‘Gedikli Erbaş’ yapdı.
Daha bir sene bile dolmamışdı ki yapdığı kânun tam anlamıyla dibe vurdu. Ordunun asıl yükünü çeken orta sınıf askerliğe hiç rağbet eden olmadı. Gedikli Erbaş yapacak genç bulamadı. Kendilerini akıllı, Türk gençlerini ahmak zanneden goca gıçlı gomutanlarımız rezil rüsvâ oldu. Ordumuzu değil fakat önce zevâhiri, sonra da kendi koltuklarını kurtarmak için alelâcele bir kânun hazırladılar.
Bir günde iki sınıf aşağı itekleyip Gedikli Erbaşlığa tenzil etdikleri askerleri
Bu kez de ikrâh ederek bir sınıf yukarı çekdiler.
Gedikli Erbaşlara 1951 senesinde bu kez de “Astsubay” unvanı verdiler.
İki geri, bir ileri...
Bu değişim-dönüşüm-başkalaşım sürecini evvelki bölümlerde açıkladık.
Coni’nın aklıyla hareket eden omuzu püsküllü NATO’cu gomutanlarımız
Bakdılar ki bu yapdıklarıyla aslında sıçıp sıvamışlar! Daha bir sene bile geçmeden orduyu bitirdiler. Gedikli Erbaş yapacak genç bulamadılar. Sokaklarda bir tellâl çağırtmadıkları kaldı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral M. Nuri YAMUT’un başını çekdiği bu sünepe subaylar güruhu zevâhiri kurtarmak için bu kez başka bir tezgah çevirdiler. Gedikli Erbaş Kânun’unu yalayıp boyayıp parlatdılar. Astsubay Kânun’u adı altında cilâlı bir ambalaj ile tekrar piyasaya sürdüler.
Yapdığı bu doldur-boşalt; yap-boz; indir-bindir tezgahıyla Orgeneral M. Nuri YAMUT, bugün Astsubay denen asker kişilere Cumhuriyet tarihinin en büyük kötülüğünü yapdı. Tarih bu hakikâtı bugün farketdi ve böylece kayıt etdi.
‘Gedikli Erbaşlar’ 1951 senesinde ‘Astsubaylığa’ terfi(!) etdirildi.
Ve
Bu kânun ile aynı zamânda Astsubay denilen asker kişilere 2 sene eğitim verilmesi de hüküm altına alındı.
Bizim bu bölümde asıl mürekkep damlatmak istediğimiz mesele işde budur can dostlarım. Bu cümleden olmak üzere, Astsubay Kânun’u ile Astsubaylara verilecek iki senelik eğitim aşağıdaki madde ile hüküm altına alındı.
Bu hüküm ile T.C. devleti, Astsubay unvanı verdiği askerlere iki sene eğitim vereceğini taahhüt ve beyân etdi.
1956 neşetli Jandarma Astsubay Sayın Mehmet KAYALI
Kânun’un bu hükmü mubicince
1953 senesinde intisâb etdiği Jandarma Astsubay Sınıf Okulunda
1 senesi ihtisâs eğitimi olmak üzere
Toplam olarak 3 sene tahsil aldıkdan sonra
1956 senesinde Jandarma Astsubay Onbaşı rütbesiyle mezun olan ilk Astsubaylarımızdandır.
Devlet idâresinin üzerine çöreklenen NATO’cu mamacı subay güruhunun adâleti bakınız o tarihlerde nasıl tecelli etdi;
Gel de
Hayıra yor bu rüyâyı!..
O tarihe kadar 1 sene olan eski unvanıyla Gedikli Erbaş, yeni unvanıyla Astsubay olan askerlerin eğitim süresi 2 seneye çıkartıldı çıkartılmasına da...
Bu kez de başka bir yasak duvarı örüldü Astsubayların burnunun dibine.
Astsubay Kânun’unun 23 üncü maddesine sıkışdırılan tek cümlelik bir hüküm ile
Astsubayların yüksek tahsil görmesi yasaklandı.
Nasıl?
Bir şey veriyorsan
Karşılığında muhakkak bir şey almalısın!
Tam bir beyaz adam-kızılderili pazarlığı değil mi?
Peki
Nedir beyaz adam-kızılderili pazarlığı?
Duydunuz mu?
Bugün değil Nii York,
Coni’nin memleketinin en değerli bölgesi olan Manhattan adasını
Amerika kıtasını istilâ eden Avrupalı beyaz adam
O vakitlerde o adanın sahibi olan Lenape kızılderili reisinden
Kaç paraya satın aldı biliyor musunuz?
Sâdece 60 Gulden’e...
60 Gulden’in bugünkü karşılığı ise
Sâdece 24 Coni Doları...
Üsdelik Beyaz adam
Ucunu gösderdiği Gulden’leri kızılderiliye vermedi.
Para yerine incik-cincik-boncuk ve dahi
Bir kaç şişe de ateş suyu verdi. Hepsi o kadar.
Karşılığında ise
Binlerce seneden beridir kızılderili atalarının yaşadığı bu adayı kızılderili reisinin elinden aldı.
Biliyor musunuz?
Bugün bu adada yaşayan insanların sâdece yüzde yarımı kızılderili...
Öldürmek için masraf edip bomba atmaya ne hâcet var!
Utanması olmayanlar için
Şeref, namus ve haysiyet fukarası olanlar için
İnsanları kandırmanın bedeli sıfır lira nasıl olsa...
Peki
Bu kıssanın konumuz ile bağlantısı nedir?
Gedikli Erbaşlıkdan Astsubaylığa terfi(!) ettirilen asker kişilere
Orgeneral M. Nuri YAMUT’un yapdığı da
İşde tam burada olduğu gibi ahlâksız bir pazarlıkdan ibâret.
İşde, Astsubaylara kendi parasıyla bile olsa yüksek tahsili yasaklayan kânun maddesi.
Astsubay Kânun’u madde 23 ile yukarıda mezkur “Astsubaylar hakkında uygulanacak” hüküm,
Aşağıda gördüğünüz “yüksek tahsil” yasağı idi.
Genelkurmay Başkanımız
Subaylara serbest
Fakat
Astsubaylara yassak etdiği yüksek tahsil meselesinin bir yerlerden patlak vereceğini sezmişdi.
Hiçbir Kânun’unun Anayasa’nın üzerinde olamayacağını bilen
Ve yüksek tahsil yapmanın faziletine inanıp yola çıkan Astsubaylar olacakdı elbet.
Tıpkı Subayların yapdığı gibi
Tıbbıyeden doktor
Fakülteden mühendis
Ya da
Subayların mezun olduğu mülkiyeden hukuk diplomasını alıp gelen Astsubayların
Genelkurmayın kapısına dayanacağını biliyordu.
İşde bu neticeyi bekleyen subaylarımız tedbiri taa başından aldılar.
Tıpkı düşman mevzilerinin önüne hendek kazıp mayın döşeyip
Bir de dikenli tel çeker gibi
Yüksek tahsil yapan Astsubayların önüne de hemen bir mânia koydular.
Üsdelik 1951’de 2 seneye yükseltilen Astsubayların tahsil süresini
27 Mayıs’ın darbeci subayları 1964 senesinde tekrar 1 seneye düşürdü.
Ben de 1 senelik eğitim veren Deniz Astsubay Sınıf Okulundan mezun olan bir Astsubayım.
Kıymetli meslekdaşım Sayın Aydın KULAK,
Subay darbeleri Astsubayları iki kere vurmuşdur diyorsa
İşde bunun en güzel örneklerinden birisi de
Eğitim konusunda Astsubaylara vurulan darbelerdir.
Genelkurmay Başkanımız
Kendi parası ile yüksek tahsil yapmayı 1951 senesinde yasaklar iken
Bu arada subaylarımız ne yapıyordu?
Elleri şeker, dilleri lokum mu eziyordu?
Sağ tarafınızda temâşa etdiğiniz sararıp solmuş siyah beyaz resim çerçevesine sıkışıp kalmış
Genelkurmay Başkanımız
Orgeneral M. Kâzım ORBAY’ın 1945 senesinde kabul etdirdiği aşağıda gördüğünüz Kânun ile
Subaylarımız;
Harp okulu mezunu olan hâkim kisveli Abdullah Bey,
İşde bu kânun’un bir mahsulü olarak
Bugün Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkanlığı koltuğunda sanatını icrâ eyliyor. (bknz.)
Genelkurmay Başkanımızın kabul etdirdiği yukarıda gördüğünüz kânun’un “Geçici maddesiyle”
Subaylara
Genelkurmay Başkanımızın verebileceği başka haklar olsa onu da verecekdi subaylarına. Fakat o kötü canından gayrı verebileceği başka bir şeyi de kalmamışdı aslında...
Fakat sıra Astsubay denen askerlere gelince
Asubayların hâriç tutulduğu 24 üncü maddenin yukarıda gördüğünüz (d) fıkrası
Hemen onun üsdündeki kânun maddesiydi.
Tefsir edelim bu ifadeyi;
Subaya serbest,
Asubaya yasak!
Bu hakkını kullanmak için pusuda bekleyen
Harbiyeli Abdullah,
Devletin parasıyla okuyup mülkiyeden mezun oldu.
MYO’lu Abdullah da okuyup aynı mülkiyeden diploma aldı.
Üsdelik kendi parasıyla okuyup mezun oldu...
Genelkurmay Başkanımız;
İnsanız ya!
Dayanılmaz bir öğrenme isteği var içimizde.
Her şeyi öğrenmek isteyenler kahrından ölmeyi göze alabilmeli.
Ben de
Ölmek yerine
Öğrenmeyi tercih etdim.
Bu saik ile
Def çalıp ayı oynatır gibi
Raksetdirdim ucu gara galemi
Ak gerdanlı kâğıdın üstünde...
Ve
Merak buyurup öğrenmek için
Bir sual yolladım Necdet beye.
Dedim ki;
4 aydan ziyâde bir süre düşündü
Ve sonra
Şöyle bir cevâp gönderdi sayın gomutanımız.
601 282 sayılı BİMER Müracaatı
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. (Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.)
11 Kasım 2013, 9:56 AM
To: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Başvurunuz, 4982 sayılı Bilgi edinme Hakkı Kanunu’nun “Kurum İçi Düzenlemeler” başlıklı 25’inci maddesi kapsamında değerlendirilmiştir.
Erinmeyip açıp bakdım
Yukarıda tarassut eylediğiniz Bilgi Edinme Kânun’u madde 25 şöyle diyor;
Geven otu geveler gibi ağzında gevelediği cevâbını özetler isek şöyle dedi bana;
“Devletin parasıyla kaç dâne subaya kaç sene yüksek tahsil hakkı vereceğimi ben bilirim.
Sen Asubaysın, böyle işlere burnunu sokma! Haydi bakayım, sen kışlada talime; Uygun adım! Marş, marş!..”
Böylesi basit ve mâsum bir suale dahi cevâp veremiyorsa
Demek ki
Subaylara devletin parası ile ikrâm edilen yüksek tahsil hakkında
Karargâhda arz-ı endâm eyleyen gomutanlarımızdan
Bâzılarının gıçı çakıldak dolu...
Şâyet
Biz, bir aile isek
Çünkü
Gomutanlarımız böyle diyorlar ise
Ve bu ailenin iki efrâdı subay ve asubaylar ise
Ve şâyet subaylar hem devletten maaş alıp hem de kendi namlarına yüksek tahsil yapıyorlar ise
Ailenin öteki ferdi olan Asubaylara kendi parasıyla yüksek tahsil yapmayı tam 50 sene boyunca niçin yasakladınız?
Bugün şâyet birileri hâlâ “biz bir aileyiz!” diyorsa
Bu Kânunlara ve yapılan bu haksızlıklara bakıp
Söylediğini bir kez daha düşünsün!..
Bu Kânunlar ilgâ edildi. Bugün artık Asubaylara yüksek tahsil yasağı yokdur diyebilirsiniz.
Bu kısmen de olsa doğru da
Ben hâlâ bana 30 sene evvel yapılan haksızlığın acısını çekiyorum. Ben hâlâ bu Kânunların mağduruyum.
Mânevî mağduriyetimi kimse ödeyemez. Onu Allah’a havâle etdim.
İntibâkların Seyir Defteri tabelalı makâlemizde teşhir etdik.
Muvazzaflar bir yana
Emekli her Asubay meslekdaşımızın ayrı, farklı ve yürek yakan mağduriyeti var.
Hangisine sorsan uğradığı başka bir haksızlıkdan bahsediyor.
Neredeyse hergün yeni bir haksızlığın örtüsünü kaldırıyoruz.
Bok çukuru gibi karışdırdıkca insanın burnunun direğini kıran yeni kokular yayılıyor ortalığa
Hepsinin uğradığı haksızlık, maruz kaldığı hukuksuzluk elvan çeşit.
Çünkü özlük hakları bakımından Asubayların bugünkü durumu yamalı bohçadan kötüdür.
Peki bu maddî mağduriyetimizi bir nebze de olsa telâfi etmek için
Bugünkü subay gomutanlarımız ne yapıyorlar?..
Bugüne kadar bilerek ve isdereyek yapmadıkları
Bugünden sonra yapmayacaklarının habercisidir bizce...
Biz alırsak, o başka!..
Türkiye’de ilk Meslek Yüksek Okulları 1975 senesinde eğitime başladı. Bu cümleden olmak üzere Sayın Ersen GÜRPINAR, Urfa Meslek Yüksek Okulu 1979 senesi mezunlarındandır.
Lise mezunu gençlerimiz 2002 senesine kadar 1 senelik eğitim aldıktan sonra Asubay nasbediliyorlar idi.
Asubay Sınıf Okullarının ismi Nisan 2002 senesinde Astsubay Meslek Yüksek Okulu (AMYO) olarak değiştirildi ve,
Tahsil süresi de 2 seneye yükseltildi.
Ve 2 senelik eğitime ancak 2003 senesinde başlayabildiler.
Hem de YÖK’den tam 28 sene sonra.
Asubayların tahsil seviyesini 2 seneye yükseltmekle matah bir iş yapdığı zehâbına kapılan Genelkurmay Başkanımız Necdet Bey dönüp 1951 senesine bir baksa!
Ve o tarihlerde bile Asubayın eğitim süresinin 2 sene olduğunu görse kendisini nasıl hisseder?
Tam 51 sene kovaladıkdan sonra yakaladığı etli kıl yumağının
Aslında kendi kuyruğu olduğunu fark eden köpek kıssasını hatırlar mı acap?..
Konu,
O saate kadar Gedikli Erbaş denilen ve Kânun kabul edildikten sonra “Astsubay” unvanı verilen asker kişiler.
Fakat Kânun hakkındaki görüşmelere sâdece vekiller ve emekli subaylar iştirâk etdi.
Kendileri hakkında Kânun kabul edilirken Gedikli Erbaş denilen bu askerlerden bir tek kişiyi Meclise çağırmadılar. Meclisdeki bu toplantıya iştirak eden vekillerden hiçbirisi de bu askerlerin derdini, isteğini, itirazını kendi ağzından dinlemeyi akıl edemedi. Emekli bir hâkim subayın verdiği yalan bilgiye istinâden Asubay sınıfını teşkil etdiler.
Yeni teşekkül etdikleri Asubaylık sınıfının bir rütbesi için
Komisyondaki konuşması esnâsında
Deniz Kuvvetlerinden emekli subay Rifat ÖZDEŞ
Pîr olmadan aşka geldi ve
Şöyle dedi;
“(Başgedikli) unvanı yeni kanunla (kıdemli başçavuş) oluyor. Bunun mânevi zevki çok büyüktür arkadaşlar!”
Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı yeni bir Kânun yapmış. Eski Kânun’da “Başgedikli” dediğin asker kişilere yeni Kânun’da “Kıdemli başçavuş” diyeceksin!..
Ve yapdığın bu tenzil-i rütbe ile iftihar edeceksin!..
Öyle mi, emekli subay Rifat ÖZDEŞ?..
Sayın Ersen GÜRPINAR’ın deyişiyle
Kıdemli Başçavuş kadar daş düşsün senin başına inşallah!..
Dünyanın gelmiş geçmiş en aptal kadını olarak gösterilen Fransa kraliçesi Mari Antuvanet,
Yiyecek bir dilim kuru ekmeği olmadığı için sokağa dökülüp isyân eden kendi vatandaşlarına
“Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” dedi.
Ve sarfetdiği bu sözüyle Mari Antuvanet
Dünyanın en aptal kraliçesi unvanını aldı.
Kendisi subay olduğu hâlde paldımı aşarak
Astsubay sınıfı hakkında sarfetdiği bu edepsiz, saygısız ve
Bu pişkin sözüyle Rifat ÖZDEŞ
Türk Ordusunun en aptal denizci subayı unvanını aldı!..
Makâlemizin şu ana kadar okuduğunuz dördüncü bölümünde
5802 sayılı ve
1951 tarihli Astsubay Kânun’u ile
Asubay unvanı verdikleri biz asker kişilere
Genelkurmay Başkanı Orgeneral M.Nuri YAMUT’un yapdığı orostopolluğu
Şöyle özetleyebiliriz.
Şimdi
Parmaklarımızla bir hesap yapsak
5802 sayılı Astsubay Kânun’u ile
Asubayların kazandıklarını ve kaybetdiklerini teker teker yazsak
Ve
Mahsuplaşsak!
Söyleyiniz bakalım yiğit yârenler!
Mütebâki nedir?
Bu kânundan kârlı çıkan kim?
Asubaylar mı?
Subaylar mı?
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
(*** Devâm edecek)
Kaynakca beşinci ve son bölümdedir.
Okumak için resimleri tıklayınız!
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -1-
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -2-
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -3-
5802 sayılı ve 1951 tarihli Astsubay Kânun’unun
Goca gafalı
Geniş gırtlaklı
Derin mideli
İri dişli
Aç gözlü
Ve dahi
Üsdüne üstlük
Yalancı sazan balıklarının
Fütursuzca, ahlâksızca, edepsizce ve aynı zamânda
Kânunsuzca voltalar atdığı ağulu sularını
Oltamızın ucundaki yemsiz zoka ile tarassuta
Hakkımızın tahakkukuna olan sarsılmaz inancımızın bize verdiği
Azim, şevk, umut ve ilhâm ile devâm ediyoruz can dostlarım.
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar künyeli 5 bölümlük makâlemizin
Birinci bölümünde;
“Gedikli Erbaş” dedikleri askerlerden bir kişiyi dahi kimsenin Meclis’deki toplantıya dâvet etmediğini açıkladık.
İkinci bölümünde;
Şu anda kıraat etdiğiniz üçüncü bölümünde ise;
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar ismiyle maruf beş bölümlük işbu makâlemizin
Okuduğunuz şu üçüncüsünün esas oğlanı Asubay kelimesi idi.
Asubay
Ve
Bu kelimeden türetilen Assubay ve Astsubay kelimeleri konusunda
Geriye dönüp bakdığımızda
Arkamızda bilinmedik hiçbir şey bırakmayacağız.
Şemsipaşa bosdanından körpe bir kelek kopardır gibi
Mâzinin marazlı mahzenlerine cebren ve hileyle sindirilip saklanmış bütün hakikâti
Kulağından nâzikce
Fakat sımsıkı kavrayıp
Günün yüzüne çıkartacağız.
Makâlemizin bu bölümünü okuyup son cümlesine vâsıl oldukdan sonra
Şimdi
Neredeyse 80 seneden beridir
Dizinde mütemâdiyen sallayıp yalandan nenniler söyleyerek
Tarihin
Ancak 2014 senesinin Kiraz ayına kadar uyutabildiği hakikâtleri
Ve
Asubay kelimesine
Önce
‘s’
Sonra da
‘t’ ekleyen sahtekârları
Şâyet iltifat buyurursanız
Sırasıyla fâş eyleyelim yiğitler.
Saatli Maarif takviminin
Üçüncü sınıf saman kâğıdından mâmûl o samanî meşhur yaprağı
1938 senesinin
Kiraz ayının
Gündönümünden sonraki altıncı gününü gösteriyordu.
ATATÜRK hayatta idi.
1935 senesinde meriyyetde olan aşağıda gördüğünüz 2771 sayılı Ordu Dâhili Hizmet Kânun’una göre
O vakitlerde ordu teşkilâtımızda iki muvazzaf asker sınıfı mevcut idi.
Bunlar;
Subaylar da kendi içinde 3 sınıfda tefrik edilmiş idi.
Bu sınıflar;
Bu sınıflardan birincisi olan aşağıda kahverengi çerçeve içinde görünen ‘Asubay’ tâbirinin “mânâsında” değişiklik yapmak hâsıl oldu. Sene, gene aynı sene idi.
Zamânın Başbakanı Sayın Celâl BAYAR Hükûmetinin Meclis’e arz etdiği kânun tasarısında bu husus açıkca görülüyor.
Tek maksat bu idi...
Bu cümleden olmak üzere
Sayın Celâl BAYAR hükûmetinin kânun teklifindeki metin aşağıdaki gibiydi.
Yukarıdaki kânun teklifi metninde sizin de gördüğünüz üzere ‘Asubay’ kelimesinin adı bile geçmiyor.
Fakat
Millî Savunma Komisyonu,
Hükûmetin bu teklifinin hâricinde olmak üzere
O vakit Ordu Dâhili Hizmet Kânun’unun ikinci maddesinde ‘Asubay’ şeklinde mevcut olan kelimeye ‘s’ ilâve etdi
Ve
Kânun metninde ‘Assubay’ olarak değişdirdi.
Yapılan bu değişikliğin kânun’un asıl maksadı ile hiçbir alâkası yok idi.
Kurnaz bir subay yapdığı orostopolluk ile
Asubay kelimesine ‘s’ harfi ilâve edilmesini Meclis’den kaçırdı.
Bu yapılan tam anlamıyla bir sahtekârlık idi.
Ve böylece Millî Savunma Komisyonu
Başbakan Sayın Celâl BAYAR’ı açık olarak aldatdı.
Komisyonun başındaki subay da
Bâdem bıyıklı Mirlivâ Kâzım idi.
Yukarıda gördüğünüz ‘Asubay’ sınıfına dahil olan rütbeler, mevcut kânunda “Yarsubay, asteğmen, teğmen, yüzbaşı” idi.
Aşağıda gördüğünüz 3387 sayılı ve 16.5.1938 tarihli Kânun ile yapılan değişiklik neticesinde
‘Asubay’ sınıfına ait rütbeler “Asteğmen, teğmen, üstteğmen, yüzbaşı” olarak değişdirildi.
Asıl maksat ‘Asubay’ tâbirinin “mânâsında” değişiklik yapmak idi.
Bunu yapdılar.
Fakat bunu yaparken aslında bir başka değişiklik daha yapdılar. Asubay kelimesinin imlâsında...
Mirlivâ Kâzım, kelimedeki ‘s’ harfinin yanına kaçak olarak bir ‘s’ ilâve edip ‘Assubay’ yapdı.
Kolay anlaşılması için yapılan bu sahtekârlığı şöyle özetleyelim;
Fakat
Eller kalkdı, Eller indi.
Bir maddelik bu kânun’un kabul edilmesiyle
2771 sayılı Ordu Dâhili Hizmet Kânun’unun sâdece ikinci maddesi değişdirildi.
Bu değişiklik ‘Asubay’ kelimesinin sâdece mânâsında yapılacakdı. Bunu yapdılar.
Fakat bu arada bir dalavere çevirdiller. ‘Asubay’ kelimesinin imlâsını da değişdirdiler.
Bu maddedeki ‘Asubay’ kelimesi hiçbir hukûkî, aklî ve ilmî gerekcesi ortaya konulmadan ‘Assubay’ olarak kânunlaşdı.
Tam bir yalan dolan ve subayların çevirdiği sahtekârlık var bu işin içinde...
Ve böylece
Asubay tâbiri
Kânunsuz bir şekilde
Assubay oluverdi.
Aklımız bize burada şu suali soruyor; ‘Üstsubaylar’ tâbirini niye ‘Üssubay’ şeklinde tâdil etmediler?
Yukarıdaki sahtekârlığı çeviren subaylar kendi kuyruklarına basmadılar. Ve bu kelimeye dokunmadılar.
İşde cevâbı...
Kendi hazırladığı askerî terimler kitabında ATATÜRK,
‘Üstsubay’ tâbirinin imlâsına dokunmadı. Aşağıda gördüğünüz üzere aynen muhâfaza etdi.
5802 sayılı Astsubay Kânun’u 1951 senesinde Meclis’de müzâkere edilirken
Kastamonu vekili, Millî Savunma Komisyon Sözcüsü ve emekli hâkim subay olan Rıfat TAŞKIN
‘Astsubay’ tâbirinin İçhizmet Kânun’umuzda o tarihde zâten mevcut olduğunu iddia etdi ve yalan söyledi.
Şimdi gözlerimizi Meclis tutanaklarına çevireceğiz.
Ve hukukcu subay Rıfat TAŞKIN’ın yapdığı bu sahtekarlığın izlerini süreceğiz...
Hazırladığı Astsubay Kânun’u tasarısında Millî Savunma Komisyonu, söze konu bu kelimeyi raporuna önce “Ast subay” şeklinde kayıt etdi.
Ve raporun ilerleyen bölümlerinde bu sözcüğü hep “Astsubay” şeklinde yazdı.
İşde ‘Astsubay’ tâbiri devletimizin resmî kayıtlarına ilk defâ 18 Haziran 1951 tarihinde bu şekilde duhûl eyledi.
Sonra,
Kânun tasarısı hem Bütçe hem de Meclis komisyonunda müzâkere edildi. Müzâkerede söz alan Millî Savunma Komisyonu Sözcüsü emekli hâkim subay Rıfat TAŞKIN isimli vekil, komisyon görüşme tutanağına kaydedilen konuşmasında şöyle dedi. “Astsubay tâbiri bizim İçhizmet Kanunumuzda mevcuttur.”
İşde o ifâdesi...
Vekil, hukukcu ve subay da olsa bir insanın yalan söylediğini ortaya dökmek hoş bir iş değil.
Hazzetmediği söylemeliyim.
Fakat insanoğlu bu, çiğ süt emmiş!..
Vekil de olsa
Hukukcu da olsa
Subay da olsa
Yalan söyleyebiliyor...
Çünkü hamurunda çiğ süt var!
İşde bu minvâl üzere
Rıfat TAŞKIN isimli subayın bahsetdiği Kânun’a bakdığımızda kendisinin âşikâre yalan söylediğini görüyoruz.
Ve
Bu kez de;
Yalan ise yalandır!
Başka ne diyeceğiz?
Hukukcu subay Rıfat TAŞKIN’ın “Astsubay” tâbiri için kaynak gösderdiği 3387 sayılı Kânun’un ilgili kısmını kesdik biçdik.
Kolay anlaşılacak bir şekilde aşağıya yapışdırdık.
Bir dikiz atınız bakalım hele yiğitler!..
Yalancı Rıfat TAŞKIN’ın iddia etdiği gibi
“Astsubay tâbiri bizim İçhizmet Kânunumuzda o tarihde mevcut muymuş?”
Sarı renkli kutunun içine nazâr eylerseniz şâyet
Emekli subay Rıfat TAŞKIN’ın yalan söylediğini siz de görürsünüz. Rıfat TAŞKIN’ın “Astsubay tâbiri bizim İçhizmet Kânunumuzda var” dediği tarihde İçhizmet Kânun’unun aşağıda gördüğünüz maddesi meriyyetdeydi.
İşde isbatı...
Hâlbuki Rıfat TAŞKIN’ın Meclis’de bahsetdiği Kânun’da o tarihde mevcut olan kelime, “Astsubay” değildi.
Bu kelimenin ‘t’ siz yazılmış biçimi olan “Assubay” idi.
Üsdelik yukarıdaki kânun maddesinde görüldüğü üzere
Bu sözcük o tarihde “Asteğmen, Teğmen, Üstteğmen ve Yüzbaşı” rütbesindeki subayları tavsif etmekte idi.
Kânun maddesinde “Üstteğmen” kelimesinin çift “t” ile yazıldığını farketmişsinizdir!
Bir başka ifâde ile Askerî Yargıtay’dan emekli Hâkim Korgeneral Rıfat, komisyona yalan bilgi verdi.
Komisyon üyesi vekilleri alenen kandıran Rıfat TAŞKIN, bu kelimenin “Astsubay” olduğunu söyledi.
Tabi ki söylediği bu ifâde ucuz bir yalandan ibâret idi.
Ucu sipsivri, keskin ve yemsiz zokamıza
Bu kez
Vekil, hâkim ve korgeneral unvanlı subay Rıfat takıldı!
Sağ cenâhınızda bir gazete haberi var.
Özetle şöyle yazıyor; “Astsubayların dil kurumuna (kuralına demek istemiş) aykırı olduğu gerekcesiyle meslek isimlerindeki “T” harfinin kaldırılması için yaptığı başvuruya Millî Savunma Bakanlığı’ndan olumsuz yanıt geldi.”
MSB ‘Astsubay’ ifadesinin literatüre (her ne demekse! “askerî mevzuâta” diyememiş) ilk kez 2 Temmuz 1951’den itibaren girdiğini ve uygun olduğunu belirtti.”
Peki, tamam M.S.B.’nin cevâbını aldık ve kabul etdik.
Kabul etmesine etdik de yiğit Astsubaylar
Bugün itibâriyle
Devletin belgeleri üzerinden ortaya dökdüğümüz bu sahtekârlıkları kim yapdı?
Zamânın M.S.B. Komisyon üyesi subaylar.
Doğru mu?
Evet, doğru.
Belgeler, kânunlar, Meclis Tutanakları hepsi bu sahtekârlığı isbatlıyor.
Şimdi sual sorma sırası bizde
ATATÜRK’ün bize emânet etdiği ‘Asubay’ kelimesine
Zamânın Başbakanlarının haberi ve onayı var mı?
El cevâp yok!
Bugün M.S.B. koltuğunda oturan Sayın Bakanın
Kendi komisyonunun tezgahladığı bu sahtekârlıklardan haberi var mı?
El cevâp yok!
Astsubaylara yapılan haksızlıkları açıkladığımız makâlelerimizin üslubunun sert olduğunu söyleyen dostlarımız var.
Bize yapılan haksızlıklar karşısında susup da dilsiz şeytana yoldaş mı olalım yârenler?
İşde, Meclis çatısı altında yapılan bu orostopollukları gözler önüne serdik.
Üsdelik bunlar sâdece arayıp bulabildiklerimiz...
Uğratıldığımız haksızlıkları anlatmak için kullandığımız üslup, bu sahtekârlıklar karşısında keten halvadan bile hafif kalır.
Netice itibâriyle
Eski Tüfek diyor ki;
T.C. Cumhurbaşkanı ATATÜRK,
Akıl ve bilimi kendine kılavuz edinip
1935 senesinde
Asubay tâbirinin izâhını şiir gibi yapdı. Makâlemizin ikinci bölümünde bu hususu teşrih ve ispat etdik.
ATATÜRK’ün teşkil etdiği Türk Dil Kurumu’unun
Bugünkü dilbilimcilerinin
İlmi ve aklı ise
Sâdece
‘Teamül’ demeye,
“Gelenek” demeye
“Kakafoni” demeye yetdi ancak.
Senin teâmül dediğin şeyin aslının
Subayların çevirdiği sahtekârlık çarkı olduğunu işde sana gösterdik.
Bugüne kadar uydurduğunuz ‘teamül’, “gelenek” ve “kakafoni” yalanları şimdi kabak gibi başınızda patladı!..
Türk Dil Kurumu olarak sen
Ve
Millî Savunma Bakanı olarak sen
Bu sahtekârlığın belgelerini görünce şimdi ne diyeceksin bakalım?
Savundukları Astsubay tâbirinin
Askerî mevzuâtımıza sahtekârlıklar ile, hülle ile girdiğini öğrenince ne yapacaklar acap?
ATATÜRK’ün türetdiği bir kelime hakkında hiçbir devlet memurunun laf geveleme hakkı olamaz!
Asubay kelimesi konusunda ATATÜRK’ün irâdesi ve emri ortada dururken
‘Teamül’ erir, ‘gelenek’ parçalanır, “kakafoni” toz olur, kül olur!
ATATÜRK,
Asubay kelimesini
Önce Assubay
Ve sonra da Astsubay şeklinde değişdiren memurları ve subayları bugün görse idi
Hepsinin yüzüne tükürürdü.
M.S.B.’nin
TDK’yı arkasına alıp
TEMAD’ın isteğine verdiği bu ucuz cevapda ileri sürdüğü gerekcelerin hepsi
Bugün ortaya dökdüğümüz belgelerden sonra temelinden çürüdü ve boşa düşdü.
Çünkü ortada sahtekârlıklar var.
Yalan dolan üzerine binâ inşâ edilmez.
Fikir beyân edilmez.
Karar verilmez.
Kânun ise hiç yapılamaz...
Meclis çatısı altında kendi subaylarının çevirdiği bu dolapları bugün öğrendikden sonra
Kendisi de aynı zamânda bir hukukcu olan
Bakanımız Sayın İsmet YILMAZ yukarıdaki kararını derhâl gözden geçirmelidir.
Çünkü
Kânunsuz tesis edilen hüküm
Keenlem yekûndur.
Hem de
Mürur-i zamân işlemez!
Devlet hizmetinde devâmlılık esâsdır.
Tam 100 sene evvel yapıldığı iddia edilen
Sözde bilmem ne için
Başbakan ERDOĞAN
Ordumuzu arkadan hançerleyen Ermeni komitacılara tâziye dilemedi mi?
63 sene evvel, 76 sene evvel devletin memurları ve subayları sahtekârlık yapmışsa
Bunun mesuliyeti bugün o koltukda oturan haleflerine aitdir.
Sayın Millî Savunma Bakanı, subayların yapdığı bu sahtekârlıkdan kendini sıyıramaz.
Devlet memurluğu, bunu icâb etdirir.
Akıl ve bilimadamlığı ile uzak yakın hiçbir alâkası olmayan
Yukarıdaki bu mesnetsiz açıklamaları bir kenâra bırakıp
Millî Savunma Komisyonunun
1938 ve 1951 tarihlerinde
T.B.M.M. çatısı altında çevirdiği dolapların ve sahtekârlığın hesâbını vermelidir.
ATATÜRK’ün bizzat kendisinin türetdiği “Asubay” kelimesine bakınız subaylar neler etdiler;
Bu iki subay
Yapdıkları bu sahtekârlık ile hukukumuzdaki tanımıyla “Evrakda sahtecilik” suçunu işlediler!
Böylece “Asubay” terimi;
1938 senesinde
Mirlivâ Kâzım
1951 senesinde ise
Koramiral Rıfat isimli subay
Ucu sipsivri ve yemsiz zokamıza hasbîden takıldı.
Makâlemizin bu kısımında bugün bir hakikâti daha sizlere muştulayalım.
bakınız hangi fırınlarda yanıp pişerek günümüze kadar geldi.
Şöyle ki;
1951 senesinden beridir de bu kelime askerî mevzuâtımızda “Astsubay” şeklinde arz-ı endâm ediyor.
Bütün bu eklemeler ve anlam tadilâtı yapılırken Meclis’de bunun sebebini kimse sormadı.
Hâlbuki Asubay tâbiri;
Kendini bilmez bir iki subayın ihânetine mâruz kaldı ve tahrip edildi.
Erinmedik, yerinmedik. Bize 4 EGO biletine mâl olan kısa bir ziyârete çıkdık. Türk Dil Kurumu’nun Kavaklıdere’deki Merkezine gitdik. 1983 senesine kadar Türk Dil Kurumu’nun neşretdiği 8 sözlüğün hepsini yeğân yegân tetkik etdik. Ve aşağıdaki tabloyu hazırladık.
Bu tabloda görüldüğü üzere TDK, söze konu bu kelimeyi neşretdiği sözlüklere hep Assubay olarak yazdı. Taa ki 1980 Zottirik Kenan darbesine kadar.
Neşredilmesi 1983 senesine denk gelen darbe sonrası ilk Türkce sözlükde ise bu kelime emir-gomuta zenciri dâhilinde birden bire Astsubay oluverdi.
Dikkatli okurlarımızın burada şöyle bir sual sorması gerekir. Mâdem ki kelimenin aslı Asubay. Ve bu tâbiri ATATÜRK türetdi de. TDK’nun sözlüğünde Asubay niçin yok? Önce bu suali soranları tebrik edelim ve açıklayalım yiğitlerim.
Türk Dil Kurumu, ilk Türkce sözlüğü yukarıdaki tabloda gördüğünüz üzere 1944 senesinde neşretdi. 1938 senesinde Asubay kelimesi, Assubay yapıldı. Hikâyesini yukarıda izah etdik. Türk Dil Kurumu, kânun’da Assubay şeklinde yazan bu kelimeyi, hazırladığı ilk Türkce sözlüğe 1944 senesinde Kânun’da yazıldığı şekliyle, Assubay olarak dâhil etdi. İşde sırf bu sebepdendir ki Asubay kelimesi TDK’nın sözlüğünde hiç yer almadı.
Yukarıda ortaya dökdüğümüz bilgi ve belgelere bakıldığında TDK’nın bugüne kadar beyân etdiği açıklamaların ilmî ve aklî bir veçhesinin, doğru bir mesnedinin ve hattâ hiç kıymetinin olmadığını görüyoruz.
Meclis çatısı altında Asubay kelimesi hakkında yapılan sahtekârlıkları ortaya çıkartdıkdan sonra Türk Dil Kurumu’nun Assubay ve Astsubay kelimeleri konusunda bugüne kadar piyasaya sürdüğü ucuz ve mesnetsiz açıklamaların hiçbir değeri ve önemi olamaz.
İşin doğrusunu söylemek gerekirse
Türk Dil Kurumu, Astsubay kelimesi konusunda bugüne kadar üfürdüğü savunmalarda
12 Eylül 1980 Zottirik Kenan darbesinin ayak izlerini gizlemekde tam anlamıyla çuvallamışdır.
Astsubay tâbiri üzerindeki bütün bu ameliyâtları Genelkurmay Başkanlarımız askerlik sanatı, bilim, akıl, vicdân, vefâ, hukuk, kânun ve ahlâk mefhumlarını umursamadan kendi paşa keyiflerine göre yapdı;
Netice itibâriyle askerî mevzuatımıza 1935 senesinde duhûl eyleyen ‘Asubay’ terimi;
Kıymetli meslekdaşım Sayın Aydın KULAK’ın deyişiyle
Subay darbeleri Astsubay unvanlı askerleri iki kere
Sahtekâr subaylar da
ATATÜRK’ün bize emânet etdiği Asubay tâbirini iki kere vurdu!
2014 senesinin Kiraz ayı itibâriyle
Hem
Assubay
Hem de
Astsubay terimlerinin taşları yerinden oynadı.
Okgalı bir Osmanlı tokadı aşk etdik ve temellerini yıkdık.
Bu sözcükler artık ayar tutmaz.
Küçük Zâbit,
Gedikli Zâbit,
Gedikli Küçük Zâbit,
Gedikli Küçük Subay,
Gedikli Subay,
Gedikli Erbaş,
Asubay,
Assubay
Ya da
Bugün bildiğimiz şekliyle
Astsubay...
İşbu makâlemizin maksadı
Herhangi bir kelimeye takılıp küp çürütmek değildir.
Bu unvanların hepsi
Biz Türk askerinin ruhuna, canevine ve alnına vurulmuş Peygamber mühürüdür.
Hepsi bizimdir!
Hepsiyle müşerref oluruz.
Bu kısa bilgiden murâdımız şudur canlarım
İçi iyi doldurulduğu sürece bize verilen unvanların hepsine de hörmet ve muhabbet ile bakarız.
Ancak ne var ki
Hem son 65 seneden beridir
Hem de bugün
Biz Astsubaylar konusunda kabul edilen Kânunlarda
Askerlik, bilim, akıl, hukuk, kânun, ahlâk, vicdân, arkadaşlık, vefâ ne arar!..
Ayının kırk türküsü var
Kırkı da ahlat üsdüne!..
İşde esâs mesele budur yiğit Astsubaylarım!
Şimdi,
Can silahdaşlarım!
Arabanızın sileceğinin ön camınızı silip tâzelediği gibi
Dimağınızı şöyle bir silip tâzeleyiniz.
Ya da
İstanbul’un Kısıklı’sındaki üç katlı bir saray yavrusunda
2013 senesinin karakış fırtınasından altı gün sonra
Birilerinin kamyonlarla taşıya taşıya bitiremediği dolarları, dolmazları ve avroları, mavroları ‘sıfırladığı’ gibi
Zihninizi şöyle bir anlığına sıfırlayınız...
Ve
Buraya kadar ifşâ etdiğimiz bilgi ve belgeler tahtında şu tespitleri ortaya koyalım;
Genelkurmay Başkanının emir-komutasında hareket eden subayların çevirdiği bütün orostopollukların arasındaki tek gerçek şudur;
5802 sayılı kânun mucibince
1951 senesinden beridir
Biz asker kişilerin unvanı, hukûkî olarak ‘Astsubay’ dır.
Ancak ne var ki kânun’un bu hükmü bir yalanlar silsilesi üzerine inşâ edildi.
İsder ‘Assubay’ deyiniz
İsder ‘Astsubay’ deyiniz
Farketmez!
Her iki tâbir de keenlem yekûndur.
Belgeleri yukarıda ortaya dökdük
Sahtekâr subayları suçüsdü yakaladık!
Ve
Astsubayların gözlerinin önünde
65 seneden beridir arsızca sırıtıp duran
Zulmet perdesini yırtdık!
Büyüleri bozduk!
Yukarıda gördüğünüz belgeleri ortaya dökdükten sonra
2014 Kiraz ayı itibâriyle
Her iki sözcüğün meşruiyeti ve mevcudiyeti boşa düşdü.
Hem
‘Assubay’ tâbiri
Hem de
‘Astsubay’ tâbiri
İlimden, akıldan ve haysiyetden mahrum sahtekâr subayların peydahladığı sahte ve uyduruk sözcüklerdir.
Her ikisi de ATATÜRK’ün emânetine yapılmış hıyânetdir.
Şimdi,
Geliniz ATATÜRK’ün askeriyemize 1935 senesinde hediye etdiği
‘Asubay’ kelimesinin aklî ve ilmî izahâtına bir daha bakalım.
Aynı cümleden olmak üzere bakınız ATATÜRK Asteğmen tâbirinin imlâsını nasıl izâh etdi.
Asubay kelimesi ile aynı yönteme göre türetilen ve izâh edilen Asteğmen kelimesine 1935 senesinden beri kimse dokunmadı.
Fakat aynı gerekceler ile türetilen Asubay kelimesine memurundan subayına kadar müdahâle etmeyen kalmadı.
ATATÜRK;
Yukarıda gözetlediğiniz
Asubay tâbirini
Hem kendisi türetdi
Hem de kendisi izâh etdi.
Bugünün tarihinde Astsubay unvanı taşıyan biz askerler,
ATATÜRK’ün bize emâneti olan Asubay kelimesini
Haysiyet fukarası ve sahtekâların tâdil ve tevil etmesini
Tarih, ilim, akıl ve millet önünde şiddetle takbih ediyor
Ve
Kökden reddediyoruz.
Biz,
Asubay kelimesinin
1935 senesinden 1951 senesine kadar mâruz kaldığı tâdil, tevil, tebdil ve tecâvüzün tarihini yazdık.
Bugüne kadar meçhul, muamma, muallak, müphem, meşum olan bir meseleyi gün ışığına çıkartdık.
Bir sahkekârlığın parmak izlerinin sahiplerini kulağından tutup tarih önünde teşhir etdik.
Aynı zamânda
Makâlemizin buraya kadarki bölümlerinde ortaya dökdüğümüz devlet belgeleriyle
Assubay ve Astsubay tâbirlerinin kânunsuz, temelsiz, soysuz sopsup, uyduruk olduğunu ispatladık!
Ve
Çok sinsi ve gizli tezgahlar kurularak unutturulmak istenen Asubay kelimesine
Tâze hava dolu yeni bir hayat bûsesi verip canlandırdık.
2014 senesi
Kiraz ayının
Gündönümünü idrâk etdiğimiz şu günlerde
Assubay
Ve
Astsubay
Unvanları meşruiyetini kaybetdi.
Herkes bilsin ki
Artık
Asubay unvanı bizimdir!
ATATÜRK;
“En hakîki mürşit, ilimdir” dedi.
Türk Milletine
Ve tabi ki
Türk Ordusuna
Mirâs olarak
Bilimi ve akılı bırakdı.
Türk Ordusu;
ATATÜRK’ün mirâsı olan akıl ve bilime
Ve
ATATÜRK’ün bize emâneti olan
Asubay tâbirine
Sahip çıkmaya
Ve
Sahibine iade etmeye mecburdur.
ATATÜRK’ün bu mukaddes emânetine
Eski Tüfek olarak ben de sahip çıkıyor
Ve
Bugüne kadar Astsubay olan unvanımı
Bugünden kelli
Asubay olarak değişdiriyorum.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
(*** Devâm edecek)
Kaynakca beşinci ve son bölümdedir.
Okumak için resimleri tıklayınız!
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -1-
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -2-
Askerinden, memurundan, siyâsetcisinden, yazarından, çizerinden
Sokakdaki bağrı yanık insanımıza
Ve
Bâhusus gazetecisine kadar
Her meslekden her meşrepden her rütbeden vatandaşımızın
Kimisi Assubay
Kimisi de Astsubay
Dedi, söyledi, yazdı, çizdi.
Bu güzel insanlarımızdan bâzıları da
Kelimenin üçüncü harfine şizofren mertebesinde kafayı takdı. Kânundan neşet eden hakkını kullanmak cesâretini gösderdi. Üşenmedi, aldı kalemi eline ve ‘t’ harfi kaldırılsın diye Meclis Dilekce Komisyonuna yazılı olarak müracaat etdi.
Curcuna makâmından icrâ edilen bu tartışma kervânına
Tek temsilcimiz
TEMAD bile bayrak açıp dâhil oldu.
2 Ocak 2014 tarihinde saat 19.15’de
Filaş televizyonuna mülâkat veren Başkanımız Sayın Ahmet KESER,
Kenan EVREN döneminde yazılı bir müracaatla
Kelimenin Astsubay’a dönüştürüldüğünü iddia edip ‘t’ harfinin kaldırılmasını istedi.
Televizyondaki konuşmasında Sayın KESER
Kânun 1951 senesinde ‘t’ li çıkmış dedi.
Mülâkatının devâmında “hukukcularımz ile bir araya gelip bu ‘t’ meselesini değerlendireceğiz. Gerekiyorsa hukûkî mücâdelemizi de veririz” dedi.
Sayın Başkanımız Ahmet Bey
emekliassubaylar.org’un kadim müdâvimlerindendir.
Kendisi
Hukukcularıyla bir araya gelip de mücâdele kararı vermişse şâyet
Dâva açmadan evvel
Önce
Bizim işbu makâlemizi
Sonra da
Emekli “Assubayların” özgür sesinin yankılandığı
emekliassubaylar.org mecrâsında bugünlerde neşredeceğimiz
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar ismiyle maruf makâlemizin üçüncü bölümünü okumasında sayısız faydalar var.
Zirâ
Her iki makâlemizde
TEMAD’ın açmayı düşündüğü dâvanın neticesini kökden etkileyecek çok önemli mehazlar fâş edeceğiz.
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar isimli 5 bölümlük makâle tefrikamızın üçüncüsünde bugünlerde fâş eyleceğiz.
Sabrı yâren eyleyip uykusuz gecelerimize
Bu kelimenin
Anamın babası rahmetli Hakkı dedemin
Defter-i Kebir dediği
Nüfus Kütüğüne kadar nüfuz eyledik.
Tarihin unutturmaya yeltendiği belgelerden
Bu kelimenin soy ağacını çıkartıp kamuoyuna ilân etdik. Öğütdük, un eyledik. Artık bu konuda söylenecek söz kalmadı.
Astsubay kelimesinin menşei hususunda taşlar yerli yerine oturdu oturmasına da.
Bu kelimenin üçüncü harfi olan ‘t’ harfinin akıbeti konusunda kamuoyumuz
Henüz ortak bir müşterekde ictimâ eyleyemedi.
Haklı olarak
Vicdânlar sükûn bulmadı.
Makâlemize konu işbu kelimenin soldan üçüncü sırasında keyif çatan ‘t’ harfinin
1980 Subay darbesinden sonra buraya cebren ve hile
Ve dahi
Emir gomuta zenciri dahilinde oturtulduğuna dair kamuoyumuzda yaygın bir kanaat hâsıl oldu son zamanlarda.
* * * * *
İştiyâkınız sabrının ödülünü bugün alacak.
İki farklı siperde mevzilenen bu eşhâsa
Şartlı bir müjdemiz var.
Bu saflardan sâdece birisi kazanmak koşuluyla
Gözünüz aydın!..
Bu meseleye öyle bir palta vuracağız ki
Bâtıl zâil olacak
Hak da bâki...
Üç otuz seneden ziyâde bir zamândan beridir
Astsubay unvanlı asker kişilerin gündeminde
Gugu çiçeği misâli ipil ipil salınıp duran
Gözümüzün önünündeki bu sis perdesini aralayacak
Ve
Bügüne kadar yanlış bilinen bir iddiayı
Bu makâlemizde bugün inşallah zâil eyleyeceğiz.
* * * * *
Kandilde yağ,
Gözlerde fer
Bedende ömür
Divitde mürekkep tüketip
Emek ve zamân öğütmek bahasına
Arayıp bulup
Anlayıp inanmak yerine
İşin kolayına kaçıp
Bize anlatılanlara
Daha da kötüsü
Duyduklarımıza inanmaya alıştırıldık 1980 subay darbesinden buyana.
Düşünmeden inanmaya alışdırılan insanlarımız
Çankaya’nın şişmanı Turgut ÖZAL ve Zottirik Kenan EVREN’in milletimize dayatdığı eğitimin ürünüdür.
Çünkü
Bir milleti önce köleleştirip
Sonra da sömürmek için böyle yapmak en kolay ve en tesirli yöntem sömürenlere göre.
Hangi konuda neyi, nasıl düşüneceğimizi
Nasıl anlayacağımızı ve
Ne söyleyeceğimizi bizden olmayanlar kabul ettiriyorlar bize.
Bir bakıyoruz hiç duymadığımız bir kelime dolanıyor ahâlinin diline;
Sürdürülebilirlik,
Farkındalık,
Mahalle baskısı,
Geçmişiyle yüzleşme,
BOP,
GODKAP,
RTE,
Medeniyetler ittifâkı, buluşması, sevişmesi...
İtibarsızlaşdırma,
Bilmem ne meselesi,
Açılım Süreci,
Çözüm süreci...
Bakıyorsun bir gün bütün münevverlerimiz(!)
Kümesdeki hint tavuğu gibi hep bir ağızdan
Aynı anda aynı kelimeyi gıdaklıyor.
Pimi çekilmiş el bombası gibi ortalıkda dolaşan bütün bu tuzak mehfumlar hakkında herkes kendileyin bir şeyler söylüyor da
Bunların içinde ne olduğunu kim, ne kadar biliyor?..
Söz var, aslında bizden değil.
Mesele var, aslında bize ait değil.
Çözüm süreci var, aslında gene bizim değil.
Türk Milletine son yarım asırdan ziyâde bir zamândan beridir dayatılan bu beşeriyyet mühendisliğinin bir benzerini de biz astsubayların unvanı olan kelime hakkında piyasaya sürüldüğünü görüyoruz; Assubay...
* * * * *
Şu anda kendisi ne yapıyor, bilmiyorum
Fakat
İşbu makâlemizde ortaya dökeceğimiz
Islak imzâlı
Ve dahi
Devletimizin mühürlü belgeleriyle
Bugüne kadar kendisine isnâd edilen
“Astsubay kelimesine ‘t’ harfi eklediği suçlamasından”
Darbeci Kenan
Biz Astsubayların huzurunda bugün beraat edecek...
Astsubay tâbiri konusunda
50 seneden belli dillere dolanan bir ezberi bozacak
Ve
İstemeyerek de olsa
Kendilerini sukût-u hayâle uğratacağız...
Astsubay tâbirindeki ‘t’ harfi kaldırılsın diyerek
Bıldır
Meclis’e dilekce veren kıymetli meslekdaşlarımıza da şu bilgiyi verelim.
Meslekdaşlarımızın Meclis Dilekce Komisyo’nuna verdiği yukarıdaki dilekcede
Altını kırmızı çizgi ile ayırt etdiğimiz cümlede gündem etdikleri iddia doğru değildir.
Astsubay terimine ‘t’ harfini Zottirik Kenan ilâve etmedi, etdirmedi...
Zottirik Kenan bu hususda sütden çıkmış ak kaşıkdır.
Bir başka ifâde ile söyleyelim; ‘Assubay’ kelimesini ‘Astsubay’ şeklinde değiştiren subay, Darbeci Kenan değildir.
Merâk buyurmayınız can dostlarım!
ATATÜRK’ün 1935 senesinde bizzat türetdiği Asubay kelimesine
1938 senesinde ‘s’ harfi ekleyen
1951 senesinde ‘t’ harfi ilâve eden sahtekâr subayların çevirdiği orostopolluğu
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar isimli beş bölümlük makâlemizin üçüncüsünde bugünlerde neşredeceğiz...
* * * * *
Peki
Astsubay terimine ‘t’ harfini ilâve etmedi, etdirmedi de
Zottirik Kenan
“Kimseye hayrım yok, artık al canımı!” diyerek
Bugünlerde Azrâil Aleyhisselâm’a yakaran
Darbeci Kenan
Kudretli günlerinde ve devr-i iktidârında
Astsubaylara elvân çeşitli haksızlık, zulüm ve
Keşişdağının 82’lik Tarzanı
Emekli Jandarma Astsubay Sayın Mehmet KAYALI’nın deyişiyle “cürüm îkâ” etdi.
Fakat meslek unvanımız ‘Astsubay’ kelimesine dokunmadı.
Zottirik Kenan
Emir buyurup
5802 sayılı ve 1951 tarihli Astsubay Kânun’unun
Yukarıda gördüğünüz birinci maddesindeki hükümün
Sâdece yerine getirilmesini istedi.
Hepsi o kadar.
Kamuoyuna hörmet ile fâş eyleriz.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
1951 tarihli ve 5802 sayılı
Astsubay Kânun’unun sır dolu sularına olta salladığımız tefrikamız ifşaata devâm ediyor.
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar ismiyle müseccel 5 bölümlük makâlemizin
Birinci bölümünde;
“Gedikli Erbaş” dedikleri askerlerden bir kişiyi dahi kimsenin Meclis’deki toplantıya dâvet etmediğini açıkladık.
Şu an okuduğunuz ikinci bölümünde ise;
Bugün “Astsubay” olarak bildiğimiz kelimenin
Aslının ne olduğunu ve
Askerî mevzuâtımıza nasıl dahil olduğunu merâk etmeyenimiz yokdur. Ben de bu konuyu epeydir araştırıyordum.
Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN’ın “Başımızın belâsıdır, kökünü kazıyacağız!” dediği tivittır mecrâsında
Prof.Dr. Sayın Şükrü Halûk AKALIN’ın kendi sayfasında bu konuda kısa bilgiye ve bir belgeye rastladım.
“Asubay” kelimesinden bahseden bir sayfalık bu belgenin devâmının olması gerekiyordu. Çünkü rütbeler hakkında yazılmış askerî bir kitap söz konusuydu. Bu belgenin tamamını görebilmek amacıyla muhterem hocam ile irtibat kurup görüşmek isteğimi ilettim. Sağolsunlar! Teklifimi gâyet müsbet bir tavırla karşıladı. O kadife gibi ses tonuyla “Beytepe yerleşkesindeyim. Gelin, görüşelim!" dedi.
Bebekliğinden beridir Belediye Başkanlığı yapan Sayın İ. Melih GÖKÇEK Ankara Belediye Başkanlığını altmış altıncı kere kazanmamışdı daha o günlerde.
Şair TARANCI
Affan Dede’ye para sayıp
Çocukluğunu satın almışdı nasıl olsa!
Ben de
İ. Melih GÖKÇEK’e para sayıp
CNG ile işleyen ve kırkayak böceğine benzeyen EGO otobüslerinin birinden
Tek binişlik bir oturak satın aldım.
Gözüme kesdirdiğim ön sıralardaki bir koltuğa emen eşken köskelip
Hâcettepe Üniversitesinin Beytepe yerleşkesine gitmek üzere
Mecnun gibi çöle değil fakat
Ankara’nın büklüm büklüm yollarına vurdum kendimi.
Evden ayrılırken hanıma görünmemeye bâhusus dikkat etdim. Ağaç sansarının tavuk kümesine sinsice sızması gibi bir fırsatını bulup sezdirmeden sıvışdım. Çünkü evden dışarı çıkmak için kapıya doğru ne zamân hamle yapsam kadıncağız calba otu gibi hemen burnumun dibinde bitiyor. Ve elime bir erzak listesi tutuşturmak istiyor.
Ne yani! Üç ay önce istediği bir kilo yemeklik yağı eve hâlâ getirmediysem ne olmuş canım?
Bak, şunca zamândan beridir yemekleri yağsız pişiriyor. O yemekleri ben de yediğime ve ölmediğime göre...
Gecenin hükmünü yitirip de
Katran karası renginde teslim aldığı zulmeti
Binbir masallar anlatıp ninniler söyleyerek
On iki saatden ziyâde koynunda uyutdukdan sonra
Fecir olarak gündüze devretmesiyle
Kehkeşândan ödünç aldığı
Gurup rengine bürünmüş binbir çeşit ışıklar Başkent'in üzerine üşüşürken
Günün ilk selâmını vermek için
Güneşin doğduğu yerde
Bütün heybetiyle mağrur bir Seğmen gibi dimdik nöbete durup
Biraz tasalı ve fakat üzgün
Hattâ biraz da kızgın ve öfkeli bir edayla
Meclis’i
Ve bâhusus
Çankaya’yı gözetleyen Hüseyingâzi Dağı’nın eteklerinden havalanıp
Şahikâlarında yek vücut olmak için ictima eyledikden sonra
Kendine esecek yön arayan ilkbaharın lâtif ürüzügârı
Sabahın sessiz, sâkin, sepserin seher deminde
Ankara’nın tozlu sokaklarında emen eşken fakat usulce sevişip
Günün o vakitlerinde gündelik hayat gailesinin içinde yitip gitmiş
Telâş ile dört bir yana yeldiren Seğmenlerin yanağına
Biraz çekingen
Fakat
Şefkât ve arzu dolu ipeksi bûselerini kondururken
Sıhhıye köprüsünün üzerindeki durağından hareket eden günün ilk EGO’sunda muvakkat bir koltuk buldum kendime.
İşimiz belli; dâvete icâbet!..
Önce
Sayın Hocamın mihmânı olmak.
Sonra da
Sâdece bir sayfasını görebildiğim şu meşhur belgenin tamamına nüfûz etmek...
Menzil belli; Hâcettepe Üniversitesi Beytepe Yerleşkesi...
Ben Yerleşkeyi, isminden de anlaşılacağı üzere Beytepe dolaylarında bir yerlerde zannediyordum. Çünkü adresde Beytepe yazıyor. Fakat otobüs hareket etdikden kısa bir zamân sonra Gâzi mahallesine teveccüh edince telâşlandım. Bir anlığına da olsa yanlış otobüse bindiğim zehâbına kapıldım. Şoför ile hasbıhâl kıvâmında kısa bir istişâreden sonra meseleyi anladım. Meğerse Üniversite’nin iki ayrı giriş kapısı varmış. Birisi Beytepe tarafında... Öteki de Eskişehir Yolu üzerinde. Farketmez abi ikisi de aynı yere gider dedi şoför, münâdi edasıyla ve o çatlak davûdî sesiyle. Rahatladım! Bindiğim EGO, Eskişehir Yolu üzerindeki giriş kapısına gidiyormuş. Eh demek ki bu cihetde her yol Hâcettepe’ye çıkıyormuş!
Ne bileyim üniversite denen böyle yabancı diyârları ben. Hiç gitmedim ki! Daha doğrusu gidemedim. Çünkü göndermediler! Ankara Üniversitesinin giriş sınavını kazandık tâze bir astsubay iken... (bknz.)
Gidelim, tahsil eyleyelim! Vatanımıza milletimize, ordumuza daha faydalı olalım dedik özel Necdet Bey’in şu sağ tarafınızda tavsırını gördüğünüz selefine. Kânun fermân buyurup subay efendilerin burnuna dayadıkları yüksek tahsil hakkını bize vermediler. Sebep ise astsubay olmamızdı elbetde.
Ekserî şehirler gibi Ankara sabah dolar, akşam boşalır. Sabah Ankara’dan dış semtlere giden cihetdeki yollar tenhâ olur. O gün de ayniyle vâki oldu! Çok değil, 15-20 dakikalık kısa bir seyâhatden sonra Üniversitenin nizâmiyesine vâsıl olduk.
O civârlardan geçerken ATATÜRK’ün öz mülkünün üzerine Başbakan’ının kaçak olarak inşa etdiği 500 odalı saltanat sarayını, İ. Melik GÖKÇEK’in yapdırdığı cambazlar-hokkabazlar-kumarbazlar-tırnakcılar panayırını, kokoreçcileri, pamuk helvâcıları ve oradaki indirek-bindirek-döndürek-sallayak-kaydırakları üzüntüyle seyretdim.
Daha on sene evveline kadar ekilen biçilen ve rençberlik yapılan bu topraklar üzerinde İ. Melih GÖKÇEK şimdi ahâliyi eğlendirmek için ucuz hokkabazlıklar, sihirbazlıklar ve soytarılıklar yapıyor ne yazık ki.
ATATÜRK’ün tapulu tarlasının üsdüne subaylar orduevi yaparsa
Bu arsız-hırsız-görgüsüz siyâsetci takımı da işde böyle saraylar-panayırlar inşâ eder.
Çiftçilik yapılsın diye Türk Milletine bağışladığı ATATÜRK’ün kendi has mülkünün üzerinde yapılan bu kepâzelikleri görünce yüreğim bir kez daha sızladı. Türk milleti, bu soysuz ve arsız talânı yapanlardan bunun hesabını soruncaya ve o topraklarda yeniden tarım yapılıncaya kadar ATATÜRK mezârında muazzep olacak.
Neyse bu ihâneti bir kenara yazıp yolumuza devam edelim. Türkiye’nin ilk ve tek T.C. Profesörü Sayın Oktay SİNANOĞLU’nun deyişiyle yolculuğumuz evrenkent’in önünde hitâm buldu. Otobüs girişde durdu. İçeri bir güvenlik görevlisi girdi. Tıpkı asker nizâmiyesindeki gibi güvenlik görevlisi herkese kimlik sordu. Fakat görevli, otobüsdeki yolculardan sâdece bana farklı muamale yapdı. Yanına kadar gelen görevliye herkes cebinden birşeyler çıkartıp gösterdi. Gözlerini yolcuların elinde gösterdiği şeye odaklayan görevli onlara birşey demedi. Sıra bana gelince ben de bir şey göstermek gerekdiğine karar verdim. Kendi kimliğimi gösterdim. Ne yalan söyleyeyim! Bizim askeriyede herkesin selâm çakdığı kimliğimiz Hâcettepe Üniversitesinde işe yaramadı. Şükrü Hocamı görmeye geldim dedim görevliye. Beni otobüsden inmeye dâvet etdi nazikce. İndim. Nizâmiyede kısa bir sorgu faslından sonra kendi kimliğimizi verdik. Karşılığında ziyâretci kartını alıp yakamıza takdık.
Şükrü Hocamın adresi elimde. Görevliye sordum. Yürürseniz yarım saatte ancak varırsınız. Beklerseniz 10 dakika sonra başka bir otobüs gelir dedi. Ben ikincisini tercih etdim. Güvenlikci gencin dediği gibi takriben 10 dakika sonra gelen ve kovana bal taşıyan arılar gibi yerleşke civârında vızır vızır dolanan Melih Bey’in gıcır gıcır başka bir otobüsüne bindim. Bilet basmak istedim. Şoför çok kibarmış doğrusu. Gerekmez abi, dedi. Bana kanının kaynadığını telâkki edip kendisine sağol kardeşim deyip arkaya doğru ilerledim.
Adaşım Sayın Şükrü Hocam ile tam vakdinde buluşmak üzere evden epeyi erken çıkmışdım. Bu sebepden okula erken vardım. Doğrusunu söylemek gerekirse aslında fenâ da olmadı. Çünkü evden ayrılırken hanıma yakalanmadım ya! Eve erzâk götürmekden kurtuldum böylece. Ona seviniyorum.
Şükrü Hocamın çalışdığı binânın önünde otobüsden indim. Kısa bir asker keşfi yapıp hocamın odasını buldum. Saatime bakdım. Görüşmeye 35 dakika var. O civârda sırça bir mekân buldum. 1 TL verip bir bardak tâze çay satın aldım. Etrafdaki çamın, çimin, çiçeğin, böcüğün, kelebeğin güzelliği ile gözlerime; burcu burcu tomurcuk kokan kâğıt bardakdaki demleme çayın nefâsetiyle de damağıma küçük bir ziyâfet çekdim orada.
Bâdehu etrafa bakmak için şöyle bir dolaşayım dedim. Allahım! Hâcettepe Ünivesitesinin Beytepe yerleşkesi ne kadar büyükmüş öyle! Arâzinin bir sınırı Beytepe-İncek dolaylarında... Sınırı semâ ile öpüşüp ufuk hattını aşıp gitmiş, nerede bitdiği belli değil. Öteki sınırı Eskişehir Yoluna kadar uzanıyor. Diğer iki hududunun ise nerelerde bitdiğini göremedim bile. Zannederim ki bir ucu Sivrihisar’da diğer ucu da Çubuk’da filân olmalı... Her çeşitden ağaçlarla, çimenlerle, çiçeklerle bezenmiş hafif meyilli yemyeşil bir arazisi var ki görmesi bile canlara tâzelik aşılıyor. Ankara çölünün ortasında tam bir vâha gibi...
Acaba dedim kendi kendime. Felekden bir gün aşırsam da... Hanımı, çocukları yanıma alsam da... Biraz tavuk kanadı... Bir-iki somun ekmek... MANÇO misâli domates biber patlıcan hani!.. Yolu öğrendim nasıl olsa! EGO’ya binip buraya kadar gelsek! Mangal yakmak için bizi içeri alırlar mı acap?
Kavaklıdere’deki uzun kavakların pamukumsu çiçek tozları caddeleri, sokakları teslim almışsa Ankara’ya yaz mevsimi gelmiş demekdir.
Yaz gelip insanı bunaltan sıcaklar basdırınca oturup soluklanmak için Ankara’da bir ağaç gölgesi bulmak
Tahâretlenmek için Konya ovasında taş bulmakdan daha zor. Tam bir kısmet işi anlayacağınız.
Askeriyenin Ankara’da o kadar mesire yeri var. Zannımca hiçbirisi Hâcettepe Üniversitesinin Beytepe yerleşkesi kadar büyük olamaz. Hattâ hepsini cem edip bir araya getirsen bile... Çardaklar çoğunda ilk dakika içinde bitiyor. Tahsis işlemi saat 09.00’da başlıyor. Önce ararsan tahsis etmiyorlar. Ben de 09.01’de telefon ediyorum. Cevap “yerimiz kalmadı!” Kim, ne zamân aradı da bu çardakları kimler aldı kardeşim?
Diğerlerine ise gitmeye değmez. Laf aramızda et ete, böt böte...
Etin kokusu bötün kokusuna karışıyor. Gitmemek daha ehven!..
Üniversiteler böylesi güzel yerlerde kendi insanları için nefes alacak tesisler kurarken bizim omuzu püsküllü subay gomutanlarımız neler yapıyordu dersiniz?
Bu cız-bız, çiçek-böcek, kömür-kebâb faslından sonra meselemize teveccüh edelim muhterem yiğitler!
Sağ cenâhınızda gördüğünüz şu belgeye dikkatli bakınız lutfen.
Baskı yöntemi ve kullanılan ifâdelere bakıldığında bu belgenin içinde olduğu söze konu askerî terimler kitabı 1932 ilâ 1937 tarihleri arasında neşredilmiş. Kitabı kendi elleriyle açıp bana gösteren Prof.Dr. Sayın Şükrü Halûk AKALIN böyle dedi. Yekpâre bir kâğıda basılan kitabı kimin yazdığına, nerede ve hangi tarihde basdığına dair kitapda herhangi bilgi yok.
Fakat sağda gördüğünüz resimin sol sayfasına kendi el yazısı ile kaydetdiği üzere Sayın Prof.Dr. AKALIN;
Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı deriz. Bit pazarına nur yağdı mı, doğrusu ben de işitmedim. Lâkin orada bulup da artık sizin olan bir şey bâzen kendi türünün tek örneği olabilir. Şükrü Hocamın elindeki bu kitap da işde bu neviden eşsiz bir kaynak imiş. Kendisi Ankara’da bir sahafda tesâdüfen görüp almış. Malûm, Sayın Prof.Dr. AKALIN on bir sene Türk Dil Kurumu Başkanı olarak görev yapdı. Asker rütbelerini anlatan bu kılavuz kitabın ikinci bir nüshasını Sayın Hocam kütüphânelerde göremediğini söylediler.
2771 Sayılı Ordu Dahilî Hizmet Kânun’u 1935 senesinde kabul edildiğine göre Sayın AKALIN’ın tahmininin isabetli olduğunu görüyoruz. Çünki bu kitapda bahsedilen terimlerin tamâmı kânunda aynen mevcut.
Bu cümleden hareketle makâlemizin konusu “Asubay” kelimesini ATATÜRK’ün 1935 senesinde türetdiği anlaşılıyor.
Bu tesbitimizi teyit eden belgeyi de aşağıya ekledik.
Rütbeler konusunda yapılacak bu çalışmanın tâlimatını
Aşağıda gördüğünüz 1934 târihli kânunun üçüncü maddesi ile
Ȃli Askerî Şûrası (Yüksek Askerî Şûra) ve İcrâ Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu) ne vermişler.
Gücük ayının ikinci haftasının beşinci günü
Sayın Şükrü Hocam’ın dâveti üzerine görev yapdığı Hâcettepe Üniversitesi Beytepe Yerleşkesi’ne gitdik. Kendisi ile makâm odasında söze konu bu kitap hakkında konuşup bilgilendik.
Hâcettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Prof.Dr. Sayın Şükrü Halûk AKALIN’dan aldığım aşağıda bir sayfasını gördüğünüz bu belge bugün Astsubay dediğimiz terimin ilk kaynağını teşkil ediyor.
Bizi makâmında misâfir edip uzunca bir vakid ayıran muhterem Şükrü Hocama bu vesile ile hörmetler ediyorum. Ziyâretimden sonra verdiği güzel hediyesi için de kendisine ayrıca teşekkür ederim.
Başkent’in en merkezî yerindeki Abdi İPEKCİ parkında
TEMAD Yönetim Kurulu
T.C. tarihinde ilk ölüm orucunu tutarken
Eşim ve ben de oralardaydık.
Hemen her gün gitdik ölüm çadırına. Portakal renkli yeleği sırtımıza giyip Başkanımız Sayın Ahmet KESER’e bir nefes de olsa desdek verdik.
Sayın AKALIN’ın hediye etdiği kitap elimde o gün orada nöbet tutarken meslekdaşım Sayın Sâmi BAŞKAYA kolumdan kavradı beni. Kendine özgü hızlı konuşmasıyla şöyle dedi; “Epeyden beridir kitabımı vermek istiyordum size. Kısmet bugüneymiş!”
O kadar hızlı konuşdu ki ancak bu kadarını anlayabildim. Başka şeyler söylediyse vebâli Sâmi Bey’in kendi boynunadır. Çünkü ben ancak bu kadarını yakalayabildim. Daha ne dediğini anlayamadan Prangalı Düşler’i elimde buldum. Kendisine teşekkür bile edemeden kar kümesinin üzerine düşüp de ânında kaybolup giden bir kar dânesi gibi konuşmasından daha hızlı bir şekilde oradaki insan deryâsının içine karışıp gitdi.
Prof.Dr. Sayın Şükrü Halûk AKALIN’dan imzâlı hediye bir kitap; Seyyâh-ı Âlem Evliya ÇELEBİ,
Bir imzâlı hediye kitap da kıymetli meslekdaşım Sayın Sâmi BAŞKAYA’dan; Prangalı Düşler...
Böylesi mübârek bir günde iki hediye kitap!
Hem de ikisi de ıslak imzâlı.
Hiç de fenâ değil doğrusu...
Denk geldi.
Her iki kitabı da İstanbul seyâhatim esnâsında yanıma almışdım.
Otobüs ile İstanbul’a giderken Prangalı Düşler ile
Dönüş seyâhatim esnâsında da Seyyâh-ı Âlem Evliya ÇELEBİ ile yârenlik etdim.
Süzme koyun yoğurdundan yapılmış
Yağlı ve bol köpüklü buz gibi bir tas ayranı
Eyyâm-ı bâhurda bir yudumda içer gibi
Bir solukda okuyup bitirdim her ikisini de.
Yazanların eline, kalemine, gönlüne sağlık...
Hani şöyle dedim kendi kendime.
Muvazzafıyla emeklisiyle 220 binden ziyâde Astsubayımız var bugün çok şükür. Kalem ehli, kelâm ehli, gönül ehli bu astsubay meslekdaşlarım bir defâya mahsus söz birliği etseler. Ve imzâlı sâdece bir kitap hediye etseler şu fakire. Cem’an yekûnu eder 220.000 kitap. Ben de siz alicenap Astsubaylar sâyesinde dünyanın en çok kitabına sahip meslekdaşınız olurum evvelallah.
Nasıl fikir? İstemez misiniz?..
Kitap hediye edenleriniz altın liralar bulsun vesselâm!..
15 Mart 2014 Astsubay Yürüşü’ne iştirâk etmek gâyesiyle
Belediyelerin tedârik etdiği bîlâ bedel ve yorgun otobüslere binerek
Uzak memleketlerden Ankara’ya gelenler arasında
On sene, yirmi sene...
Hattâ 30 seneden fazla bir zamândan beridir görmediğim kader arkadaşlarım, meslekdaşlarım ile buluşdum.
Mübârek Cuma gününde bereket sağanağı devâm etdi.
Daha önce sâdece tavsırlarından bildiğim 3 meslekdaşım ile tanışdım.
Senelerden beridir gıyâben bilip yazışdığımız sitemiz emekcileri ile buluşup tanışmak bugüne kısmetmiş!
Şimdi gözlerimizi tekrar konumuza çevirelim. Aşağıda gördüğünüz askerî terimleri açıklayan kitap; açık pembe renkli, kaliteli ve yekpâre bir kâğıda basılmış. Aradan 80 sene geçmesine rağmen daha dün basılmış gibi yepyeni... Bahse konu kitapda, ATATÜRK; asker rütbelerinin Türkce, Osmanlıca, Fransızca ve Almanca emsâllerini tetkik etmiş. Bu tetkik neticesinde ordumuzda o tarihde mevcut olan Osmanlıca askerlik terimlerinin Türkcesini türetmiş. Ve bu değerlendirme neticesinde de 1935 tarihi itibariyle askerî mevzuâtımızda kullanılmasını istediği yeni rütbe isimlerini bizzat kendisi tesbit etmiş.
Makâlemizin esâs oğlanı, malûmâliniz, ‘Asubay’ sözcüğü.
Biz de bu kitapda bahsedilen bilgilerden sâdece bu kelimeye dokunacağız.
Kitabın 9 uncu satırında bakınız ATATÜRK, ‘Asubay’ terimini nasıl izah etmiş.
Yukarıda gördüğünüz bu belgeyi gündem etmemizin iki sebebi var.
ATATÜRK’ün bizzat tesbit etdiği söze konu bu tâbir konusundaki tarihî hakikât bu minval üzere iken
2771 Sayılı Ordu Dahilî Hizmet Kânun’unun 1935 senesinde kabul edilmesiyle birlikde
Zamânın Genelkurmay Başkanı “Asubay” kelimesini tahrif etdi.
Kelimenin imlâsı aynı kaldı. Fakat anlamını değiştirdiler. Aşağıdaki Kânun’da gördüğünüz üzere üç subay sınıfından birincisine dâhil olan “Yarsubay, Asteğmen, Teğmen ve Yüzbaşı” rütbesindeki subayları tefrik etmek üzere “Asubay” sözcüğüne farklı ve yeni bir anlam yüklediler.
Bu konuda yeni bir bilgiyi daha sizlere duyuralım can dostlarım!
Hemen yukarıdaki Kânun maddesinin sol yanında bâdem bıyıklı bir subay ve
Sağ cenahında ise tavşan kızların taç niyetine saçlarına takdığı cinsden beyaz papyon takmış başka bir zat görüyorsunuz.
Bu tavsırlar zamânın Diyarbekir Vekili emekli Mirlivâ Kâzım SEVÜKTEKİN’e ait.
Peki, kimdir Mirlivâ Kâzım?
Mirlivâ Kâzım, ATATÜRK’ün emânetine ihânet eden bir subaydır.
Hem de ATATÜRK hayatta iken!..
Nasıl mı ihânet etmiş?
Şöyle izâh edelim yiğitlerim!
Makâlemizin önceki bölümünde defaten bahsetdik. Asubay terimini bizzat ATATÜRK türetdi. Bu kelimeyi ATATÜRK bugünkü askerî mevzuâtımızda “Asteğmen” olarak bilinen “Zâbit Vekili” unvanının yerine ikâme etdi. İşde ATATÜRK’ün türetdiği Asubay tâbirine ilk tecavüz eden subay yukarıda tavsırlarını gördüğünüz emekli Mirlivâ Kâzım Bey’dir.
Mirlivâ Kâzım “Zâbit Vekili” olan “Asubay” kelimesinin anlamını değiştirdi.
Ve bu tecâvüzden sonra
1935 tarihinden itibaren ‘Asubay’ terimi bu kez de “Yarsubay, Asteğmen, Teğmen ve Yüzbaşı” rütbelerinin ortak adı oldu.
Ucu yemsiz zokamıza ilk takılan Mirlivâ Kâzım Bey oldu.
Bâdem bıyıklı bu subayı
Tarih bugünden kelli
ATATÜRK’ün yadigârı “Asubay” teriminin anlamına ihânet eden ilk subay olarak yazacak!..
Kânun yapmak ciddî işdir yiğit yârenler!..
Her şeyden önce
Kifâyetli hukuk bilgisi,
Sonra
Hazırlanan Kânun hakkında engin bilgi ve tecrübe.
Ve en son olarak da
Sağlam bir vicdân...
Bu hasletlerden birisinde zâfiyet varsa yapılan kânunda mutlaka eksik-yanlış birşeyler olacak demekdir.
İkinci haslet ise
Yapılan bir kânun ertesi gün değiştirilemez. Meclis burası. Mahalle gayfehanası değil! Bakınız, şu sağ tarafdaki kânun maddesinin ilk sırasında ve kırmızı çerçeve içinde gördüğünüz Onbaşı rütbesi de bir imlâ hatâsının kurbânı olmuş!
Kânun tasarısı Meclis’de görüşülürken Ordumuzdaki rütbeler aşağıda gördüğünüz gibi birinci sırada 1) Çavuş rütbesi olacak şekilde sıralanmış;
Onbaşı
Erbaşlar:
1) Çavuş.
Fakat Meclis Zabıt Kâtibi birinci sıraya “ 1) Onbaşı ” şeklinde yanlış yazmış. İkinci sıraya da “ 2) Çavuş ” yazmış.
Birinci sırada ‘Çavuş’ rütbesi olması gerekirken sehven ‘Onbaşı’ rütbesini yazmışlar. Burada gördüğünüz bu hatâ öylece kânunlaşmış.
Yukarıdaki kânun maddesinde kırmızı çerçeve içinde gördüğünüz “1) Onbaşı” rütbesinin sıralamasında yapılan bu yanlışlık 2771 sayılı Ordu Dahilî Hizmet Kanun’u iptal edilip de 211 Sayılı İç Hizmet Kânun’u 1961 tarihinde yürürlüğe girdiğinde 26 sene sonra ancak düzeltilebilmiş.
Bu hatâların ve yanlışların
Kimisini sehven,
Kimisini zuhûlen,
Fakat ekseriya
Kasden yapmışlar...
Sonsuz terfi esâsına dayanan ordumuzun yekpâre yapısını bozmak için
Bâzı münâfık subaylar elinden gelen hainliği yapdılar.
Bu hainlikler neticesinde
En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün rütbeleri içinde barındıran yek vücut ordu teşkilinde ayrışmalar başladı.
Ve bugün hiçbir zümresi memnun olmayan çok sınıflı, çok parçalı bir ordu yapısına gelindi.
ATATÜRK’ün bize emânet etdiği Asubay kelimesinin “anlamını” ilk hacamat eden fâili bugün itibariyle teşhir etdik.
Sağ cenahda tavsırını gördüğünüz
Bâdem bıyıklı Mirlivâ Kâzım! Tarih, 1935.
Bu subayın ATATÜRK’e bir ihâneti daha var.
Telâffuz güzelliği ve kolaylığı için ATATÜRK’ün ‘Üs’ şeklinde türetdiği kelimeye bu subay ‘t’ ekledi ve ‘Üst’ yapdı.
Ve ATATÜRK’ün ‘Üsçavuş’ dediği rütbe ismini bâdem bıyıklı Mirlivâ Kâzım ‘Üstçavuş’ şeklinde tahrif etdi.
Yeri gelmişken bir hakikâti daha ifşâ edelim.
Biz astsubayların unutduğunu kimse farz ve kabul etmesin!..
5619 sayılı Kânun ile askerî mevzuâtımıza 1950 senesinde giren “Gedikli Erbaş” tâbiri
5802 sayılı Astsubay Kânun’unun meriyyete girmesiyle bir sene sonra, 1951 senesinde ilgâ edildi.
2000 senesinde kabul edilen 4551 sayılı Kânun ile “Gedikli” terimi askerî mevzuâtımızdan tamamen çıkartıldı.
Fakat mevzuâttan silinmesi için Genelkurmay Başkanlarımız
Düşman siperlerini dürbünle gözler gibi
Elleri böğründe tam 50 sene daha bekledi.
Bugün artık kimisi renkli,
Çoğu da sararmış solmuş siyah beyaz resimlerin insâfına terkedilmiş
Omuzu püsküllü 18 Genelkurmay Başkanımız
İki darbe yapıp iki hükûmet devirdiler.
Ve
3 muhtıra verip Türkiye’ye 3 kere çelme takdılar.
Kimisi
50 sene evvel ölmüş üç beş subaya kılıç vermek için
Kimisi
Yüksek tahsil imkânı vermek için
Çoğu da
Elvan çeşit tazminât vermek için
Subaylar hakkında sayısız kânun fermân buyurdular.
Fakat
Sıra Astsubay unvanı verdikleri asker kişilere gelince
“Gedikli” unvanını askerî mevzuâtımızdan silmek için
Tek cümlelik bir kânun çıkartmadılar.
Yukarıda tavsırını gördüğünüz Muhterem Genelkurmay Başkanlarımız
Astsubay unvanı verdikleri askerlere
Tam 50 sene boyunca daha
Kânunsuz olarak
“Gedikli” demeye devâm etdiler.
Sizleri sevdiğimizin emâresidir.
Dimâğınıza hamallık yapdırmayalım.
Oltaya bağlı ipin ucunu verelim; Her iki failin de unvanı subay!
Künyelerini de kalemin ucundaki mürekkebe az önce üfledik!
Evvel’in sularına boca etdiğimiz oltanın ipini
Ya nasip deyip
Biraz daha kuvvetli ve azimli çekerseniz
Bu makâlenin müteakip bölümlerinin bir yerlerinde size kavuşacak inşallah.
Ha gayret can yiğitler!..
Rastgele...
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
(*** Devâm edecek)
Kaynakca beşinci ve son bölümdedir.
Okumak için resimi tıklayınız!
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -1-
Yukarıdaki resimlere aldırmayınız yiğitler!
Konumuz ile doğrudan hiçbir hısımlığı, akrabalığı yok!
Malûm,
Bu kelâmı sizlere yollayan şu fakir, denizcidir.
Epeyi zamândan beridir iyot hasretiyle
Seğmenler diyârında gündüz vakdinde ılgımlar görmektedir kendisi.
Başkent’de deniz olmadığından olsa gerek
Tatilcilerin bavullarını hazırladığı
Şehr-i Mayıs’ın şu güzel günlerinde
Gözlerim bir anlığına da olsa bayram etsin diye
Kendim için yapışdırdım onları oralara.
Şöyle göz ucuyla seyreyleyin yeter.
Desdâncının görevi
Bilip, bulup anlayıp yazmakdır!..
Vakit yazmak vakdidir,
Zamân,
Zarfa değil fakat mazrûfa bakmak zamâdır şimdi...
İleriye doğru gitmek için
Geriye doğru bakılır mı? demeyiniz.
Âhiri görmek için bâzen
Evvel’e bakmak gerekir.
Çünkü istikbâli tesis etmenin sırrı
Mâzinin kapağı tozlanmış Kânun sayfaları arasında saklanmış olabilir!
Yarışma esnâsında koşuculara dikkatli bakınız.
En önde koşan yarışmacının kafasını sık sık geriye çevirdiğini ve arkasına doğru bakdığını görürsünüz.
Peki, var gücüyle ileri doğru koşan bir yarışmacı niçin geriye doğru bakar?
Her yarışma, rekâbet esâsına dayanır. Her yarışma sonunda da bir kişinin birinci olması beklenir.
Üstün olmak, birinci gelmek her insanın fıtratında vardır. Hepimiz en güçlü, en birinci olmak isteriz.
Çünkü bırakın biz insanları
Tabiatın kendisi bile daima güçlünün, birincinin yanında olmak isder.
Çünkü eşit, açık, sınırsız ve şeffat rekâbetin olduğu bir yarışda
Sürekli bir tekâmül, tekemmül bir teveccüh vardır.
Hulâsaten,
Rekâbetde kemâlat vardır can dostlarım!..
Rekâbetin olduğu bir vasatda her yarışmacı rakiplerinin durumunu bilmek ister. Ve kendi vaziyetini rakiplerinin vaziyetine göre tâyin eder. Çünkü yarışı kazanmasının diğer rakiplerin durumuna bağlı olduğunu bilir. Bunu bilmesi için arkasına bakmaya mecburdur. Rakibi kendisine yaklaşıyor ise kendi süratini arttırır. Hemen arkasındaki rakibi ile arasında yeterli mesâfe var ise kendini zorlamaz. Hemen koşu hızını düşürür. İpi göğüsleyeceğini anlayan yarışmacının kendisini fazla zorlamadığını görürsünüz.
Rekâbet eden her kişinin maksadı iştirak etdiği yarışı kazanmakdır. Yarışmayı kazanması da rakiplerinin durumuna bağlıdır. En önde koşan yarışmacı kendi konumunu muhafaza etmek için rakiplerinin anlık durumunu bilmeye mecburdur.
İşde bu sebepdendir ki koşucular kafalarını sık sık geriye doğru çevirip arkasından gelen rakiplerine bakarlar.
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar ismiyle şereflenen bu makâlemizde
Biz de ya nasip! deyip
Âhirimizi ışıtsın diye
“Evvel” isimli bulanık ve tehlikeli sulara oltamızı sallayacağız.
Ucu sipsivri, çok keskin ve yemsiz zokamıza bakalım neler takılacak!..
Tehlikeli ve bulanık suya salladığımız oltanın ucunda bir Kânun var. 5802 Sayılı ve 1951 tarihli Astsubay Kânun’u.
5619 Sayılı ve 1950 tarihli Gedikli Erbaş Kânun’unu ilgâ eden bu Kânun ile biz astsubaylar,
Gedikli Erbaş’lıkdan Astsubaylığa terfi (!) etdik!
Makâlemizin temelini teşkil eden söze konu bu Kânun, 1951 senesinde Meclis’de kabul edilip meriyyete girdi.
16 sene yürürlükde kaldıkdan sonra 1967 senesinde ilgâ edildi.
Artık Evvel’de kalan bu Kânun’u bugün tekrar tetkik ettiğimizde ilginç, hattâ insanı hayrete düşüren gerçeklerle yüz yüze geleceğiz.
Bugün biz astsubayları yakıp kavuran sıkıntılarımızı, dertlerimizi kökden ve ebediyyen halledecek çârenin de
Aslında gene bu Kânun’un sayfalarında gizli olduğunu görecek ve şaşıracağız.
Dün, dünde kaldı! Bugün yeni bir şeyler söylemek lâzım diyebilirsiniz.
Peki, ya bugün söylenecek yeni şeyler
Dünde kalmışsa?..
Ne yapmak gerek o vakit?
Şemsipaşa bosdanından körpe bir kelek kopartır gibi
Nâzikce ve fakat sıkıca kulağından tutup bugüne getirmek gerek!..
Bugün dahi biz astsubaylara tesir ediyorsa
Ve hele bugün dahi bize yol gösterip
Âhirimizi ışıtıyor ise şâyet
Evvel’de kalmış bile olsa bu Kânun’a bakmak gerekmez mi?
Bizim dudağımızı uçuklatan
İhtimâldir ki
Sizi de hafakanlara gark edecek
Şu günlerde Keşişdağının şâhikalarında arılarına yârenlik edip
Yeni oğulcuklar almanın heyecanını doyasıya yaşayan
Sayın Mehmet KAYALI’nın deyişiyle bu “olguları”
Buyurun, fâş eyleyelim.
Beş bölümde tamamlayacağımız işbu makâlemizin beherinde
Kısmet olursa şâyet
Yukarıda gördüğünüz maddeleri sırasıyla tetebbu edeceğiz.
Zihinlerimizi hafifden ısıtmak bâbından çekdiğimiz bu kısacık peşrevden sonra
Şimdi şâyet iltifat buyurursanız
Kânun’un şâyân-ı dikkat birinci maddesine adese tutalım.
1. Söze konu bu Kânun Meclis’de müzâkere edilirken “Gedikli Erbaş” dedikleri askerlerden bir kişiyi dahi kimse toplantıya davet etmedi. Bir başka ifâdeyle vekillerin kendileri def çaldı, zil takıp gene kendileri oynadı!..
Tarih, 1951.
Yer, T.B.M.M...
Toplantıya iştirak edenler; Türk milletinin vekilleri.
Kânun tasarısını hazırlayan Millî Savunma Komisyon’unun 5 vekil üyesi var.
İşde, sağ cenahınızda tavsırlarını görüyorsunuz.
Hepsi de emekli subay.
Bu subayların birisi hâkim, birisi hekim sınıfından...
Diğer üçü de muvazzaf subay!
Millî Savunma Komisyonu Sözcüsü Sayın Rıfat TAŞKIN, bir hukukcu. Asteğmenlikden teskere bırakıp hâkim sınıfa geçmiş. Askerî Yargıtay’dan Korgeneral rütbesiyle emekli olmuş. Bu subayın künyesini bir kenera derç ediniz lutfen!.
Konu; o tarihde Gedikli Erbaş denilen asker sınıfına yeni bir kimlik tertiplemek.
Yapılan toplantının maksadı 1951 tarihine kadar ordumuzda mevcut olmayan yeni bir asker sınıfı teşkil etmek.
Bu yeni sınıfın adı Astsubaylık...
Çünkü Meclisin 1950 senesinde kabul etdiği 5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’u sâdece bir sene içinde iflas etmiş. Yeterli müracaat yok! Gedikli Erbaş ismini verdikleri muvazzafların çalışma şevki bitmiş! Nitelik, bilgi ve beceri seviyesi yerle yeksân olmuş! Vatan evlatları memleketinde aç bî ilaç dolaşıyor. Fakat hiçbirisi Gedikli Erbaş olmayı tercih etmiyor.
Niye etsin ki?..
Vazifeye Gedikli olarak başlıyor.
20 sene, 30 sene vatana Gedikli olarak hizmet ediyor!
Ve mesleğini Gedikli olarak bitiriyor.
Astsubayların bugünkü vaziyetinin tıpa tıp aynısı...
Terfinin, tekâmülün olmadığı bir mesleğe teveccüh olmaz!
Harp yok, darp yok! Cebren yapdıracak değilsin ya!
Askerlik gibi mukaddes bir vazife bile
Nimet-külfet dengesi olmayan, sonu başından belli, heyacansız ve terfisiz, rekâbetsiz böyle bir işi, kim yapmak ister?
Mevcut hâliyle ordumuzdaki Gedikli Erbaşlık
O vakit dünyada eşi menendi görülmüş bir meslek değil çünkü.
Nefes aldığımız şu 2014 senesinde astsubayların durumu ne ise
Gedikli Erbaşların 1951 senesindeki durumu da aynen öyle!..
Zamânın Millî Savunma Bakanı Sayın H. Hüsnü ÇAKIR,
Genelkurmay Başkanı ise Orgeneral M. Nafiz GÜRMAN...
Durumun vahâmetini kavrayan bu iki zat
Ellerindeki dosya ile birlikte zamânın Başbakanı Şemsettin GÜNALTAY’ın makâm odasının önünde almışlar soluğu.
Aşağıda gördüğünüz 5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun Tasarısı...
Kendisine verilen dosyayı inceleyen Başbakan Şemsettin GÜNALTAY
Meclise verdiği 1 Mart 1950 tarihli dilekcesinde feryâd ediyor!..
Başbakan kısaca şöyle diyor;
Kimse Gedikli Erbaş olmak istemiyor. Gedikli Erbaş sayımız hem miktar olarak hem de nitelik olarak çok kötü durumda. Bunun neticesi olarak da Ordumuzun hâl-i pür melâli perli perişân... Meclis derhâl tedbir almalı.
O tarihlerde
Ve böylesi kötü vaziyetde
Bir harbe girseymişiz şâyet
neticesini bilmek için kurmay subay olmaya gerek var mı, yiğitler?
Ordunun içinden gelen bu şiddetli tazyik karşısında Genelkurmay Başkanı masasından kalkıp Başkan’a kadar gidiyorsa durumu anlatacak son bir sözcük var demekdir; felâket!..
Söyleyecek bir söz yok, bu belli! Yapacak ise çok şey var. Fakat kim, ne yapacağını bilmiyor.
Orduyu felâkete sürükleyen âmillerin başında iki önemli husus var. Teveccüh buyurursanız şöyle izah edelim.
Ordumuzu işlemez duruma getiren bu iki temel konuyu şimdi tek tek inceleyelim.
1. Tenzil-i Rütbe: Büyük Osmanlı Devleti döneminde ve Cumhuriyet tarihinde ordumuzda yekpâre bir sınıf yapısı vardı. Orduda belirgin sınıflaşma, bölünme yokdu. En küçük rütbeden askerliğe başlayan bir asker liyâkatına bağlı olarak en yüksek rütbeye kadar yükselebiliyordu. En azından rütbeler arasında maddî bakımdan keskin farklılıklar yokdu.
Haberleşme ve yazışma imkânları bugünkülerle kıyaslanamayadak kadar kötü ve zor idi. Yeni teşkil edilen kuvvetler vardı. Birbirinden habersiz ve eşgüdümsüz hazırlanan mevzuat yüzünden hangi Bakanlığın ve kuvvetin ve dahi Genelkurmayın ne yapdığını kendileri dahi bilmiyordu. Bu dönemlerde Türkiye’nin yedi düvel ile harp etdiğini de göz önüne alırsak durumu daha rahat açıklayabiliriz.
Ordumuzu bir bütün olarak idare etmek isteyen akl-ı selim Genelkurmay Başkanları olduğu gibi çok sınıflı, çok parçalı bir yapıya doğru itmek isteyenler de oldu. Batı medeniyetinin türetdiği “Divede et Impera”’yı bizim bâzı subaylarımız da iyi biliyordu. Hocaları Harbiye’de öğretmişdi onlara. Tabiki düşman üzerinde tatbik etmek için.
İşde bu kargaşa ve harpler döneminde çıkartılan nizâmnâmeler ve Kânunlar ile ordu içinde birbirine benzer elvan çeşit sınıf ihdas edildi. Her kuvvet kendi askerlerine haklı olarak kendi ihtiyaclarına göre rütbeler ve görevler tevdi etdi.
Böylesi kararsız savrulmalar neticesinde ihdas edilen sınıflardan birisi de Gedikli sınıfıdır. Gedikli önadı verilen bu sınıfın ikinci adı kimi zamân subay, zâbit oldu!. Kimi zamân da bugün olduğu üzere astsubay oldu.
Ordumuzu durma noktasına getiren birinci kırılma Gedikli denen bu asker sınıfında başladı. 1950 senesine kadar Gedikli Zâbit, Gedikli Subay, Gedikli Küçük Zâbit, Gedikli Küçük Subay unvanı verdikleri askerleri bir torbaya doldurdular. Zamânın subay ve siyâsetci zevâtı 5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’u ile bu “Gedikli Subayları” bir gecede “Gedikli Erbaş” yapdılar.
İşde belgesi.
Askerlik mesleğine”zâbit” ya da “subay” unvanı ile başlayan askerlere ertesi gün kışlaya “erbaş” unvanı ile gel dediler.
Bu aptalca sözleri kimlerin söylediğini merak ediyorsanız bu belgenin üstündeki resimli belgeye bakmanız yeterli.
Bu üç zevâtın çok özel ve “ortak” bir hususiyetleri var ki duyma gitsin!.
2. Özlük Haklarında Kötüleşme: Ordumuzu işlemez duruma getirmek için ikinci darbe de Gediklilerin özlük haklarına vuruldu. Gedikli sınıfına dâhil olan askerler 1950 tarihine kadar “son maaşları üzerinden” emekli ediliyorlardı. Tıpkı subayların son 80 seneden beri oldukları gibi.
İşde belgesi.
İkinci dünya savaşının sarsıntısından ve tahribatından kurtulmaya çalışan dünya siyâseti 1950’li senelerde buhranlı günler yaşamaktadır. Türkiye’nin NATO üyeliği, Kore harbine Mehmetcik göndermek, soğuk savaş vs. Türkiye’nin tehdit algısının zirve yapdığı bir dönem söz konusudur.
Hemen aşağıda gördüğünüz sayfada bir Kânun var. 5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’u. Bu Kânun’dan bir madde alıp gene ayrı yapışdırdık. Madde 29’a bakınız. Kânun’un bu maddesinde şöyle diyor; “3779 sayılı Kânun yürürlükten kaldırılmıştır.”
Bu hükümü içeren Kânun maddesini,
Genelkurmay Başkanlığı hazırladı,
Millî Savunma Bakanlığı usülen inceleyip onay verdi,
Bütçe Komisyo’nu meselenin mâlî veçhesi inceledi, onayladı
En son olarak da Meclis’de görüşülüp Kânunlaşdı...
Yangına körükle gitmek..
Ya da ordumuzun bel kemiği Gedikli sınıfının beline vurulmuş yeğin bir darbe
Ne derseniz deyin!..
Gedikli unvanı verdiğin askerlerin;
Yapacağın son bir iş kaldı.
Al eline kılıcını. Gedikli denen bu asker sınıfının kafasını kes, olsun bitsin!.
Meclis’de müzâkere edilen Kânun, o tarihde Gedikli Erbaş denen asker kişileri ilgilendiriyor.
Subayların 1950 senesinde hazırladıkları 5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’u henüz senesi dolmadan külliyen iflâs etmiş.
Fakat bu hezimetden ders alan bir tek subay yok!
Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığında
Yeni Kânun hazırlamak ile görevlendirilen subayların hepsi
Deveguşu gibi
Goca gafalarını gızgın guma gömmüşler!..
Kânun tasarısını hazırlayan Millî Savunma Komisyon’unun 5 üyesinin hepsi emekli subay.
Bu 5 subay Kânun tasarısını hazırlamışlar. Rey istemek üzere Meclise getirmişler.
Kânun tasarısı, o zamânlar Gedikli Erbaş denen askerleri ilgilendiriyor.
Fakat Gedikli Erbaşlardan toplantıya çağırılan bir tek kişi bile yok!
Bu rezâleti kara mizah ile dahi izah etmek mümkün değil.
Toplantıya iştirak eden vekiller emekli hâkim subay ve Kastamonu milletvekili Rıfat TAŞKIN’ın söylediğini dinlemişler.
Ve bu Kânun’u müzâkere etmişler.
Hukukcu bir subay olan Rıfat TAŞKIN, üç kuvvete mensup Gedikli Erbaşları ne kadar tanıyabilir ki?
Keşifden keşife kışlaya, karakola, karargaha giren,
Deniz Kuvvetlerinin gemisini denizde,
Hava Kuvvetlerinin uçağını ise havada gören bir hâkim subay olarak ancak yarım yamalak bilebilir.
Peki Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerinde Gedikli Erbaşların gerçek durumu nedir?
İhtiyaçları, istekleri, şartları, vaziyetleri, koşulları nedir?
Yarım yamalak bilgi ile Kânun hazırlanır mı?
Akıl, ahlâk, askerlik sanatı, hukuk, bilim nerede?
Astsubaylar hakkında subayların karar vermesi ne kadar doğru olabilir?
Bu hususları bilen birisi var mı?
Bu konuda komisyona gerçek ve doğru bilgileri aktaracak Allah’ın bir kulu var mı Meclis’de?
Yok, elbette!..
Bakınız Cumhuriyet tarihinden bugüne kadar Astsubaylar hakkında kabul edilen Kânun’ların başına neler gelmiş!
Bugün itibariyle meriyyetde olan 926 sayılı TSK Personel Kânun’u artık partal oldu.
Eskidi, çürüdü, kokdu, pörsüdü.
1967 senesinden beri günaşırı yapılan değişmeler sebebiyle yamalık tutmaz don gibi oldu...
Değişen madde sayısı değişmeyen madde sayısından fazla.
Bu Kânun’u da yenilemek üzere Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığında görevli
Hâkiminden hekimine, muvazzafından emeklisine kadar her rütbeden ve her meşrepden subayımız
Epeyi bir zamândan beridir harıl harıl,
Hattâ zobada yanarken çam çırasının çıkardığı sedâ gibi gürül gürül mesai yapıyorlar.
Peki Millî Savunma Komisyonunda bu kez bir tek Astsubay var mı?
Elbetde gene yok!
Genelkurmay Astsubayı, Kuvvet Kıdemli Astsubayları nerede?
Hatâlardan ancak akıllı adamlar ders almasını bilir.
Yumurtalayacakları yeni Personel Kânun’unda ne haltlar işleyecekler, ne çamlar devirecekler, ne herzeler yiyecekler!..
Göreceğiz!..
(*** Devâm edecek)
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
Kaynakca beşinci ve son bölümdedir.
06 Nisan 2014 Pazar günü Halk TV’de Sayın Ruhat MENGİ’nin sunduğu Her Açıdan isimli bir program neşredildi. Canlı olarak yayınlanan söze konu programa iştirâk eden konuşmacılardan birisi de T.B.M.M. Eski Başkanı Sayın Hüsamettin CİNDORUK idi.
Gayet düzeyli devam eden programda çok önemli konular ele alındı ve konuklar kendi fikirlerini serdetdiler.
Yayın devam ederken saat 12:12’de; Sayın CİNDORUK konuşmasının bir yerinde biz astsubaylardan müstehzi bir edayla ve hakâret kasdıyla “Başçavuş” olarak söz etdi.
Programın sunucusu Sayın MENGİ, Suriye’yi Türkiye ile bir savaşa kışkırtmak için Dışişleri Bakanlığında 13 Mart 2014 tarihinde yapılan malûm görüşmenin kamuoyuna sızdırılmasından bahsetdi. Sayın MENGİ’nin sözünü keserek konuşmaya başlayan Sayın CİNDORUK, konuşmasının bir yerinde şöyle bir ifâde kullandı. “Geçin siz o konuşulanları... Başbakan, o sözleri bir Başçavuş söyledi der ve geçer!..” dedi.
Sayın Hüsamettin CİNDORUK, uzun zamanlar milletvekilliği ve bir dönem de T.B.M.M. Başkanlığı yapmış tecrübeli bir siyâsetci ve iyi bir avukatdır. Hem önemli bir siyâsi şahsiyet, hem de bir avukat olarak siyâset tarihimizin son 60 senesinin canlı şahididir. Bu sebepden dolayı biz astsubayların da yakından tanıdığı ve fikirlerine saygı duyduğu bir kişidir.
Ayrıca, muvazzafı ve emeklisiyle yüzbinlerce astsubay ve akrabaları da geçmiş dönemlerde Sayın CİNDORUK’a rey vermiş seçmen vatandaşlardır.
Halen Millî İstihbarat Müsteşârı olarak görev icra eden Sayın Hakan FİDAN’ın hem bir askerî hüviyeti hem de siyâsî bir hüviyeti vardır. Siyâsî duruşu ve görüşü Sayın FİDAN’ın kendi tercihidir. Ve biz astsubayları ilgilendirmez. Sayın CİNDORUK’un söze konu ifadelerinde biz astsubayları alâkadâr eden husus şudur ki Sayın FİDAN T.C. Ordusunda 15 sene hizmet etmiş bir meslekdaşımızdır, bir Astsubaydır.
En az bunun kadar açık ve bilinmesi gereken bir husus daha vardır ki Sayın FİDAN, şu an ifâ etdiği Millî İstihbarat Müsteşârlığı görevine kendisi Astsubay olması hasebiyle atanmadı. T.C.Devletini yönetmek hakkını haiz siyâsî irâdenin bir tercihi olarak Sayın Başbakan’ın Müsteşâr unvanıyla bu göreve tayin etdiği bir bürokratdır.
Sayın FİDAN, Sayın CİNRORUK’un ifadesiyle “Başçavuş” olduğu için değil fakat tıpkı Sayın CİNDORUK gibi siyâsi bir şahsiyet ve bürokrat olduğu için ve iktidar partisinin siyâsi tercihiyle MİT Müşteşârlığı görevini icrâ etmektedir. Bu cümleden olmak üzere hiç kuşku yok ki Sayın FİDAN’ın bugünkü unvanı da “Başçavuş” değil “Müsteşâr”’dır.
Sayın CİNDORUK’un, Başbakan Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN’a izâfeten ve MİT Müşteşârı Sayın Hakan FİDAN’ı kasdederek sarfetdiği “Başçavuş” yakışdırması hoş olmamışdır.
Her şeyden önce, T.C. Ordusunda “Başçavuş” şeklinde yazılan, söylenen ya bilinen bir rütbe ismi yokdur. Hiçbir zaman da olmamışdır. Bu rütbe isminin askerî mevzuatdaki hukûkî biçimi “Astsubay Başçavuş”dur. İyi ve tecrübeli bir Avukat olması hasebiyle bu hakikâti Sayın CİNDORUK’un bilmesi gerekir. Ayrıca bildiğini farz ve kabul etmek hakkımız vardır.
Bundan daha vahim ve üzüntü verici olan ise bu ifade ile Sayın CİNDORUK, biz astsubayları alenen ve âşikâre tahkir ve tezyif etmişdir. Hüsamettin Bey, ömrünü vatana hasreden yüzbinlerce astsubayı ve sayıları milyonları bulan akrabalarını, analarını babalarını incitmişdir.
Bu çıplak ve basit hakikâtler ortada dururken Sayın CİNDORUK’un biz astsubaylara “Başçavuş” yakışdırması son derece talihsiz bir ifade, büyük bir gaf olmuşdur. Bugün itibariyle yaklaşık yüzbin muvazzaf ve yüz yirmi bin emekli astsubay bu ülkenin vatandaşıdır. Her ailenin bu memlekete hizmet etmek üzere bir Astsubay verdiği düşünülürse iki yüz yirmi bin aile eder. Yakınları ve akrabalarıyla ise ortalama iki milyon vatandaş Sayın CİNDORUK’un bu talihsiz ifâdesinden haklı olarak alınmışdır.
1492 tarihinde keşfetdikleri ve Amerika ismini verdikleri bu devâsa kıtayı sömürmeye başlayan Avrupa’lı devletler buldukları herşeyi kendi memketlerine taşıdı. Hep daha çok isteyen beyaz adam kendi gücünün yetmediği yerde köle kullanmaya başladı.
1500’lerde başlatdıkları köle ticaretini 1776 tarihinde Anayasa’yı değişdirip meşru ve resmî bir ticaret olarak kabul etdiler. Köle ticaret hakkını da sâdece beyaz adama verdiler.
Afrika’nın balta girmemiş ormanlarından cebren kaçırıp koyun gibi alıp satdıkları 50 milyondan fazla zenciyi 300 seneden fazla köle olarak öldüresiye çalışdırdılar.
Bu memleketde köleliği en son yasaklayan eyalet Mississippi’dir. İster inanın, isterseniz de inanmayın. Eyalet Kânun’unun 13’üncü maddesindeki köle ticareti burada daha geçen sene, 7 Şubat 2013 tarihinde yasaklandı.
Köle ticaretini yasak etmelerinin sebebi de zencilerin gül hatırı için değildi. Beyaz adam, öldüresiye çalışdırdığı ve öldüre öldüre bitiremediği zenci kölelerin bir gün bu memlekete efendi olacağını fark etmişdi çünkü.
Farketdiniz mi? Zenci Başkan OBAMA, bu Kanun’u imzalarken dahi Mississippi eyaletindeki zencilerin hepsi köle idi.
Daha şunun şurasında 50 sene evvel beyaz Coni’lerin memleketinde zenci vatandaşlar, köpek ile aynı muameleye tabi tutulurdu.
Sonra ezmân tebeddül, ahkâm da tağayyür eyledi. Köpek muamelesi gören o zencilerin ülkesinde; Colin Powell isimli zenci bir asker önce Genelkurmay Başkanı oldu. Sonra da Dışişleri Bakanı oldu. Coni’ler tarihinde bir ilk defa zenci bir Genelkurmay Başkanı ve Dışişleri Bakanı gördü…
Şimdi de Barack Hussein OBAMA isimli zenci bir Avukat Coni’lerin en yüksek devlet makâmı olan Başkanlık koltuğunda oturuyor. Üstelik beyaz Coni’ler bu zenci Avukatı çok sevmiş olmalılar ki ikinci defa Başkan seçdiler.
Gene Coni’lerin ordusuna er olarak giren üç asker; önce astsubaylığa, sonra da subaylığa terfi etdi. Ve harp okulu mezunu binlerce subayın içinden sıyrılan bu askerler en sonunda Coni’nin ordusuna Genelkurmay Başkanları oldular. (bknz.)
Bütün bu olan bitenlere Coni’nin memleketinde hiçbir siyâsetci hazımsızlık göstermedi.
Hiçbir siyâsetci bu Başkanı “Zenci bir Başkan ...” deyip hakir görmedi.
Hiçbir siyâsetci bu Dışişleri Bakanını “Zenci bir Dışişleri Başkanı ...” deyip aşağılamadı.
Hiçbir siyâsetci er rütbesinden Genelkurmay Başkanı olan bu askerlere “Er’den Genelkurmay Başkanı olmaz!” deyip hakir görmedi.
Hiçbir siyâsetci Genelkurmay Başkanı olan bu Astsubaylara “Astsubay’dan Genelkurmay Başkanı olmaz!” deyip hakir görmedi.
Galibiyetleri, mağlubiyetleri, günahları ve sevaplarıyla sevip sahiplendi bu zenci vatandaşlarını ve askerlerini.
Son Alman imparatoru Almanya’yı birinci dünya savaşına sokdu ve kaybetdi. İngilteresi, Fransası Rusyası... Almanya’nın bütün limanlarına girdi. Bütün kalalerini teslim aldı. Alman hazinesindeki son fenik parayı da savaş tazminatı olarak alıp Alman millleti korkunç bir açlık ve safelete sürüklendi.
Bu korkunç mağlubiyetin üzerinden henüz daha yirmi sene bile geçmemişdi. Adolf isimli bir Alman vatandaşı çıkdı siyâset sahnesine. Hans’ın ordusuna Onbaşı rütbesiyle giren Adolf, kısa zamanda ülkeye önce Başbakan oldu. Sonra da Führer...
Adolf, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir kalkınma, silahlanma ve büyüme hamlesi başladı. Eşi benzeri görülmemiş silahlar üretdi. O zamana kadar kimsenin hayal bile edemeyeceği silahları, uçakları, denizaltıları, tankları, topları, tüfekleri bombaları, gemileri, füzeler ve uzaya kadar gidebilecek roketler yapdırdı.
Coni’lerin, Yoldaş’ların, Frenk’lerin ve Tomi’lerin bugün dahi sahiplendiği silah teknolojisinin hepsini Adolf HİTLER icât etdirdi.
Führer unvanıyla kendi memleketi Almanya’yı bütün zamanların gelmiş geçmiş en büyük İkinci savaşına sokdu. Üç, dört, beş... Belki de on beş cephede aynı anda harp etdi. Bütün dünyaya meydan okudu. Bütün dünya milletlerini korkudan titretdi. İki ay daha dayanabilseydi atom bombasını ilk patlatan devlet Almanya olacakdı. Üstelik Coni’lerin New York şehrinin üzerine atacakdı. İkinci Dünya savaşını kıl payı kaybetdi.
Harpde galip gelen kahraman olur.
Mağlup edilene ise ne dersen de!..
Kötü mânâda her türlü yakışdırmayı yapmak mübah oluyor.
Hans’ın memleketinde Adolf’un bu yapdıklarına hiçbir Alman siyâsetci hazımsızlık göstermedi.
Onbaşı’dan Başbakan mı olur, demedi.
Onbaşı’dan Führer mi olur, demedi.
Onbaşı Almanya’yı mahvetdi demedi...
Hiçbir siyâsetci bu Başkanı “Bir Başbakan ...” deyip hakir görmedi.
Hiçbir siyâsetci Adolf’a “Bir Führer ...” deyip hakir görmedi.
Galibiyetleri, mağlubiyetleri, günahları ve sevaplarıyla; Eva BROWN ile yaşadığı aşkı ile sevip sahiplendi Adolf’u Almanlar.
Sayın Hüsamettin CİNDORUK ve Sayın CİNDORUK gibi düşünen muhterem vatandaşlarımıza sesleniyorum;
İleri demokrasi deyip idare şekline öykündüğünüz ülkelerin Astsubayları;
Sizin namusunuzu korumak için ölmeye yemin etmiş bu ülkenin Astsubayları niçin;
Demokrasi putperestliği yapıp o ülkelere taparken aynı ülkelerde Astsubayların neleri başardıklarına, ne durumda olduklarına, kimleri yönetdiklerine, nasıl itibar gördüklerine niye kör bakarsınız?
Bugün T.C. Ordusunda vatan görevi icrâ eden biz Astsubaylar gâvur değiliz. Üstelik derimizin rengi de siyah değil. Sayın CİNDORUK’un derisi gibi biz astsubayların da derisi beyaz.
Devletin hiçbir makâmı, hiçbir memuriyeti hiçbir rütbesi kimsenin uhdesinde ve şahsında mündemiç değildir.
Hırsızlık ve yolsuzluk!!!
Afedersiniz....
Saltanat, rütbe ve makâm ancak hânedanlıklarda babadan oğula intikâl eder. Dilinize pelesenk etdiğiniz ve aslında cumhuriyet kavramının Yonanca’sı olan demokrasi hakkında söylediklerinizde samimi iseniz bu hakikatlere kör bakamazsınız.
Abi dediğiniz koyun çobanı bir vatandaşımız bu memleketde altı kere Başbakan sonra da Cumhurbaşkanı oluyorsa,
İmamlık yapmış vatandaşlarımız milletvekili, Bakan, Başbakan Yardımcısı ve Meclis Başkanı ve hattâ Başbakan oluyorsa
Bırakınız Astsubaylar da Müsteşar olsunlar!..
Astsubaylar, bugün o makâmlara getirilen ya da seçilen asker ve siyâsetçiler kadar bilgi birikimi, eğitim, tecrübe ve sair niteliklere sahip asker kişilerdir.
Sayın CİNDORUK,
Sizin milletvekili olarak Meclis’de mesai yapdığınız senelerde
Askerî vesâyetin
Biz Astsubaylara yüksek tahsili tam 50 sene yasak etdiğini biliyor musunuz?
Oturduğunuz yerden elinizi kaldırıp da bu konuda bir tek soru sordunuz mu?
Allah uzun ve sıhhatli ömür versin,
Sayın Şener BATTAL bunu yapdı, biliyor musunuz?
Bütün bu yasaklara rağmen
Bugün
Milletvekili olan astsubaylar var, Profesör olan astsubaylar var...
Başçavuş dediğiniz o Astsubayların sizinle aynı üniversiteden mezun olup aynı diplomayı aldığını biliyor musunuz?
Gereken vasıfları haiz her T.C. vatandaşının devletin her kademesinde görev yapma hakkı vardır.
Anayasa’nın her Türk vatandaşına verdiği hakları biz Astsubaylar da kullanarak sizler gibi Genelkurmay Başkanı, Başbakan ya da Cumhurbaşkanı da olmak istiyoruz.
Birgün gelecek bu makâmlara, bu rütbelere yükselmiş astsubayları mutlaka göreceğiz.
Bu hedeflerine ulaşmak için Astsubayların sizden bir istekleri vardır; eşit fırsat ve âdil ve şeffaf rekâbet!..
Hepsi bu kadar...
Biz Astsubaylar, mesleğimizle, rütbemizle, unvanımızla gurur duyuyoruz.
Anayasa’dan gelen hakkını kullanarak Müsteşar makamına kadar yükselen Sayın Hakan FİDAN’a hakârethamiz bir üslupla ve aşağılamak kasıdıyla “Bir Başçavuş’dur, boş ver!” deme hakkınız yokdur.
Hâl böyleyken gâvurun gâvura yapmadığını Türk’ün Türk’e yapması da ne oluyor?
Kendisi adına talihsizliğine bakınız ki ömrünün son deminde yapdığı bu gafıyla Sayın CİNDORUK kendisini iki yüz yirmi bin Astsubayın karşısında buluverdi.
Sayın Hüsamettin CİNDORUK,
Biz Astsubayları
Sivil vesâyet ile askerî vesâyet arasına hapsetmek kimsenin haddine değildir.
Her ikisini de
Şiddetle ve kökden reddediyoruz!..
Asker vesâyetinden şikâyet edenler sivil vesâyeti himâye edemezler!
Askerin siyâsete müdahale etmesini istemeyen siyâsetciler, askeri siyâsete konu etmemelidir.
Siyâsi eşhas astsubayları lafzen de olsa konuşmasına konu etmemeli, ucuz kahramanılık uğruna astsubayları dolgu malzemesi yapmamalıdır.
Belki farkında değilsiniz. Siz şu anda evinizde rahat koltuğunuzda otururken bir Astsubay meslekdaşımız sizin namusunuzu korumak ve huzurunuzu temin etmek için belki bugün şahadet şerbetini içecek...
Astsubayları kasdederek canlı televizyon yayınında sarfetdiğiniz “Başçavuş” yakışdırması sebebiyle biz astsubaylara özür borcunuz var!..
Biz Astsubaylar bu gafınıza hüsnüzan ile yaklaşıyor ve bir sürç-ü lisân etdiğinizi düşünüyoruz.
Tavrınız ve kararınız bu gafınız konusundaki gerçek niyetinizi ortaya koyacakdır.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
Tazminât Makâmından Ninniler!..
İnsan, gördüğüne inanır.
Elbet istinâsı vardır.
Meselâ
Havayı, kokuyu
Göremeyiz,
Hislerimizi
Elimizle tutamayız.
Fakat varlığını hissederiz.
Hissetdiririz.
Görmesek de
İtikâtımız icâbı
Bizi yaradan yüce rabbimizi
Yüreğimizde hisseder
Bütün ruhumuzla
O’na teslim olur
İmân ederiz.
Gözlerimizi, görünmeyen âlemden görünen âleme teveccüh eyleyelim can dostlarım. Biz astsubaylar cephesinde geçmişde kalmış ve yakında vuku bulacak çok önemli iki olaya bir bakış atalım bugün.
Birisi, şikâyetimizin merkezinde pişmiş kelle misâli sırıtan mâkam tâzminatı meselesi.
Diğerini merak ediyorsanız şâyet
Bu mâkalenin en son sayfasını okumanız gerekecek!
Astsubayların mâruz bırakıldıkları haksızlıkları anlatan yazılar bugünlerde pehlivan tefrikası gibi dizi dizi neşrediliyor gazetelerde. Biz astsubayların akla ziyân sıkıntılarını, dertlerini anlatan bu haberler rağbet görüyor ki gazeteler yazıyor. Demek ki milletimiz bu konuya karşı ciddi bir muhabbet ve hassasiyet gösteriyor.
Hem
Astsubay meslekdaşlarımız
Hem de
Onların kader arkadaşları yiğit hanımları
Dertlerini, yaşadıkları sıkıntıları, insan olanın vicdânını sızlatan haksızlıkları gayet güzel bir şekilde anlatıyorlar.
Hak istemeye gelince de şöyle diyorlar; “Subayın aldığında gözümüz yok. Fakat biz de istiyoruz.”
Hasetlik-fesatlık etmeden, fitne-fücur düşünmeden, kumpas-tezgâh tertiplemeden başkasının rızkına göz dikmeden istiyorlar haklarını. Böyle yapmakla da meseleyi çok doğru yerinden kavrıyorlar.
Ne kadar diğerkâm bir tutum.
Ne kadar ulvî bir davranış...
Astsubaylar ve fedakâr hanımları böyle düşünüp böyle söylüyorlar da astsubayların haketdiği tazminâtı vermek konusunda bugüne kadar kim, ne yapdı dersiniz?
Bugünü görmek için geçmişe bakmamız gerekiyor. Çünkü muvazzaf iken yaşadıklarımız yetmezmiş gibi bugün çekdiğimiz sıkıntıların ipuçları ve fâilleri geçmişin tozlu geçeneklerinde gizli...
657 sayılı Devlet Memurları Kânun’una tabi memurların böyle bir sıkıntısı yok. Nimet-külfet dengesi üzerine inşâ edilmiş bir ücretlendirme var onlarda. Ne kadar köfte, o kadar ekmek. Devlet memuru olmak isteyen kişi elindeki diplomaya bakıp alacağı maaşı, yükselebileceği makâmı ve sâir hakları memur olmadan önce kendi hesaplayabilir. Kendi aralarında nifak konusu olacak bir hülle, bir kirli çıkı, kapalı bir kutu yok o tarafda. Eşit eğitime eşit ücret! Ne kadar mürekkep yaladıysan o kadar maaş alıyorsun.
Aklın, vicdânın ve bugünün hukuk anlayışının bizi getirdiği yer burası. Kural bu kadar basit.
Beğenmezsen de basıp istifayı hemen bırakıyorsun işi. Memleketde adam olana iş mi yok?
Peki,
ATATÜRK’ün “Türk birliğinin, Türk kudret ve kâbiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir." veciziyle tevkir etdiği ve târihe nakşetdiği ordumuzda bu “eğitim ve ücret” meselesi ne minval üzere acap?
Askerlik, zor zenaat yiğit okuyanlar yazanlar.
Canını sermâye edip vatan hizmetine koşan subayına devlet her şeyin en iyisini vermek zorunda.
Bunun aksini düşünmek bile bu memlekete, bu millete hayır getirmez.
Subay, biricik kellesini koltuğuna alıp vatan hizmetine koşuyor.
Subay, haketdiğini alsın almasına da...
Güzel!
Peki, aynı yerde hattâ daha zor görevleri yapan astsubay, koltuğunda karpuz mu taşıyor acap?
Hem subay
Hem de astsubay
Sermâye olarak biricik canını ortaya koyuyorsa
Subaya 6 verir iken
Astsubaya 1 bile vermemek olur mu?..
Subayı analar doğurdu da
Astsubay ağaç govuğundan mı peydâ oldu can dostlarım?
Al sana 6 dâne tazminât.
Subaylar hepsini alıyor.
Astsubaylar hiçbirisini alamıyor.
Peki, kim kime ne vermiş ya da verememiş?
Ve dahi
“Hükümet vermiyor” deyip astsubayları başından savuşduran utanmaz insanların
Ve dahi
Efendim?
Hayır, yüzleri kızarmayacak!
Biliyorum.
Dün yapdıklarının aynısını fırsat bulduklarında bugün de yapacaklar! Çünkü, can çıkar da huy çıkmaz.
Sayıları çok değil.
Fakat
Hamurlarında var çünkü.
Ordumuz
Bu ukalâ dümbeleklerinden kurtulduğu gün
Askerler kardeş olup kucaklaşacak.
Subaya bir çırpıda verdiğin bir hakkı astsubaya taksit-taksit, bölük-pörçük, eksik-güdük veriyorsun!
Bunlardan bâzıları.
Subaya verdiğini
Geri almıyorsun. Verdiğinin üsdüne yenilerini, daha fazlasını ekliyorsun.
Fakat
Astsubaya verdiğin bir hakkı
Bir zaman sonra geri alıyorsun;
Yüksek tahsilde;
Bunlardan bâzıları..
Sene başında yapılan yüzde bilmem kaçlık zam, emekli ya da çalışan her memura, her askere verilir. Sonuçda herkes eşit oranda zam alır. Bu hususda ayırım gözetilmediği için de herkes boyun büküp hissesine râzı olur. Komşunun tavuğu da komşuya kaz görünmez. Bu konuda Genelkurmay Başkanının asker için yapacağı bir şey yok. Samimî olmak gerekirse yapmasına da gerek yok.
Peki, işin asker cenâhına bakıldığında askerin maaşına büyük etkisi olan tazminâtlar konusunda neler oldu acap?
Bu makâlemizin bir tek konusu var.
Subayların aldığı 6 çeşit tazminâtdan sâdece birisi!
Makâm Tazminâtının Fesat Sarmalı isimli mâkalemizde bu meseleyi ele aldık.
Ekseriyeti yazı olan bir tarzda 2012 senesinde tetkik etdik.
Bu sefer farklı bir yol tutacağız. Meselesinin iyi anlaşılması için yazıdan çok şekil göstereceğiz sizlere.
Üçü bir yerdeyse ancak bir anlam ifâde eder.
Olayı anlamak için
Öyleyse günün revaç tâbiriyle
Zamânın ve mekânın ruhunu kavramamız gerekiyor.
Zamân,
12 Eylül 1980 sabahı...
Mekân,
Kalbimizin şu anda atdığı yer;
Türkiye...
Türk Milleti bugünün sabahına, subay darbesiyle uyandı...
T.C. Devletinin üç erki olan yasama, yürütme ve yargı salahiyyetinin üzerine beş subay çöreklendi.
T.B.M.M.’yi lağvetdi. Bir başka ifâde ile milletin meclisinin kapısına kilit vurdu. Kapının önüne de nöbetci iki Mehmetcik dikdi.
Kendilerinin teşkil etdiği ve Millî Güvenlik Kurulu adını verdikleri ucûbe nevinden bir teşkil ile kendi hükûmetlerini tesis etdiler netekim!
Zottirik Kenan
Her şeyin başı...
Askeriyenin başı,
O,
Devletin başı,
O,
Halay başı,
O,
Hattâ
Okgası bugünlerde üç buçuk liraya fırlayan
Acı kelle soğanın bile başı
Gene O!..
Mahşerden firâr edip gelen bu muhammes subay takımı, devlet idaresini zapdu rapt altına aldıkdan 2 sene sonra, 12 Şubat 1984’de meclisde ictima eyledi. Aşağıda tarassut etdiğiniz Kânun’u yumurtaladılar.
Ve dahi
T.C. Ordusu târihinde subaylarımız,
Kendilerine ilk defa olmak üzere “makâm tazminâtı” adını verdikleri bir ballı börek ihdâs eylediler.
Bâzı resimler vardır. Açıklayıcı yazısı yoktur. İzah isdemez. İşde, aşağıda gördüğünüz Kânun ve onun hemen sağ böğrüne yapışdırdığım şu sararmış solmuş tavsırlar da bunlardan bâzıları.
12 Eylül darbesini yapan bu yüksek rütbeli subaylarımızın kendi kendilerine ikrâm etdiği makâm tazminâtında da vaziyet işde aynen böyle.
İzahı kendinden menkûl!..
Altını galın gırmızı cızgı ile cızıkdırdık! Bu kânun maddesiyle muhteşem beşli takımın hangi rütbedeki subaylara “makâm tazminâtı” bahşeddiğine bahusus dikkat buyurunuz.
12/02/1982 târih ve 2596 sayılı Kânun ile 926 sayılı TSK Personel Kânun’una eklenen Ek 18 nci madde ile;
makâm tazminâtı ödenmesine karar verdiler.
Bu makâm tazminâtını da damga vergisi müstena olmak üzere sair vergilerden muaf tutdular.
* * *
Zamânın hükûmeti 24/04/1984 târih ve 2999 sayılı Kânun ile Meclis’den Kânun Hükmünde Kararnâmeler çıkartma yetkisi aldı. Yetki, mâli yılın sonuna kadar geçerli.
Bu Kânun ile “memurların ve diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak ve mâli ve sosyal haklarında iyileştirmeler yapacaklar” idi...
Bakanlar Kurulu KHK’ler çıkartmak için hemen kolları sıvadı.
926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kânun’una tabi olan;
Biz,
Bir aileyiz, değil mi?..
Meclis;
Sırat köprüsünde titreyen kâfir gibi 12 Eylül’ün zelzelesi ile hâlâ tir tir titriyor. Zorti’nin bir kaş-göz işâretiyle hazır ol vaziyete geçen MGK üyeleri bir yetki Kânun’u daha neşretdi.
Sayın MGK üyeleri çeşme akar iken bakracı doldurmak konusunda hiç tereddüt etmediler.
Bir gün gelip mutlaka öleceklerine biraz olsun inansalardı şâyet
Devlet mezârlığından kendilerine kabir yeri tahsis etmek için bile Kânun fermân buyuracaklar idi.
Bakanlar Kurulu kafa patlatıp dirsek çürütdü. İmim imil mesai yapdı. Meclis’in denetiminden kaçırarak yeni KHK’ler peydahladı. Çıkartdıkları KHK’ler, doğura doğura gatırandan da gara hormonlu bir domuzlan böcüğü doğurdu.
Aşağıda temaşâ eylediğiniz 26/06/1984 târih ve 241 sayılı Kânun Hükmünde Kararnâmenin 39 ncu maddesi ile de;
rütbesindeki subaylar makâm tazminâtı kapsamına dâhil edildi.
Darbeci Zorti karda yürümüş, izini belli etmişdi bir kere. Kânun’u iyi mayalamışdı. Yukarıdan aşağıya doğru kabardıkca kabardı. Taşdı, taşdı, taşdı...
Zorti’den sonra görev yapan Genelkurmay Başkanlarının,
Makâm tazminâtını aşağı rütbedeki subaylara teşmil etmesi zor olmadı...
Orgeneral ve oramiral rütbesindeki subaylara yamadıkları makâm tazminâtını,
“Ölesiye kadar” almayı da gene bu KHK ile teminât altına aldılar.
24/12/1986 târih ve 265 sayılı Kânun Hükmünde Karârnamenin 3 ncü maddesi ile de 926 sayılı TSK Personel Kânun’u Ek 18 nci maddeyi değişdirdiler.
Bu KHK ile makâm tazminâtı;
rütbesindeki subayların tamamına teşmil edildi.
Gene kayd-i hayat şartı ile...
09/04/1990 târih ve 418 sayılı Kânun Hükmünde Kararnâmenin 21 nci maddesi ile 926 sayılı TSK Personel Kânun’una V sayılı Makam Tazminatı Cetveli eklediler.
Bu tezgâh ile;
makâm tazminâtı alan subaylar kervanına katıldı.
27/12/1991 târih ve 475 sayılı Kânun Hükmünde Kararnâmenin 10 ncu maddesi ile V sayılı Makâm Tazminâtı Cetveline bir neşder daha atdılar.
Cetvelde yer alan “Kıdemli Albaylar” ibâresini “Albaylar” olarak değişdirdiler.
Bu kez yapdıkları gayet ince bir “balans ayarı” idi.
Acısız, ağrısız, sızısız, kansız, dikişsiz...
Ve de habersiz...
Çünkü KHK demek, sel önünden sahipsiz kütükleri kapmak demekdi.
Kimseye göstermeden, tartışmadan, çakdırmadan, sormadan, izin almadan Meclisden Kânun çıkartmak demek idi.
Bu kumpas ile de;
makâm tazminâtı ödemeye başladılar.
13/07/1993 târih ve 486 sayılı Kânun Hükmünde Kararnâme ile makâm tazminâtına bir ameliyat daha yapdılar.
Bu kez de;
farklı makâm tazminâtı göstergesi tespit edildi.
Aynı rütbede olan subayların farklı oranda makâm tazminâtı alması bakımından dikkat çeken bir durumdur. Resmî yazışmalarda Albaylara kıdemini yazmayı yasakladılar. Fakat kıdemini yazmasına izin vermediği albaya en kıdemlisinden makâm tazminâtı verdiler.
Helâl olsun!
Başkumandan sıfatıyla Cumhurbaşkanı “Anayasa’yı bir kez delmekle bir şey olmaz!” der ise şâyet
O Cumhurbaşkanının subayları ne yapmaz?..
21/11/1996 târih ve 4214 sayılı Kânun ile zamânın hükûmeti, zamânın Bakanlar Kurulu’na yeni KHK’ler çıkartma yetkisi verdi.
Evvel zamân içinde idi
Tazminât da kalbur içinde...
Tıpkı 1984 senesinde olduğu gibi.
Târih, tekerrürden ibâretdir,
Değil mi, ÂKİF Mehmet?..
Bakanlar Kurulu’nun 12 sene sonra aldığı ve siz muhteremlerin aşağıda nazâr etdiğiniz işbu yetki Kânun’unun amacı;
“Kamu kurum ve kuruluşlarında görevli memurlar ve diğer kamu görevlileri ile bunların emeklilerinin;
kadar saf, masum ve iyi niyetli idi.
Hem
Görevdeki memurların
Hem de
Emekli memurların
Geçmiş yıl kayıplarını gidermek ve
Mâli ve sosyal haklarında
İyileşdirme yapmak!..
Zamânın Cumhurbaşkanı Çoban Sülü’ye böyle yapacaklarını söylediler.
Çoban Sülü de
Bunu söyleyen insan müsveddelerine inandı, güvendi ve
Kânun’u imzaladı.
Sâdece 4 aylığına aldığı bu yetkiye istinâden kolları sıvayan zamânın Bakanlar Kurulu,
Yeni KHK’ler çıkartmak üzere çalışmaya başladı.
Bakanlar Kurulu’nun 18 gün önce aldığı KHK çıkartma yetkisinin süresi 4 ay içinde bitecek idi.
Ne demişler?
Vakit, nakitdir!..
Genelkurmay Başkanımız ellerini çabuk tutdu. Meclisin pırıltılı salonlarında hemen hummalı bir “bakan ayartma, tavlama harekâtı”na başladı. Karargâhdan üç beş kurmay subay gönderdi Meclise. Tenhalarda kısdırdıkları Sayın Bakanlarımızı bir punduna getirip iknâ etdiler.
Vakidi, hemen nakide çevirdiler.
19/12/1996 târih ve 568 sayılı KHK’nin 3 ncü maddesi ile 926 sayılı TSK Personel Kânununa ekli V Sayılı Makâm Tazminatı Cetveli değiştirildi.
Kânun, böyle diyor. Aslında değişiklik yapılmadı.
Sâdece bir kelime ilâve edildi.
Enflasyon denen ve arsız siyâsetcilerin peydahladığı bu hayat pahalılığı senede yüzde yetmişlerde geziniyordu o tarihlerde. Memurun ve bu arada astsubayın maaşı da eriyip pula döndü.
Bu Kânun ile Genelkurmay Başkanımız;
Subaylara ve
Astsubaylara
Biraz nefes aldıracak bir maaş artışı yapacak idi.
Çoban Sülü’ye öyle söz vermiş idi.
Fakat
Şapkadan çıka çıka
Sâdece davşan!!!!!!!!
Afedersiniz,
Torbadan sâdece
Yarbay rütbesideki subaylarımız çıkdı.
Makâm tazminâtını düzenleyen meşhur V Sayılı Makâm Tazminatı Cetveli’ne son eklenenler “yarbay” larımız oldu.
Makâm tazminâtı için köşe bucak kıvranıp uygun fırsat kollayan yarbay rütbesindeki subaylarımız
En sonunda emellerine nâil oldular.
Gökden
Biricik makâm tazminâtı düşdü,
Talihe bakınız ki,
O da
Yarbaylarımızın başına düşdü!..
1982 senesinden 1996 senesine kadar tam 14 hazân mevsimi deverân etdi.
14 senede;
Su uyudu,
Subaylarımız uyumadı...
Su akar iken
Astsubaylar bakar iken
Subaylarımız
Ceplerini doldurdu...
Yarbaylarımız,
V Sayılı Makâm Tazminatı Cetveli’ne eklenen son asker kişiler oldu olmasına da!
Bu cetvele eklenmek için yanıp tutuşan başka subaylarımız yok mu?
Var!
Kendi uydurdukları "üstsubay" kılıfına dâhil edilen binbaşılar sırada avuçlarını ovuşduruyor iştiyakla...
Teklif şimdilik hizmet (görev) tazminâtını koparmak için...
Kapı bir açılsın hele!..
Gerisi gelir nasıl olsa...
Kendi uydurdukları
Ve dahi
Hiçbir hukûkî mesnedi olmayan "üstsubay" kılıfına gizledikleri binbaşılara
"Hizmet tazminâtı" almak için birileri hileye başvurmakda hiç tereddüt etmediler.
Kânun teklifinin yukarıda gördüğünüz gerekcesinde,
Gırmızı çerçevenin içindeki ifâdeye dikkat buyurunuz yiğit yârenler!
Ne demiş sayın vekilimiz o çerçeve içinde?
“1 nci dereceye yükselen ve 3600 Ek Göstergeye hak kazanan subay...”
Kim bu subay peki?..
Kelime hilesine bakar mısınız?
Ben mâliyeci değilim.
Fakat yapdığım parmak hesabına göre;
Binbaşı rütbesindeki bir subayın birinci dereceye yükselmesi imkânsız.
O sayın binbaşımızın 3600 Ek Göstergeye yükselmesi de mümkün değil.
İstisnâlar hâriç, derecesi 2 olur. İstisnâ olsa da kâideyi bozamaz!.
Ek Gösterge rakamı da 3000.
İşde isbatı;
Birinci dereceye ve 3600 Ek Göstergeye yükselmesi için bir subayın yarbay rütbesinde olması gerekir.
Muhterem yarbaylarımız bu tazminâtları hâlen alıyorlar.
Peki, bu dalavere niye öyleyse?..
Birinci dereceye yükselmiş ve
3600 Ek Gösterye yükselmiş astsubayların içine
Bu hakları hâiz olmayan binbaşı rütbesindeki subayları kaynak yapıyorsun Sayın vekilim!..
Ayıp oluyor hani!..
Senin amacın nedir Sayın TÜRELİ?
Birinci derece ve 3600 Ek Göstergeye yükselen astsubaylara mı tazminât vermek?
Yoksa
Astsubay posdunun içine sakladığın binbaşı rütbesindeki subaylara mı tazminât koparmak?
Vekilime ne gerek?
Vekilime doğruyu söylemek gerek!...
Yanlış hesap yapdıysam Bağdat’dan dönsün! Bilenler doğrusunu söylesin.
Şâyet benim yapdığım hesap doğru ise o hâlde Sayın Vekilimiz bu çirkin tuzağa niye düşdü?
Ya da Milletin Vekilini kimler tongaya basdırdı?
Birisi Sayın Vekilimi uyarsın!
Hatâya düşmesini arzu etmeyiz.
Satılık tazminâtlarım var. Üsdelik bîlâ bedel! Sırada bekleyen subay var mı?
Var elbet dostlarım...
Tek yapmaları gereken şey
Siyâsetcilerin yapdığından...
Takiyye!..
Murailik, fesatlık ve arsızlık silsilesiyle dolu folim makarasını tekrar başa sarmak!
Ne dedi ÂKİF Mehmet?
Tekrar oynat!
Hemen kolları çemre!
İşde sana Kânun Teklifi.
İzmir Vekili Sayın Rahmi Aşkın TÜRELİ’den...
Üsdelik ıslak imzalı...
Sonra gelsin dizi dizi KHK’ler.
Ve en nihâyet olarak da
926 sayılı TSK Personel Kânun’undaki V Sayılı Makâm Tazminâtı Cetveli’nin alt kısmına ekle.
Asteğmenler mi?
Olmaz!
Onlara yok!
O kelimenin başında “ast” var ya!
Teğmenden fazla okusa bile askerliğe 1 derece aşağıdan başlayan kimler sanıyorsunuz?
Subaylarımız;
Peki, hepsi bu kadar mı?
Devlet memuru ve diğer kamu görevlileri deyince
Sâdece subaylarımız mı var?
Yok elbet!
Subaylar ile aynı Kânun’a tabi olan astsubaylar var!..
Ordunun;
Astsubaylar,
Devletin vatandaşı değil mi?
Astsubaylar,
T.C. Ordusunun askeri değil mi?
Subaylar bu konuda son derece hasis ve arsız davrandılar.
Bugün itibâriyle bu tezgâhın farkına vardık!
Necdet Bey,
Biz,
Bir aile miydik?
Askerin en büyük vasfı
Şerefli olmasıdır.
Genelkurmay Başkanı
Çoban Sülü’ye verdiği sözü tutsun!
Biz Astsubaylar
Hak etdiğimiz tazminâtları istiyoruz!
Subaylarımıza
Tam 6 çeşit tazminât var...
Astsubaylara ne var?
Astsubaylara
Tazminât makâmından ninniler!..
Sonunda oldu!
Kırk seneden beridir verdiğimiz
Medenî, insânî ve hukûkî mücâdele ile
Hakkımızı alamadık!
Daha doğrusu
Biz istedik de
Bizi ölüme sürenler
Hakkımızı vermedi...
Çözüm imkânları tükendi!..
Başka çâre kalmadı!..
TEMAD Genel Başkanımız Sayın Ahmet KESER,
Emekli astsubayların 01 Mart 2014 tarihinde
Ölüm orucuna başlayacağını
Kamuoyuna ilân etdi.
Dünya’nın dokuzuncu büyük ordusu
Tarihinin en ciddi ve
En tehlikeli sınavıyla karşı karşıya.
Bu sınavın gâlibi olmayacak!
Vatanı uğruna ölmeye ve öldürmeye
Nâmusu ve şerefi üzerine yemin eden
Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun
Emekli astsubayları kendi hakkını almak için
Ölmeye yemin etdi.
Böylece dünyada “ölüm orucu kararını ilk veren astsubaylar” da
Türk emekli astsubayları oldu.
Siyâsetcisiyle
Askeriyle
Beceriksiz idâreciler ülkemizi bu hâle getirdiler.
Astsubayara hakkını vermezler ise
Hepsine yazıklar olsun!..
Bizden helâllik beklemesinler.
Emekli astsubaylar ölüm orucuna yatar iken
Devleti idâre edenler
Ölüm sessizliğinin arkasına saklanamaz!
Bu ölüm orucunda ölecek emekli bir tek astsubay meslekdaşımızın dahi vebâlinin altında herkes ezilir!
Sizlerin nâmusunu korumak için
Ölmeye yemin etmiş emekli astsubaylarınızın
Canını bugün korumaya mecbursunuz.
Devleti idâre etmek için devletin ekmeğini yiyen sizler,
Emekli astsubayların kendisini öldürmesine seyirci kalamazsınız!..
Devleti idâre etdiğini zanneden
Herkes aklını başına devşirsin!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
Vakdi geldi,
Kararımı verdim!
Geri dönmek yok!..
Astsubaylara bu haksızlığı yapanlar,
Zorbalığa soyunup
Bolu beyi olmayı seçdi...
Benim nasibime de
O zorbalara çotuk sökdüren
Köroğlu olmak düşdü...
Tüfeng icâd olunup
Mertlik bozulsa da
Ahd etdim!..
O Kânun tanımazların
Çakar almaz delikli demirlerinin
Deliklerinin içine çöğdürmek bize farz oldu gayrı...
Üsdelik
Yülgümüzü kılağıladık!
Sinek kaydıran cinsinden tıraş vakdi geldi.
Savulun bre çala galemli gara câhil kâtipler!..
Ya bu insanlar
Onu doğru yazmasını öğrenecek.
Ya da
Gıçlarını goydukları goltuklardan
O ahmakları alapaça edeceğim.
Halep oradaysa
Arşın elimizdedir!..
Kendi meslekdaşlarımdan dahi bâzılarının yoluma çıkıp “bırak bu ufak işleri!” diyeceklerini biliyorum. Muvazzaf günlerinde dediler çünkü. Küçükler saygılarından ses edemediler. Fakat benden büyük olanların yaşına başına bakmadan sokuşdurdum lâfımı.
Buram buram sitem kokacak ve yeri geldiğinde hak edenlere çuvaldız batıracak bu makâlemizin konusu;
* * * * *
Hiçbirisi doğru değil!
Çünkü hiçbir askerî mevzuatda böyle bir astsubay rütbe ismi yok!..
Üsdelik astsubay rütbe isimlerinin yazılması konusunda yapılan yanlışların hepsi bu kadar da değil.
Kânun kitabının kapağını açıp da bu rütbeleri doğru yazacak bir Allah kulu yok mu oralarda?..
Çok doluyum yiğit meslekdaşlarım.
Astsubay rütbe ve kıdemlerini
1967 senesinden beri Kânunsuz olarak eksik-gedik, yalan-yanlış, kaba-zortlama yazıyorlar.
Her kim ki böyle yapıyorsa bugün bu satırlardan kendi sehmine düşeni alacak.
Mürekkep yaladığını bildiğim kendi sınıf arkadaşlarımın bile gözünün yaşına bakmayacağım.
Bunca zamândan beri astsubay rütbe ve kıdemlerine bu haksızlığı yapan aymaz ayılmaz yayık ayranı beyinlilerin kulaklarını hem buracağız hem de sık sık çınlatacağız.
Ben istediğim için değil fakat onlar fazlasıyla hak etdikleri için yapacağım bunları...
Cebinde Astsubay kimliği taşıyıp da bu konuya bigâne kalan dostlarımız ile yolumuz burada ayrılıyor.
Üzgünüm!
Ray değiştirmek vakdi!
Onlara uğurlar ola diyorum.
* * * * *
Yemlenen Balık
Allı pullu, rengârenk
Süs balığı isen şâyet
Cam fânusun içindeki bir avuç suda yaşarsın.
Senin dünyan o kadarcıkdır.
Gönüllü kölesi ve
Malı olduğun sahibin,
Üç-beş günde hep o aynı yemden bir iki parça atar fânusuna.
Yemlenirsin!...
Abâd oldum zannedersin.
Karnın doydu diye şetâretden kulaklarını aşan ağzının iki ucu, ensende öpüşür.
Zannedersin ki
Seni besleyen el;
Dünya’daki
En mükemmel,
Yegâne el...
Yediğin yem,
Dünya’daki
Yegâne yem...
İçinde yaşadığın su,
Dünya’daki yegâne su.
Fânus da
Biricik fânus...
Bilmezsin ki
Sahibinin sana verdiği yemden başka
Daha ne türlü yemler, lezzetler var.
İçinde yaşadığın fânusu da çevreleyen
Daha nice dünyalar var...
Hiç düşünmezsin ki senin dünyandan farklı ve senin yaşayabileceğin, nazlı nazlı, özgürce yüzebileceğin; tatlısından tuzlusundan nice denizler, göller, ırmaklar var.
Kimisi çağıldaya çağıldaya kimisi coşkun coşkun, kimisi gürül gürül
Fakat hepsi hür akan nehirler var...
Farkında değilsin
Ya da
Fark etmek istemezsin...
Rahmetli Bıdıgızı Ebemin reçel kavanozu kadar bir fânusda
Ve bir çay demliğini dolduracak kadar suyun içinde yaşarsın...
Bir avuç yem karşılığında âzadsız köle olmuşsun!
Bedenen esirsin,
Anladık da
Fikren tutsak olmaya niye bu kadar teşnesin balık gardeş?..
Bilmemek, haydi neyse!
Fakat
Düşünmemek var ya!
İşde, bunu yapmayanları tarih asla affetmeyecek...
* * * * *
Tarih ve Şuur
Şeyhim Edebalı, damadı Osman Bey’e ne dedi?
“Doğru bildiğin yoldan dönme! Lâkin; atın iyisine, doru; adamın iyisine, deli derler!”
Bu özlü söz bugün hükmünü hâlâ sürdürüyor. Sen doğruyu yapıyorsun. Fakat yanlışa inanmış insanlar kendi düşdükleri zavallı duruma aldırmıyorlar. İrkilip ayılsınlar diye tokatlıyorsun. Fakat kendi acınası hâllerini umursamayıp doğruyu savunan insanlara utanmadan deli diyorlar. Varsın desinler. Allah, doğrunun yâr ve yardımcısıdır.
Hırsızlar mahallesinde
Hırsız olmayanın işi zor vesselâm!..
Ebemdedem der ki; “Oğul, gocayı vezir eden de rezil eden de garısıdır!” Herkes kendinden pay biçsin de öyle desin sözünü. Göbeğimizi kesen o mübârek insanlar dediyse vardır elbet bir hikmeti.
Bu vecizden yola devâm edersek, deyiniz bakalım dostlarım; devleti rezil eden de kimlerdir?..
Hem devletden aldığı maaşla kursağını doldursun. Hem de devletin irâd eylediği Kânun’a ihânet etsin.
Olacak iş değil.
Fakat bu makâlemizde olmaz denilen aptallığın, gafilliğin, kalleşliğin ya da hıyarlığın nasıl da çatır çatır yapıldığına şahit olacaksınız.
Kimse kusura bakmasın! Herkes benim değil fakat kendi kusuruna baksın. Şeriatın kesdiği parmak acımaz. Rehberimiz Kânun ise şâyet bizi götürdüğü yer, yağlı urgan asılı dar acağı bile olsa boynumuz kıldan ince olmak zorunda.
Kânun öyle diyorsa işde boynum!
Ayağımın altındaki sandalyeye
Tekmeyi kendim vururum!
* * * * *
Basın-yayındaki havâdisleri şöyle bir tarassut ediniz. Astsubayların daha çok şehit haberleriyle gündeme geldiğini görürsünüz.
Şehit astsubay haberlerinin hemen hepsinde rütbe isimlerini eksik-güdük yazarlar. İtibarları kaldı mı bilmiyorum. Fakat Türkiye’de sanat icrâ eyleyen bütün basın-yayın-televizyon çalışanları bu hatâyı yapıyorlar. Bir Allah kulu çıkıp da şu astsubay rütbe isimleri ne imiş Kanun’a bir bakayım da ne ise onu yazayım demiyor.
İşin doğrusunu TEMAD da bilmiyor ya da yapmıyor. İkisini de mazur görmek kâbil değil.
Biz astsubaylardan da itiraz eden olmayınca yapılan bu yanlışlar bir zaman sonra doğrunun yerini alıyor.
18 Mart Şehitler Günü münâsebetiyle Genelkurmay Başkanlığının fâş eylediği aşağıda gördüğünüz ilânda şehit bir astsubay çocuğumuzun tabutu konu edilmiş. Sebebini günün revaç deyimi ile “mânidar” bulduk, haberleri olsun.
Astsubay meslekdaşlarımızın şahâdet haberlerinde bile gazetecisiyle askeriyle herkes o şehitlerin rütbelerini eksik-güdük yazmayı da alışkanlık hâline getirmişler.
Ey, Millî Savunma Bakanı!
Ey, İçişleri Bakanı!
Ey, Genelkurmay Başkanı!
Astsubaylar yaşarken rütbesini hep eksik-güdük yazdın!
Hiç olmazsa
O şehidin rütbesini;
Bu kadar aymazlık, bu kadar ahmaklık, bu kadar et kafalılık, bu kadar alçaklık yeter artık!..
Basına verdikleri şehit haberlerinde astsubay rütbelerini eksik-güdük yazmakla; Astsubay denen asker kişiye “Çavuş” ya da “Astsubay Çevuş” demekle hem Millî Savunma Bakanı hem İçişleri Bakanı hem de Necdet Bey;
Şu rezilliğe bakar mısınız?
Devletin aptal, gâfil ve câhil memurlarının gadrine uğradıkdan sonra bir de kendi meslekdaşlarım aynı haltı ediyor ya!
İşde bunu yapanları affetmiyorum.
Vaziyet böyle olunca bize de alıp kalemi elimize çifte su verilmiş yatağan niyetine sağa sola sallamak düşdü.
Bu garâbetin canavarlaşmasında payı olan her devlet memuru, her gazeteci, her astsubay, her subay bu hicivden hissesine düşeni alacak. Kaçarı, göçeri yok! Kimse gıvırmaya tevessül etmesin. Yapdıysan bir halt elbet çekeceksin ceremesini.
Değirmenci kör Ali’nin beygirini dibek etrâfında dolaşdırdığı gibi lâfı dolaşdırma da bu yana teveccüh eyle diyenlere selâm olsun bizden...
Geliyoruz!..
Haydi, durmayın öyle!
Kendinize bir iyilik yapın.
Mesâneyi boşaltın önce!
Sonra,
Çaylarınızı şimdi tazeleyin de sohbetimiz bölünmesin!
Lâkin makâlemiz epeyi uzunca.
Son günlerde peşpeşe neşretdiği makâleler ile
emekliassubaylar.org’un önünde
Harp otağını kuran
Sayın Mehmet KAYALI “gene uzun olmuş!” dese de
Sayın Semih KOÇ ve Sayın Ersen GÜRPINAR da
İltifat buyururlarsa şâyet
Astsubay rütbe ve kıdem isimlerinin aksine
“kesip biçmeden”, “kırpıp çöpe atmadan” bir nefesde sizlere ikrâm edeceğiz inşallah.
* * * * *
Devletin maaşlı memurları devleti rezil ediyorlar dedik yukarıdaki sözümüzde!
Peki, bu parelel yapı...
Afedersiniz
Bu rezil memurlar kimdir?
Yüce devletin hangi teşkilâtında yuvalandı mı diyorsunuz?
İşde size cevâbı;
Yeter mi?..
Daha sayayım mı?..
Devleti temsil eden silâhlı silâhsız bütün teşkilâtı elele vermiş astsubay rütbe isimlerini hacamat etmeye soyunmuş!
İmâm durmadan osduruyorsa
Cemaat sıçmış,
Çok mu?..
Bunların hepsini anlıyorum.
Lâkin orada kimisi geri zekâlı, kimisi tembel, kimisi vurdumduymaz, kimisi umursamaz kimisi de arsız devlet memurları var.
Bu memurlara yapışdırdığım hakâretâmiz sıfatlara bakarsanız yapdıklarını onlara çok görmeyebilirsiniz.
Pekiyi, ey astsubay meslekdaşım!
Sen!..
Sen niye Kânun’u iğdiş ediyorsun da kendi rütbeni Kânunsuz bir şekilde eksik-güdük yazıyorsun?..
Aklını başına topla, elini vicdâna koy ve cevâbını söyle bütün âleme...
Aklından zorun mu var?
Vicdânın mı karardı?
Kendine kasdın mı var?
Benim elimde Kânun var. Rütbemi, Kânun emrine göre yazıyorum.
Ya sen?..
Senin elinde ne var?
Kimin bülbülüsün?
Hangi Kânun’a göre böyle eskik-güdük şakıyorsun?..
Nedir senin derdin de Kânun’un emri orta yerde apaş apaş sana bakarken
Sen kendi rütbeni eğip büküyorsun?..
Mahallede senin adın ne kadar kıymetli ve önemli ise
Kışla’da da rütben ve kıdemin o kadar kıymetli ve önemli.
Her ikisi de seni tarif eden, sana has alâmetifârikaların.
Her ikisini de gözünden bile sakınacaksın
Her ikisine de hörmet edeceksin.
Bir ilmek sökülürse bir yama düşer.
Bir mıh, bir nal düşürür...
Rütbenin bir harfini düşürürsen
Hepsini kaybetmeye hazır ol!..
Etrafda seni horlayan, öteleyen, inkâr eden bu kadar arsız-nursuz haysiyet fukarası devlet memuru, subay, aptal-câhil gazeteci dururken sen kendi rütbeni niye gırpıp gırpıp da becet guşuna çeviriyorsun ey, astsubay gardeşim?
Astsubay rütbe isimleri;
Ey astsubay rütbe isimlerini yalan-yanlış, eksik-gedik, yarım-yamalak, kaba-zortlama yazan Âdemoğulları!..
Astsubayın rütbesini niye noksan yazarsın?
Söyleyin bana!
Astsubay rütbe isimleriyle nedir sizlerin alıp veremediğiniz?..
Kânun’a muhalefet suçdur!..
Elin gâvuru kediye kedi diyorsa
Hem meslekden hem de Kânun tanımaz bu edepsiz devlet memurlarına biz ne diyelim dostlar?
Haklısın!..
Hepsi doğru ve yerinde tesbitler.
Al benden de o kadar...
Astsubay rütbe isimleri;
Fakat bu kusurlar, sana o rütbeleri eksik yazmak hakkı vermez!..
Bütün bu hakikâtlere rağmen Kânun öyle yazmışsa o Kânun’un ırzına geçmek senin haddine değildir.
Sen kim oluyorsun da Kânun’a alenen muhalefet ediyorsun?
Doğrusunu yazmak varken eksik yazarak suç işlediğini biliyor musun?
Üstelik bu inadın sana ne kazandırıyor?
Ne kaybetdirdiğinin farkında mısın?..
Kehellik
Ya da
Aptallık edip üç beş harf eksik yazıyorsun öyle mi?
Rütbenin önüne Astsubay kelimesini yazmazsan bak ne oluyor;
Pekiyi, al kağıdı kalemi eline!
Geçen sene mezun olmuş bir astsubayın rütbesini yaz bakayım aha şuraya!..
... Çavuş!...
Öyle mi?..
Diyecek başka söz bulamıyorum.
Eğer böyle yazıyorsan
Yazıklar olsun sana...
Ordubozanlık değil maksadım!
Müzevirlik derseniz aklımdan geçmez!
Bunları yapan kâfi miktarda nev zuhur insan var zâten.
Kânun maddesini iğdiş ederek kendi kendine Kânunsuz olarak “Çavuş” diyen bir astsubaya ne demeli sizce?..
Çavuş kelimesini tahkir etdiğimiz sanılmasın. Çavuş rütbesi de bizimdir. Taşımakla da şeref duyarız.
Fakat konumuz bu değil.
Alma başka,
Armut başka mevyedir.
Bizim derdimiz,
Kânun maddesini bile bile veya bilmeye bilmeye tâciz eden ahmaklar, aptallardır.
Al, sana 926 sayılı TSK Personel Kânun’unun meşhur EK-VIII sayılı Cetveli.
Söze konu bu cetvelde;
Cinâyet çıkar, cinâyet!..
Kânun’un 77nci maddesine rağmen astsubay rütbe isimlerinin başında “Astsubay” kelimesi niye yok diyorsanız söyleyelim. Bunun sebebi, bu cetveli hazırlayan insanların alçak ve şerefsiz olmalarındandır. Başka hiçbir sebebi yok.
Astsubay rütbelerini bu şekilde Kânunsuz yazanlar alçaklık ve şerefsizlik yapmakda mahsur görmemişler. Biz onların alçak ve şerefsiz olduklarını yazmakda niye mahsur görelim?
* * * * *
926 Sayılı TSK Personel Kânun’undaki meşhur Ek Cetvel’de yapılan değişiklikde astsubay rütbe isimleri 1975 senesinde bakınız nasıl yazılmış.
Var mı itirâz?
Yok!
Hokka gibi... Hepsi yerli yerinde.
Yukarıda gördüğünüz cetveli hazırlayan subaylar ve devlet memurları, astsubay rütbe isimlerini Kânun’un emretdiği şekilde nizâmî yazmışlar. Görevlerini doğru yapmışlar. Doğru söze ne demeli?..
Kıymetli meslekdaşımız Sayın Aydın KULAK diyor ya; “Subay darbeleri, astsubayları iki kere vurmuşdur!”
Astsubaylar gibi astsubay rütbelerinin şekil-biçimi ve isimleri de subay darbelerinden nasibini aldı.
Hem de defâlarca!..
Yukarıda gördüğünüz tablonun yazılmasından buyana sâdece 6 sene geçdi. Bir de Kız Kenan Lakaplı Zottirik bir subayın yapdığı 12 Eylül subay darbesi...
Bakınız ne olmuş astsubay rütbelerine. Hem yukarıdaki hem de aşağıdaki cetvelin en alt satırında durup da gözlerinizin içine bakan astsubay rütbelerinin nasıl yazıldığına bahusus dikkat buyurunuz.
926 Sayılı TSK Personel Kânun’unda yazılan subay rütbelerinin tamamını tek tek inceledim.
Astsubay rütbe isimlerini tam 156 kere eksik-güdük yalan-yanlış, kaba-zortlama yazan kırılasıca eller, subay rütbe isimlerinde sâdece iki kere sürçmüş. Onların da ne olduğunu yukarıdaki şu tabloda görüyorsunuz.
* * * * *
Yeri gelmişken iki hususa temas etmem gerekiyor.
Birinci husus, bu Kânun’u hazırlayan hukukcuların bile bugün dahi farkına varamadığı ve aval aval bakdığı “rütbe” ve “rütbe kıdemi” ibâresi hakkında...
Yukarıdaki tabloya dikkatlice bakınız. “Rütbe” başlığının altına, hem “rütbe”yi hem de “rütbe kıdemi”ni yazdıklarını görürsünüz.
Millî Savunma Bakanlığında, Genelkurmay Başkanlığında ve Kuvvet Komutanlıklarında görevli sivilinden subayına kadar bütün avukatları, savcıları ve hâkimleri bir araya gelmişler. Müşterek mesai yapmışlar. Fakat güdük beyinleri ancak bu kadar çalışabilmiş. “Rütbe” başlığı atıp da altına hem “rütbe”yi hem de “rütbe kıdemi”ni yazmak da ne demek oluyor? Bu ebleh hukukçular hem ne yazdıklarını bilmiyor hem de gördüklerini okumayı beceremiyorlar.
Nasıl ki “maaş derecesinin” mütemmim cüz’ü “maaş kademesidir”. Rütbenin mütemmim cüz’ü de rütbe kıdemidir. Yukarıdaki tablonun sol en üst satırında gördüğünüz başlıkdaki “Rütbe” kavramı eksikdir. Bu başlık, “Rütbe / Kıdem” olmalıdır.
İkinci husus, “Rütbe Kıdemi” ve “Rütbe Kademesi” hakkında.
Bildiğimiz üzere 926 Sayılı TSK Personel Kanun’unda mevcut hâliyle “rütbe kıdemi”, hem subay rütbelerini hem de astsubay rütbelerini nitelemek üzere ihdas edilmişdir.
Kendi Kânun’larına tâbi olan uzman erbaşlar ise rütbelerine ilâve olarak “rütbe kademesi” kavramını kullanır.
Fakat ortada dolaşan Taslak Personel Kanun’unda bu konuda da bir ayrışma olacak gibi görünüyor. Ordumuzun içine sızmış bölücü bâzı subayların bu konuda şöyle bir tezgahı var;
2010 senesindeki taslak personel Kânun’u çalışmalarında subayların tezgahladığı bu orostopolluğu fark etdim. Bu tuzağı hemen oracıkda kendi yüzlerine vurdum. Ortalarda bugünlerde dolaşan taslak çalışmalarda gene aynı tuzağı görüyorum.
Bugüne kadar sorduğum suallerime cevap vermemeyi alışkanlık hâline getiren TEMAD’a buradan hatırlatıyorum. Türklüğünden şüphe etdiğim bozuk zihniyetli subayların bu dalaveresine dikkat ediniz. Astsubayların “Rütbe kıdemi”ne sahip çıkınız!..
Sultan Mehmed’i, Fâtih unvanı ile şereflendiren şehirdeydim, 2013 senesi eyyâmı bâhurunun en cıvcıvlı günlerinde. Ortalıkda cehennem sıcakları kavak kabuğundan yapdığı düdüğünü avaz avaz ötdürüp cırcır böcekleriyle aşık atıyordu. Kızıl Erik fırtınasının hükmünü sürdüğü günlerde bile yollardan, asfaltdan ateşler fışkırıyordu âdetâ. Harâretim ifrâda kaçdı. Dolaşmaya biraz daha devâm etseydim mazallah bedenen fokurdamaya başlayacakdım.
Serin, sessiz bir yer ararken kendimi Karacaahmet mezârlığında buldum. Yalancı âlemden firâr edip hakikî âleme daldım. Oturdum, nefeslendim önce.
Motorun harâreti azalıp da yeşile yaklaşınca dolanmaya başladım. Kabir sahiplerinin mezâr kitâbelerine yazdıkları binbir türlü veciz sözler var. Yazmaya çalışsam her birinden ibretlik bir kıssa külliyâtı zuhur eder. Her biri insanı alıp bu dünyadan ahirete uçuruyor âdetâ. Yolumun üzerinde olup da gözüme ilişenlerin hepsini tek tek okudum.
Selimiye Astsubay Orduevine yakın bir mevkide gezinirken merhum bir Denizci astsubay kabri gördüm. Rütbesini tam da Kânun’da izah edildiği şekilde yazdırmış kabir kitâbesine; Dz.Eln.Astsb.Kd.Bçvş.
İçimde şahlanan minnet hissime tercümân olsun diye
Merhum meslekdaşımın kabrinin dibine diz çöküp
Hâlis niyetle ruhuna bir Fâtiha okudum...
Merâkımı mucip oldu ve İdareye uğrayıp sual eyledim. Yeni bir parsel almışlar. Mahdut mikdarda münhâl yer var imiş. İmamın kayığında gelenlere hediyesi 9 bin lira. Kendi ayağıyla gelip yerini önceden almak isteyenlerden ise tam 21 bin gayme istiyor Belediye Başkanı Sayın Kadir TOPBAŞ. Taliplerine fâş eyleyelim.
Kabrinde mahşer gününü bekleyen merhum bir meslekdaşımız bile rütbesini mezâr taşına nizâmî olarak yazdırmışken bugün vazife yapan muvazzafların rütbesini eksik-gedik, eğik-büğük, yalan-yanlış, kaba-zortlama yazmasını nasıl açıklayabiliriz?
* * * * *
Herkes kendini iyi bilir. Bilmek zorunda. Vücudunda meydana gelen tuhaflıkları farketmesi gerekir. Meselâ nezle, nevâzil olacağımı bir iki gün evvelinden hissederim. Hissetmekle kalmam görürüm. Sümüğüm sünüyor dediğimde etrafımdakiler bilirler ki nezle, nevâzil olmak vakdi gelmiş demekdir.
Daha bir gün bile geçmeden burnumun her iki deliğinden sular seller akmaya başlar. Ağzımın tadı bozulur, burnumdan dökülen o sıvı şey, tahta kaşıkdan sünerek akan hâlis çam balı gibi hiç kopmadan sünerek akar, akar, akar...
O kadar yeğin ki!
Oymapınar barajının gömme türbünlerini sâniyede elli kere deverân etdirmezse ne diyeyim!..
* * * * *
Astsubay Kelimesinin Tarifi ve Tarihcesi:
5802 Sayılı Astsubay Kânun’u ile Astsubay denen asker kişi, 1951 senesinde şöyle târif edildi;
5802 Sayılı Astsubay Kânun’u, 16 sene dayanabildi. 1967 senesinde ilgâ edildi.
Yerine 926 Sayılı TSK Personel Kânun’u ikâme edildi.
5802 Sayılı Kânun ilgâ edilmesine rağmen yukarıda gördüğünüz sâdece birinci maddesi muhafaza edildi. Ve Ek-madde 21 olarak 926 Sayılı Kânun’a aynen ithâl edildi.
1951 senesinde ihdâs edilen Astsubay kavramı bugün itibariyle hâlen yürürlükdedir. Fakat Ordumuzun içine yuvalanan Cumhuriyet düşmanı zevât, bu maddeyi değiştirecek. Ya da en azından “Türkiye Cumhuriyeti Ordusu” ibâresini, astsubayı tarif eden bu cümleden kesip atacak. Haberiniz olsun!..
* * * * *
Kol pazularını süslediği meslek erbâbıyla aynı kaderi paylaşdı hep.
Astsubay Çavuş nasbedildiği günden
Emekli olduğu son güne kadar...
Ya da
Şehit düşüp de
Son nefesini verdiği âna kadar onun en sâdık arkadaşı oldu.
Sahibinin itilmesinden, kakılmasından, inkâr edilmesinden, haklarının gasp edilmesinden o da kendi hissesine düşeni ziyâdesiyle aldı.
Sahibine bugüne kadar bilebildiğimiz, duyabildiğimiz ne kadar haksızlık yapıldıysa hepsinin en yakın şâhidi oldu...
Memleketin dağında, daşında, toprağında, havasında, denizinde vazife yaparken o, sahibini hiç terk etmedi. Hakkını almak için yapdığı nümâyişler esnâsında o, sabinin en yakın desdekcisiydi.
Sahibi mahkemede yargılanırken yanında o vardı...
Gâzi olduğunda,
Şehit düşdüğünde
Hep o vardı yanında.
Aslında “bir rütbe vardı, sahibinden içre” idi...
Ciğerlerine aldığını nefesden,
Gövdesine giydiği göynekden,
Boynundaki künyeden,
Eşinden, çocuğundan daha yakın oldu oldu sahibine...
Bu en yakın kader arkadaşımız;
Astsubay rütbe işâretlerinden bahsediyorum.
T.C. Ordusu’nun orta kademesinde görev alan asker kişileri tarif etmek için hem şekli-şemâli, hem imlâsı-târifi bugüne kadar çeşitli değişikliğe duçâr olan elvan çeşitli astsubay rütbe ve kıdem ismi icâd edildi.
Bugün Astsubay dediğimiz askerlere 1935 senesinde “Erbaş” dediler. 2771 sayılı Ordu Dâhilî Hizmet Kânun’u ile de aşağıda gördüğünüz rütbe isimleri verildi.
Coni’den beslenen mamacı subayların 1950 senesinde he demesiyle Amerikanya’nın dümen suyuna doğru keskin bir dümen kırdık. Türk Ordusu, en az dört bin senelik teşkilât yapısını bir kenara bırakdı. Orgeneral rütbesindeki subaylarımız bu kez de Coni’nin talimnamesindeki İngilizce rütbe isimlerini keşfetdi.
Gomutanlarımız, 1950 senesinde bokunda boncuk buldu. 5619 Sayılı GEDİKLİ ERBAŞ Kânun’unu meriyyete koyan zekâ fukarası subaylarımız bu askerlere bu kez de “Gedikli Erbaş” dedi.
İngilizce söz konusu olunca sâdece “Ay em e buuk” diyebilen bu ebleh subaylar yarım yamalak İngilizcesiyle Coni’nin rütbelerini tercüme edip aşağıdaki rütbe isimlerini yumurtaladılar.
NATO’ya girmek için Coni’ye tabasbus eden mamacı subaylarımız en sonunda yapılmaz denen şeyi de yapdı. Türkiye’yi Amerikanya’nın kuyruğuna takıp milletimizin adını bilmediği sekiz bin kilometre uzaklıkdaki Kore’de savaşa sürüklediler.
Türkiye nireeeee!..
Kore nireeeee!...
Coni’nin ayaklarının dibinde kuyruk sallayan
Gahraman(!) subaylarımız,
Günde 70 dolar verdikleri Coni’yi siperde emniyet alıp
Sâdece 23 cent harçlık verdiği Mehmedciğimizi
Coni’nin yerine ölüme sürdüler.
Bu kepâzeliklere devâm eden arsız subaylarımız Coni’nin İngilizce talimnâmesini tercüme etmeyi beceremediğini fark etmiş olsa gerek. Bir sene sonra yukarıda gördüğünüz hem bu Kânun’un ismini değişdirdiler hem de astsubay rütbe isimlerini.
2771 sayılı Ordu Dâhili Hizmet Kânun’unda 1935 senesinden beri “Asubay” olarak subayları niteleyen aşağıda gördüğünüz bu kelimeyi gomutanlarımız;
5802 Sayılı Astsubay Kânun’unun 1951 senesinde meriyyete girmesiyle bugün dahi kullandığımız astsubay kavramı askerî mevzuatımızda ilk defa zuhur eyledi...
O gün bu gündür de hükmünü sürdürmeye devâm ediyor.
Çok rağbet(!) görmüş olmalı ki 1951 senesinde icâd edilmesinden sonraki 63 seneden beridir borusunu hâlâ ötdürmeye devâm ediyor.
1961 senesi zuhur etdiğinde kabuk çatlatan astsubay rütbe isimleri, 211 Sayılı TSK İç Hizmet Kânun’unda bu kez de şöyle tarif edildi;
211 Sayılı TSK İç Hizmet Kânun’un meriyyete girmesiyle birlikde Astsubay Rütbe isimleri bugünküne en yakın şeklini aldı.
Fakat yapılan bu değişiklikler kâfi gelmemiş olmalı ki astsubay rütbelerine 1967 senesinde bir neşder daha atıldı. 5802 Sayılı Astsubay Kânun’u ilgâ edildi ve yerine 926 sayılı TSK Personel Kânun’u ikâme edildi.
Eğri temel üzerine doğru binâ inşâ edilmez. Temel eğri ise bunun tabii neticesi olarak binâ da eğri olur. Ve bir gün gelir o eğri binâ yıkılır.
Subay gomutanlarımız da eğri temel üzerine doğru bina inşâ etmekde ısrar etdiler. Goca goca gomutanlarımız içtimâ eyleyip alın teri(!) dökdüler. Bizim derede tembel tembel dolanan kazlar gibi uzun uzun düşünüp istişâre eylediler. Ve en sonunda anlam ve mantık hatâları ile imlâ kusurları ile dolu olan aşağıda gördüğünüz astsubay rütbe isimlerini yumurtaladılar.
Hâlen meriyyetde olan 926 Sayılı TSK Personel Kânun’u madde 77’de astsubay rütbe isimleri şöyle yazılıyor;
Rütbenin mütemmim cüz’ü olan kıdemleri de aynı Kânun madde 140 tefrik etmiş. Kıdem denen şeyi düşünmeyi, 1323 sayılı Kânun ile ancak 1970 senesinde akıl edebildiler.
Kıdem deyip geçmeyin. Askerî Yüksek İdare Mahkemesine bu konuda elvan çeşit davâlar açılmış.
Yeri gelmişken bir hususu daha gündeme getirelim. Bugün itibariyle Ordumuzda Astsubay Üç ve Dört Kademeli Kıdemli Başçavuşlar maaş alıyor ve görev yapıyor. Fakat Astsubay kıdemlerini tefrik eden yukarıdaki madde 140, Üç ve Dört Kademeli Kıdemli Astsubay Başçavuşlardan hiç bahsetmiyor. Ben de bunlardan birisiydim.
Astsubay rütbelerinin üç ve dört kademe kıdemlerini TSK Kıyâfet Yönetmeliği gayet duru ve açık bir ifâdeyle tanımlamış, tefrik etmiş. Fakat hiçbir Kânun’da yeri yok.
Olacak iş değil!
Tam bir Aziz NESİN’lik vaziyet; Astsubay ne yaşar ne yaşamaz!..
Et kafalı subaylar ve maaş mutemetleri artık bu eksikliği görsünler. Astsubay Üç ve Dört Kademeli Kıdemli Başçavuşlar’ı 211 ve 926 sayılı Kânun’lara bir an evvel dâhil etsinler.
Makâlemizin buraya kadar bölümünde rütbe isimlerimizin bugüne kadar geçirdiğini başkalaşımın tarihine kısa bir göz gezdirdik.
Cumhuriyetimiz kadar eski bir tarihe sahip olan astsubay rütbe isimleri 926 Sayılı TSK Personel Kânun’unun 1967 tarihinde meriyyete girmesiyle hemem hemen bugün bildiğimiz biçimini aldı.
5837 Sayılı Kânun’un 22 nci maddesiyle 05 Ocak 2009 tarihinde içi boş ve anlamsız iki kıdem daha ilâve edildi.
Nefes aldığımız şu 2014 senesi itibariyle aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere Astsubayların;
Elân yürürlükde olan fakat gene değiştirileceği söylenen 926 TSK Personel Kânun’una göre;
Yukarıdaki tabloya iyi bakınız. Zirâ bu makâlemizde anlatacağımız konuları kavrayabilmek için astsubay rütbe ve kıdem isimlerini iyi bilmek gerekiyor.
Kafa yormaya gerek yok!
Çizelgenin solundaki rütbeler ve sağındaki kıdemlerin hepsinde istisnâlar hâriç, bekleme süresi 3 senedir.
Yeri gelmişken şunu da söyleyelim;
Şimdi, şu anda yürürlükde olan mevzuata göre yazılmış bir rütbeyi örnek olarak ele alalım. Siz muhterem okuyanlar şâyet müsaade buyurursa bilindik olduğu için biz kendi rütbemizi tetkik edelim.
Hemen aşağıda gördüğünüz ibare, câri mevzuata göre yazılmış nizâmî bir rütbedir. Astsubay rütbesini nizâmî olarak yazmak için bu unsurlarının tamamının bir arada olması gerekir.
İşde size nizâmî olarak yazılmış bir astsubay rütbesi. Keyfime göre yazmadım. Kanun’un emrine göre yazdım. Ne bir fazla, bir eksik.
Adam olanlar
Adam olanların rütbesini
Adam gibi yazar!
İşde
Yükseldiğim rütbelerimin
Terhis Belgesindeki imlâsı...
İşde,
Unvanımın
SGK’daki imlâsı...
Aynı rütbeyi “kısaltarak” şöyle yazmak da mümkün;
Türk Dil Kurumu’nun cârî İmlâ Klavuzunda, “Ast” kelimesinin kısaltması, “A” olarak verilmiş. Fakat Genelkurmay Başkanlığımız bu hususda kendine Türk Dil Kurumu’nun da fevkinde bir makâm vehmediyor ve bu kuralı kabul etmiyor.
Astteğmen ve Üstteğmen rütbe isimlerinin imlâsındaki garâbet bir yana,
Genelkurmay Başkanlığımız, Asteğmen rütbesindeki “Ast” kelimesini “A” şeklinde; Üsteğmen rütbesindeki ”Üst” kelimesini de “Ü” şeklinde kısaltıyor.
Fakat sıra biz Astsubaylara gelince “Ast” kelimesini kendince kısaltmıyor ve “Ast” şeklinde aynen yazıyor.
Türk Dil Kurumu, dil ve imlâ konusunda devletin yetkili teşkilidir. “Ast” sıfatını TDK’nın yapdığı gibi “A” olarak kısaltmak şüphesiz daha tutarlı, daha hukûkî ve daha meşrudur.
Bu cümleden olmak üzere “Astsubay” kelimesini “Asb.” şeklinde kısaltmak daha muteberdir, makbûldur.
Yukarıdaki rütbenin terkibini açıklamak ve anlaşılmasını temin etmek için aşağıda gördüğünüz şekli çizdik. Bu çizimde toplam 5 unsur ya da bölük var. Dikkatlice bir tetkik ediniz bakalım. Bildik, tanıdık bir şeyler var mı?..
Yukarıda gördüğünüz Astsubay rütbesinin unsurlarını tek tek ele alalım şimdi;
Çizelgede birinci bölük olarak size bakan yukarıdaki şu ihtiyârî kısımı açıklamaya hâcet yok! Tekâüt Astsubaylar bilirler onu. Muvazzaflar ise tekâüt olduğu gün elbet öğrenecekler.
Rütbenin ikinci unsuru ve rütbe sahibi askerin mensub olduğu kuvveti gösteren kısımdır. Rütbenin önüne bu bilginin ekleneceğine dair hiçbir Kânun’da hüküm yokdur. En azından ben bilmiyorum.
Kendi kuvveti içinde görev yapanlar için keçiboynuzundaki bal mesâbesindedir. Fakat müşterek karargâhlarda elzem olan bir bilgidir. Özellikle yazışmalarda akla hayâle gelmeyecek kargaşa çıkartabilir. Bu sebepden dolayı müşterek karargâhlarda yazmak farzdır.
Muhabereci olarak mesaj yazarken bu konuda benim yaşadığım sıkıntıyı şurada anlatmaya yeltensem buradan taaa bizim köye yol olur.
Akademik unvanı olan Astsubay meslekdaşlarımızın, unvanlarını bu kısımdan sonra yazmaları gerekir.
Ayrıca bilginiz üzere kuvvet kıdemi denen bir kavram vardır. Nasıbı aynı fakat farklı kuvvetlere mensup olan askerler, kuvvet kıdemlerine göre sıralanırlar.
Kuvvet kıdem sıralaması şöyledir;
Önceleri yazılı olmasa da kuvvet kıdemi denen bir mefhum var idi.
Müşterek karargahlarda, karacılar tesbih imâmesi gibi hemen sıranın önüne geçerler idi.
Sonra bir gün
Genelkurmay Başkanlığımız 2003 senesinde önce subaylar için “kuvvet kıdemini” keşfetdi.
Subaylar için kuvvet kıdemini keşfetmesinden tam 3 sene sonra Genelkurmay Başkanlığımız
Bu kez de Astsubaylar için “kuvvet kıdemini” icâd etdi.
Bir denizci astsubay olarak dokuz sene müşterek karargâhlarda görev yapdım. Bu hususu bilmeyen ve önümüze geçmeye yeltenen Havacı arkadaşlarımı hırpaladığımı kendileri iyi bilirler. Hem kel, hem de fodul olamazsın.
Rütbenin üçüncü unsuru olan bölük. Meslek veya sınıf rumûzudur. Asker kişini sınıfını ya da mesleğini(!) işâret eder. 211 Sayılı TSK İç Hizmet Kânun’unun aşağıda gördüğünüz 4 üncü maddesinden neşet eder.
Geldik asıl meseleye, rütbeye.
Astsubay rütbesinin terkibinde dördüncü unsur, rütbenin kendisidir.
Yukarıdaki fıkrada görüldüğü üzere “rütbe” kavramı yerine “unvan” demek de mümkün.
Astsubay rütbe isimlerini Kânun maddesine yazarken “Astsubay” kelimesinin yerine niçin “tırnak” işareti koymuşlar, hep merâk etmişimdir. Astsubay kelimesinin yerine tırnak işâretini niye yazdıklarını yazanlar söylesinler. Fakat böyle yazılmasının ceremesini gene astsubay rütbeleri çekiyor.
Bir vakit sonra, bakan gözler körleşiyor. Ve o tırnak işâretini temsil eden “Astsubay” kelimesini artık görmez oluyorlar. Ve “Astsubay” kelimesini rütbelerin başından soğan başı keser gibi kesilip atıyorlar. Kehellik etmedim. 926 Sayılı TSK Personel Kânun’unu açıp tek tek saydım.
Bu Kânun’da astsubay rütbe isimleri;
Bu bilgileri bir tabloya bezedim. Karşımda şöyle bir manzara zuhur eyledi.
Aynı rakamları subay rütbeleri için de verelim mi?
Efendim?..
Hayır, kehellik etmedim.
Yazan insanlar üşenmemiş!
Sayan insan niye üşensin?
Astsubay rütbe isimlerini utanmadan, arlanmadan kesip doğrayan şerefsizler sıra subay rütbelerini yazmaya gelince bakınız ne yapmışlar.
926 Sayılı TSK Personel Kânun’unda subay rütbe isimleri;
* * * * *
“Korgenaral” ve “orgenaral” şeklinde hatâlı yazılan subay rütbe isimlerini tashih etmek, muhataplarının bileceği bir tercih.
Fakat biz, aşağıda gördüğünüz üzere;
Asubay rütbe isminde “Çevuş” şeklinde hatâlı yazılan kelime hakkında bir şeyler yapmalı idik.
Yapdık da!..
25 Ocak 2016 Pazartesi günü şöyle bir dilekce gönderdim, ilgili makâma;
Başbakanlık Mevzuâtı Geliştirme Ve Yayın Genel Müdürlüğü,
05 Şubat 2016 Cuma günü şu cevâbı gönderdi.
Bugün, 12 Ağustos 2017 Cumartesi;
926 sayılı TSK Personel Kânûnunun yayınlandığı mevzuat.gov.tr’ye bugün bakdım.
Bu kânûna “Çevuş” şeklinde hatâlı olarak yazdıkları kelimeyi “Çavuş” olarak düzeltdiler.
|
Ve dahi
* * * * *
Becet guşunun ganedi gibi gırpılıp gırpılıp budanan astsubay rütbe işâretlerinin şimdi de resimlerini görelim;
Rütbemizin beşinci ve son unsurudur. Rütbenin tamamlayıcısıdır. Rütbe kıdemi derler ona.
Haa! Bir de şöyle demiş ehl-i muhabbet yârenler; çayda dem, askerlikde gıdem!
Demek ki neymiş?
Üst olabilmek için;
Rütbe kıdemi ayrıca 926 Sayılı TSK Personel Kânun’u madde 140’dan neşet eder.
Bu târif de aylığınıza temel teşkil eder. Bu kıdemleri yok sayarsanız maaşınızı eksik alırsınız.
Yukarıdaki çerçevede gördüğünüz subaylara ait 4 rütbe kıdeminden hiçbirisinin kıyâfete takılan işâreti yokdur. Bir senelik albay ile 15 senelik albay yanyana gelse kıyâfetlerine bakarak ayırt edemezsiniz. Kıyâfetlerine takılacak işâretleri olmadığı hâlde subaylar, kıdemlerini rütbeleriyle birlikte yazmak konusunda ısrarcıdırlar.
Yukarıdaki pencerede gördüğünüz 5 astsubay rütbe kıdeminden aşağıda yazılı ilk 4 rütbe kıdeminde, tıpkı subaylarda olduğu gibi herhangi bir kıdem işâreti yokdur.
İşâreti olmayan ve yukarıda gördüğünüz astsubay rütbe kıdemlerini şimdilik bir kenera koyalım. Ve bakışlarımızı, işâreti olan rütbe kıdemlerine çevirelim. Yaş haddinden emekli oluncaya kadar çalışan bir astsubay, aşağıdaki çizelgede gördüğünüz kol kıdem işâretini takar.
Yukarıdaki bölümde fâş eyledik. Bugün, bu makâlemizde daha önce hiçbir yerde, hiçbir mevzuatda görmeyeceğiniz şeyler göreceksiniz diye. İşde, onlardan bir dânesi.
Hemen aşağıda, sol cenahınızda size bakan siyah üzerine sarı sırmalardan ilk ikisini bilirsiniz. Fakat son ikisini ilk defa bugün bu makâlede görüyorsunuz. Çünkü bu son iki kıdem işareti hiçbir yerde, hattâ askerî mevzuatda bile mevcut değildir. Sözlü olarak ifade edilmiş fakat resmi gösderilmemişdir.
Coni parasının 2,3 TL, fakir fukara yiyeceği patatesin 6 TL, acı soğanın 4 TL, benzinin 5 TL’yi aşıp kurufasulyenin okgasının tam 17 TL’e fırladığı şu soğuk şitâ günlerinde sizler için hiçbir fedâkarlıkdan imtinâ etmedik.
Epeyi uğraşdırsa da kesip biçerek biz bir araya getirdik.
Nereden çıkardın bunu diyenler var ise kendi kuvvetinin TSK Kıyâfet Yönetmeliğini açıp baksınlar.
2009 senesinde yapılan aptalca bir düzenleme ile yukarıdaki madde 140’da gördüğünüz ilk iki rütbe kıdemi icâd edildi. Hiçbir açıklaması yok, hiçbir faydası yok!..
Yazışmalarda yazmayın diyorlar. Öyleyse nedir bu yeni kıdemlerin esbâbı mucibesi? Nereden bakarsan bak aptalca, nereden bakarsan bak ahlâksızca bir düzenleme.
Astsubaylara üçer seneden 6 sene daha avara kasnak yapdırmak ve kol kıdem işâretlerinden iki dânesini gasp etmek için kurulan âdi bir tezgâhdan başka bir şey değil.
Beşinci rütbe kıdemi olan Astsubay İki Kademeli Kıdemli Başçavuş’luğun ise sâdece bir adet kıdem işâreti var. Kağıda yazarken “İki” diyorsun fakat kıyâfetine “Bir” dâne kıdem işareti takıyorsun! Bu saçmalığı açıklayacak bir ifâde bulamıyorum.
Ceket, palto, pardesü ve gece kıyâfeti ceketinin kol ağızlarına kıdem işâreti takılması gerekir. Fakat meslekdaşlarımız bu kıdem işâretlerini hem kıyâfetlerine takmazlar hem de yazışmalarda yazmazlar. Meslekdaşlarımızın bu konudaki aymazlığa varan ilgisizliğinin sebebini bir türlü anlayamışımdır.
Her rütbeden her meslekden çoğu insanın bilmediği hâlde en çok hırpaladığı, inkâr etdiği, görmezden geldiği bölük, işde bu beşinci ve son kısımdır. En çok da bu kıdemin sahibi olan astsubayların haksızlığına uğrayan bölükdür.
Buradan iddia ediyorum.
20 sene, 30 sene hizmet etdikden sonra bile;
emekli olup giden o kadar astsubay meslekdaşımı biliyorum ki.
Kânun’lara göre astsubay rütbesinin en son kıdemi, Astsubay İki Kademeli Kıdemli Başçavuş’dur. Kânun, bu noktada iflâs ediyor. Böyle bir durum subaylar için söz konusu olabilir mi?...
Pekiyi, bu kıdemde üç senelik bekleme süresini tamamlayan muvazzaf astsubaya ne vereceksin?
Avara kasnak?!!
Valla kusura bakmayın. Tükendi!.. Astsubaylara verecek başka bir kıdem kalmadı mı diyeceksiniz? Utanmıyorsanız şâyet ki şu anda öyledir, diyebilirsiniz tabi ki.
Kânun’ların hükmünü tüketdiği noktada Yönetmelik giriyor devreye. TSK Kıyâfet Yönetmeliğinin bir maddesi var. Mealen şöyle der; “Bekleme süresini tamamlayan astsubaylar, yaş hâddinden emekli oluncaya kadar ceket, palto ve pardesülernin kol ağızlarına her üç senede bir sarı sırmadan kol kıdem işâreti takarlar.”
Hattâ aynı Yönetmeliğin Başemrinde mealen şöyle der; “Bu Yönetmeliğin hükümlerini yerine getirmek her hak sahibi askerin görevi, uygulanmasının takibinden ise sıralı sicil âmirleri sorumludur.”
Kıyâfet Yönetmeliği emirlerine uymadığı için sıralı sicil âmirinin bir astsubayı uyardığını ben hiç duymadım, görmedim.
Astsubay olan sen, uyumaya bu kadar teşne isen âmirin olan subay seni niye uyandırsın ki?..
Mürekkep yaladığını bildiğim bâzı arkadaşlarımın bile bu konuda aslında câhil olduklarını görmek bana hep acı vermişdir.
Ankara’da vazifeliyken resmî törenlere iştirak etmek üzere Anıtkabir’e giderdik. Bilirsiniz, askerler, havuz denilen yerde kuvvet kıdemine göre; subay, astsubay vb. olarak ictimâ ederler.
Kıdemimiz icâbı astsubay arkadaşlarımızın en önünde duruyoruz. Benim yanımda da benden kıdemli olduğunu bildiğim bir iki arkadaşım var. Bir bakdım bu arkadaşlarımın ceketinde kıdem işâretleri yok. Saygıyı bir kenara bırakıp kendilerine durumu anlatdım ve onların önünde durdum. Görünüşde ben onlardan daha kıdemliyim çünkü. Benden üç sene, beş sene kıdemli olmalarına rağmen benim arkama geçmek zorunda kaldılar. Hoş olmadığının farkındayım. Fakat Kânun’u bilmezsen, tanımazsan işde böyle kötü duruma düşersin.
Mekânı şereflendiren,
Zâmanı kıymetlendiren,
İnsandır...
İşde, ömürlerinden çok kıymetli bir sâniyeyi bizimle paylaşan sevdiklerimizden bâzıları...
Aynı mekânda
Aynı hissiyâtla çarpan yürekler...
Nefesler tutulmuş!
Tavsırcının himmetiyle
Tekerine çomak sokup
Zamânı işde böyle durdurduk...
Anıtkabir’de gene aynı yerde beklerken bir bakdım, Kara Kuvvetleri ve Jandarma Genel Komutanlığı mensubu astsubayların en kıdemlilerinin hepsi Astsubay Kıdemli Başçavuş.
Hava Kuvvetlerine bakdım, orada 2, 3 hattâ 4 kademeli kıdemli astsubay başçavuşlar gördüm. Sonra, tekrar Kara Kuvvetleri mensubu astsubayların yanına gitdim.
En önde duran astsubaylara dedim ki;
Çok aptalca ve aymazca bir cevâp verdiler;
Dedim ki;
Bu hususda söylediğim her şey mesleğinin son senelerine gelmiş 20, 30 senelik o Karacı astsubayların bir kulağından girmedi bile...
Sen, kendi hakkını, vazifeni bilmezsen oturur başkasından himmet beklersin ey Karacı gardeşlerim. Şu Denizci meslekdaşınızdan yediğin fırça da kesene kâr kalır.
Bizde var, onlarda yok diyenlere bir çift sözüm var. Fanusdaki süs balığını hatırlayınız. Sâdece sizde var olduğunu zannetdiğiniz şey, aslında onlarda da var. Fakat sizde olmayan bir şey var; TSK Kıyâfet Yönetmeliğinin onlarda olan bölümü. Çünkü, söze konu bu Yönetmeliği, kuvvetlere has olarak neşretmişler. Sizinki onlar yok,
Onlarınki de sizde yok.
Bu konuyu incelerken durumu fark etdim. Genelkurmay Başkanlığı kütüphânesini aradım. Görevliden rica etdim. Bu yönetmeliğin Kara, Deniz ve Hava olmak üzere üç ayrı kitap olarak neşredildiğini öğrendim. Sonra, zahmet edip Kara ve Hava Kuvvetleri kütüphanelerine gidip bakdım. Öğrendim...
Al, işde benim rütbem Sâhil Güvenlik Telsiz Astsubay Üç Kademeli Kıdemli Başçavuş.
Haydi bakalım! Bu rütbeyi “kısa” olarak söyle!..
“Astsubay” kelimesini kesip atıyorsun,
“Kıdemi” söylemiyorsun...
Geriye ne kaldı?
Kıdemli Başçavuş...
Sen, benim rütbemi kısaltmadın ki!
Eksiltdin!
Azaltdın!..
Kesdin, biçdin ve kesdiğin o bölükleri çöpe atdın be adam!..
Ortada
Ne “Astsubay” kaldı,
Ne “rütbe” kaldı
Ne de “kıdem”
Bunu bizden isteyen et kafalılar “kısaltmak” ile “eksiltmek” fiili arasındaki anlam farkını hem bilmiyor hem de anlamak istemiyor ki. Muvazzaf iken bu konuda da dilekce verdim. Fakat işlem yapmaya niyeti olmadığını tavırlarıyla bana hissetdiren makâm sahipleri kulaklarının üsdüne yatdı.
Astsubay rütbe isimlerinin yazılmasında yapılan haksızlık, saygısızlık ve hakâretler bu kadarla da sınırlı değil. Astsubay rütbe kıdemlerinin yazılmasında da haksızlık, terbiyesizlik, kânuntanımazlık diz boyu.
Askerî yazışmaları düzenleyen bir Yönerge vardır. TSK Karargâh Hizmetleri Yönergesi. Söze konu bu Yönerge’ye istinaden “Askerî yazışmalarda subay ve astsubayların kıdemlerinin rütbeleri ile birlikte yazılmasına izin verilmez. Örneğin; Piyade Kıdemli Albay, Piyade Albay (P.Alb.); Telsiz Astsubay III Kademeli Kıdemli Başçavuş ise Telsiz Astsubay Kıdemli Başçavuş (Tls.Astsb.Kd.Bçvş.) şeklinde yazılır.” diyen bir hüküm vardır.
Bu bilgiyi şunun için verdim. Astsubay rütbe kıdemleri 926 TSK Personel Kânun’u madde 140’da tarif edilmişdir. Rütbenin önemli bir unsuru olan kıdemlerin, rütbe ile birlikte yazılması gerekir. Fakat yukarıda bahsetdiğimiz üzere askerî yazışmaları düzenleyen TSK Karargâh Hizmetleri Yönergesi, 926 sayılı TSK Personel Kânun’un 140 ıncı maddesine aykırı olarak astsubay rütbe kıdemlerinin yazılmasını yasaklamaktadır.
Subay kıdemlerinin kıyâfetlerine takılan hiçbir işâreti yokdur. 1 senelik albay ile 15 senelik albay yan yana gelse hangisinin kıdemli olduğunu kıyâfetine bakarak anlamak mümkün değildir. Bu sebepden dolayı subay kıdemlerinin yazılmaması anlaşılabilir.
Fakat astsubay kıdemleri için durum çok farklıdır. Astsubay kıdemlerinin kıyâfetlerine takdıkları işâreti vardır. Yukarıdaki bölümde resimlerini verdiğimiz bu işâretlere bakarak astsubaylar arasında kıdem sıralaması yapmak mümkündür.
Anayasa’nın 11 inci maddesi Kânun’ların Anayasa’ya aykırı olamayacağını emreder. Bu cümleden olmak üzere Yönetmelik, Yönergeler de Kânun’lara aykırı olamaz. Yönerge’ye yazdığı söz konusu bu hükümle Genelkurmay Başkanlığı, Anayasa’yı hâlâ ihlâl etmektedir.
Yönerge’nin getirdiği bu yasağı iptal ettirmek için 2009 senesinde AYİM’ e dâva açdım. Ve pek tabii olarak kaybetdim. Çünkü ben bir astsubaydım ve bu davâyı mutlaka kaybetmem gerekiyordu. AYİM, Anayasa’nın 11 inci maddesini inkâr etdi. AYİM’in utanmaz hâkimleri bile verdikleri mahkeme karar metinlerine kıdemlerini yazarken biz astsubaylara kıdemimizi yazmayı mahkeme kararıyla yasakladılar.
Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı’nın işlediği Anayasa’nın 11 inci maddesini ihlâl suçuna verdiği bu kararla AYİM de ortak oldu.
Astsubayların kıyâfetinde işâretini taşıdığı, maaşına esâs olan ve Kânun’un emretdiği rütbe kıdemlerinin yazılmasını yasaklamak suretiyle Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı Anayasa’nın 11 inci maddesini göz göre göre hâlâ ihlâl etmektedir.
Peki ne kaldı geriye?..
Şu an aklımdan geçenleri edebim müsaade etse de şuraya bir döküversem...
Devletin imkânını ve Kânun gücünü eğip bükerek astsubaylara bu bu haksızlığı, bu alçaklığı, bu şerefsizliği, bu kalleşliği yapan subaylara yazıklar olsun!
Dünya her sabah bir torba yeni bilgiye uyanıyor dediydik makâlemizin evvelki bölümlerinde.
Astsubay rütbelerini eksik-güdük, eğik-bükük yalan-yanlış yazan insanlar da bu makâleyi okumakla yeni bilgilere uyandılar.
Ve yapdıkları hatâyı gördüler, fark etdiler.
Şeyhim Edebalı;
Atın iyisine doru,
Yiğidin iyisine deli, dedi.
Bilginin doğrusuna da ne söyleneceğine buyurun siz karar verin.
Biz, Kânun’ların sayfasını açdık ve orada yazılanları gün ışığına çıkartdık,
Bu şekliyle ilk defâ gündeme getirdik.
Artık kimsenin mazereti kalmadı.
Herkes öğrendi.
Astsubay rütbe ve kıdemleri fanusdaki süs balığı değildir.
Serbest bırakınız.
Onu
Kânun’un emretdiği gibi yazınız, söyleyiniz.
Son Söz;
Geriye ne kaldı?
Bildiğini,
Doğrusunu,
Kânun’un emretdiğini yazmak!
Astsubay rütbe ve kıdem isimlerini Kânun’un hükmüne göre yazmak!
Bunu da siz muhteremlerin vicdânına, nâmusuna ve şerefine havâle ediyorum.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
T.C.O.
T.S.K.
K.K...
İlk iki rumuzun ne olduğunu bilirsiniz yârenler.
Lâkin üçüncüsünü bugün ilk defâ işiteceksiniz.
Ve ne olduğunu bugün öğreneceksiniz...
Ne demiş ebemiz dedemiz?
Bilmemek değil,
Öğrenmemek ayıp!
Ne var bunda?..
Dünya her gün bir çuval dolusu yeni bilgiye uyanıyor diyorsanız.
Biraz dayançlı olunuz...
Bizler için alelâde bir bilgi değil!
Yonan gâvuruna son darbeyi vurup
Sıçdıkları yere gadar govalamaya and içdi.
Bu maksatla Başkomutanlık Meydan Muharebesinin harp planını görüşmek üzere geldi.
Şehrimizi şereflendirdi.
Övünçlüyüz!..
Gaymak,
Halı...
Şehrimizin şöhretlerindendir.
Sucuğumuz da meşhurdur. Dadına bakmışdır, Nejdet Bey iyi bilir!
Fakat bunların hepsinden pek daha meşhur bir hazinemiz var şehrimizde; Büyük Utku Anıtı.
Atatürk’ün “Büyük Utku’yu en iyi anlatan anıt!” diye tarif etdiği Anıt, memleketim Afyonkarahisâr’dadır.
İstiklâl Harbinde düşmanı ezen ve Cumhuriyeti tesis eden kahraman subaylar, ona “T.C. Ordusu” dedi.
Câhil insanlar bilmese de
Gâfil insanlar görmezden gelse de
Hâin insanlar yazmasa da
İstiklâl Şairimiz Mehmed AKİF, irâd etdiği İstiklâl Marşı’mızda ona “Kahraman Ordumuz” dedi,
Coni’nin pışpışlamasıyla 27 Mayıs darbesini tertipleyen Amerikan mamacısı subaylar da
Gıçı boklu Coni’nin ağzıyla isim verip ona; “Türk Silahlı Kuvvetleri” dedi.
Ve sıra geldi Nejdet Bey’e...
Bir vakit sonra kendisine incili bir vahiy daha nüzûl eyledi!..
Kendi döneminde askerin itibarsızlaştırılmasına zirve yapdıran Nejdet Bey;
Kendisini memur,
Yedi bin senelik mâzisi olan
Silâhını elinden bırakdırıp kışlaya hapsetdiği
Yedi yüz binlik askerden müteşekkil orduyu da arkasına alıp
Kamunun bir kurumu yapdı...
Kahraman asker,
Bir anda
Memur oldu!
Şimdi artık o gahraman gomutanlarımız kendilerine
Devlet memuru,
Kıyafetini giydikleri teşkilâta da
Kamu Kurumu,
Ya da
Kısaca
K.K. diyorlar!..
Kurum!!!
Ne zaman duysam bu sözcüğü,
Anamın
Kış vakdinde temizlediği
Soba borusunun içinde biriken
Tozumsu ya da tortulaşmış
Katran karası is gelir aklıma...
Bu fikrisâbit konusunda yalnız olmadığımı da iyi biliyorum.
Hangi kurumdansın?
Soba kurumundan!..
Yok, yok
Baca kurumundan!!!
Nerede askersin gardeş?
Kamu kurumunda!!!
Neyin komutanısın beyim?
Kamu Kurumu’nun!..
Kurumsal Kimliğin nedir gomutanım?
?!!........
Madem artık başkalaşmaya uğrayıp
Kurum oldular
O zaman bir de kimlik olması gerekir,
Değil mi?
Peki, var mı?..
Bakacağız...
Bir siyâsi şahsiyet tasavvur edin.
Bugün söylediğini
Yârın
Gözlerini belerte belerte
İnkâr ediyor!..
Ne söylese,
Hangi kelimeyi diline alsa;
Kirletiyor,
Bozuyor,
İfsâd ediyor...
Ufûnet,
Nuhûset,
Necâset,
Kerâhet...
Değil elinin değmesi
Parmağı ile işâret etse
Mısmıl’ı
Mundar ediyor!..
Sen,
Hırsızlık diyorsun.
O, armağan, hediye diyor.
Sen,
Rüşvet, irtikâb, kul hakkı diyorsun.
O, hayır hasenât, diyor.
Kul hakkını yiyor!
Acem uşağına hayırsever işadamı diyor,(³)
Bakıyorsun
Dünyanın en büyük kalpazanı
Kaltabanı ve
Âdî bir caşıt olduğu çıkıyor ortaya!..
Bugün
Âdeta desdân yazdılar dediği
Kahraman dediği insanlara
Ertesi gün
Hâin diyor!...
Türk’üm diyor,
Anlıyorsun ki değil!..
Müslümanım diye gıçını yırtıyor,
Olmadığı
Paçalarından akıyor..
Bir askerî şahsiyet tasavvur edin!
Bir şey söylüyor;
Söylediğini
İnkâr etmiyor.
Fakat
İzâh da edemiyor.
Söz, ağızdan çıkar
Lâkin bizimki
Ağzından çıkardığının ne olduğunu
Kendisi de bilmiyor.
Ne dediği belli değil!
Aslında,
Keenlem yekûn!..
Millî Ordu’muza kumpas kurulduğunu en baş danışman ağzından yumurtalayınca (⁴)
Siyâset meydânı birden bire hareketlendi...
Bildik çamurlar,
Bilinmedik iftiralar,
Duyulmadık hakâretler,
Görülmedik beddualar,
Güngörmedik şetimler,
Lâğımdan beter
Kâzûrâtdan kötü kokular yayan
Gâliz atışmaların
Beşyüz dânesi yarım guruş...
Zemherir Fırtınasının kemik çatırdatan soğuklarında
Siyâset vasatında
Harâret harlandı,
Yülgü kılağılandı,
Nabızlar hızlandı,
Angara’nın gaygan siyâset yolları buzlandı,
Gönleşmiş
Kızarmayan yüz derileri tuzlandı...
Suhûnet ile rutûbet dahi
Hâfıza dumuruna uğrayıp
Kimliğini unutdu...
Askerî cihetde ise
Bu arsız kımıldamalar
İşgillendi...
Ayıpdır demesi
Ben buradan hafifce yellendim,
Onlar taaa oradan nem gapdı!
Yatak döşek nevâzil oldu..
Söz, gölge gibidir.
Söyleyenin peşini bırakmaz dediydik.
Dânesini dökmüş buğday başağı gibi
Kıyâm etmiş siyah saçlarımdan ben,
Söylediğin sözden,
Sen mesulsun.
Peşini bırakmaz!
Bir yeri,
Bir vakdi gelir
Söyleyenin yoluna çıkar.
Dediydik Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’da!
Boynu eğri
Gazcı Muammer’in yapdığı gibi
Gırmızılı Gadın’ın gözüne gazı
Galleşce sıkıp
Gorkakca sıvışamazsın.
O üfürdüğün söz,
Sabırlıdır.
Beklemekdir tek sermâyesi
Bir demi gelir
Yolunu çevirir.
Gırtlak kırk boğumdur, Yaşar Efendi.
Üfürmeden önce kırk kere ölçüp tartacaksın!..
Bakınız kim,
Ne dem,
Nerede,
Ne inci yumurtaladı!..
Basın-yayın denen şantajcı-tetikci ve yalan dolan mecrâsında
Küfür ile hakâret vecde gelip
Acemaşirân makâmından şen şakrak şarkılar terennüm eylerken
Genelkurmay Başkanlığımız boş durmadı.
Selâmlama topunun namlusuna itelediği kuru sıkı bir basın açıklamasıyla
Bir salvoluk kubur sıkdı.
Kamuoyuna saygıyla duyurduğu söze konu basın açıklamasında şöyle dedi Nejdet Bey;
Bizim makâlemize malzeme olan
Yukarıda gördüğünüz basın açıklamasının altıncı maddesinde üfürülen bir kavram ile alâkalı.
“Kurumsal kimlik!..”
Basın açıklamasını kıraat etdikden sonra şöyle bir düşündüm...
Bir Kamu Kurumu(!) olan ve
O kamu kurumunun görevlisi Nejdet Bey’in başkanı olduğu
Genelkurmay Başkanlığımızın bir kurumsal kimliği var mı diye!..
Bu ocağa üç on seneden ziyâde hizmet eden bir astsubay olarak bu kavramla ilk defâ müşerref oldum.
Aradım, taradım kendimce örütbağı...
Belki bulurum diye
Lâkin bulamadım.
Ben bilmiyorsam
K.K.’nın kurumsal kimliği yok demek değildir,
Elbet bilen birisi vardır dedim kendi kendime...
Bilen birisi olarak da karşımda bu kavramı fıslayan kurumu buldum; Genelkurmay Başkanlığımız.
Sorarım bu kavramı kamuoyuna duyurana
Onlar da bana fâş eyler dedim kendime.
Aldım guş ganedinden galemi elime,
Daldırdım hokkanın içinde
Gara dut gibi dalında gıpraşıp duran gara mürekkebe...
Dilekcemi yazıp bitirmiş olmanın verdiği huzur ile e.devlet sayfasına girdim.
Yeni bir dilekce sayfası açdım ve yukarıda temâşa eylediğiniz dilekceyi kesip yapışdırdım.
Şuurlu bir vatandaş olarak dilekcemi, sualin cevâbını bilen makâma gönderdim.
Başladım cevâbı beklemeye.
Sağolsunlar!
Çok bekletmedi Genelkurmay Personel Başkanlığımız.
Benim sorduğum sualime cevâp(!) olarak şu yazıyı gönderdiler.
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. (Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.)
13 Ocak 2013 Salı, 2:49 PM
To: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Başvurunuz, 4982 sayılı Bilgi edinme Hakkı Kanunu’nun “Kurum İçi Düzenlemeler” başlıklı 25’inci maddesi kapsamında değerlendirilmiştir.
Bilgi Edinme Kanun’unu biliyordum. Hemen açdım sayfasını, buldum madde 25’i.
Şöyle diyordu o menşûr madde;
Sorduğumuz sual;
Sayın Komutanlarım;
Bir yandan basın açıklaması diye dünya âleme fâş ediyorsunuz
Diğer yandan kamuoyunu ilgilendirmez diyorsunuz.
Peki aldık kabul etdik de
Siz bu basın açıklamasını kime yapdınız Allahaşkına?
Bakınız!
Bir vatandaş olarak soracak bir sualiniz varsa bunu sorarsınız
Devlet kurumunu temsil eden memur, vatandaşın sualini etkin, süratli ve doğru olarak cevâplamak mecburiyetinde.
Genelkurmay Personel Başkanlığımızın bana gönderdiği şu yukarıdaki yazıda, benim sorduğumu sualin cevâbı var mı?
Yok!
Başkanımıza ne lâzım?
Sucuk lâzım!..
Bir de
Kurumsal Kimlik!..
Bize ne lâzım...
Bize,
Cevâp lâzım!
Birinci dilekceyle beni savuşdurduklarını zannedenlerin burnuna ikincisini dayadım;
İLGİ:
Genelkurmay Başkanlığımız cevâp verme konusunda gerçekden süratli çalışıyor.
Takdir etmek lâzım.
Fakat verdiği cevapda etkinlik ve doğruluk var mı?
Onu da
Aşağıdaki cevâba bakıp siz bulun gayrı...
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. (Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.)
20.01 2014, 10:13 AM
To: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Başvurunuz, Bilgi Edinme Hakkı Kanununun Uygulanmasına İlişkin Esas ve Usuller Hakkında Yönetmeliğin “Başvuruların Cevaplandırılması” başlıklı 18’inci maddesi kapsamında soyut ve genel nitelikteki başvuru olarak değerlendirilmiştir.
Birinci dilekcemizi madde 25’den çöpe atan Genelkurmay Personel Başkanlığımız
İkinci dilekcemize verdiği cevâpda
Bu kez ray değiştirip
Madde 18’den çelme takdı.
Madde 18 nedir?
Madde 18- (......) Daha önce cevaplandığı halde aynı kişiler tarafından yapılan tekrar mahiyetindeki başvurular ile soyut ve genel nitelikteki başvurular işleme konulmaz ve durum başvuru sahibine bildirilir.
Bana diyorlar ki senin sorduğun sual “soyut ve genel nitelikde” olduğu için cevâp vermiyoruz.
Önce madde 25,
Sonra madde 28...
Oradan birisi işkembeden bir kavram üfürdü
Yeli, burada bizi süpürdü...
Somut bir soru,
Soyut oldu.
Soyut kurumsal kimlik ise
Tebahhur etdi.
Nejdet Bey bir konuşmasında ne demişdi? “Ben, bir kamu görevlisiyim.”(⁵)
Kamuoyu, Genelkurmay Başkanlarının bir kamu görevlisi olduğunu 90 sene sonra öğrendi.
Kamu görevlisi olduğunu itiraf etmekle
Nejdet Bey,
Kıt’a komutanı olmak iddiasından vazgeçmişdir.
Nejdet Bey kamu görevlisi olduğuna göre, demek ki kendisi de o kurumunun komutanı oluyor değil mi?
Peki, nedir o kurum?
Soba kurumu değil herhâlde...
Buyurun, kendi yazdıkları Kanun’dan öğrenelim ne olduğunu;
“Askerî hastane, okul, ordu evi, dikim evi, fabrika, askerlik şubesi, ikmal merkezi ve depo gibi askerî tesis ve teşkiller...”
Yedi yüz bin askerden teşekkül Ordumuz
Bir kamu kurumu oluyorsa,
Nejdet Bey de
Bu kurumun komutanı oluyorsa,
Söyleyin bakalım şimdi;
Nejdet Bey, aşağıda gördüğünüz hangi “kurum”un komutanı?
Sen
Depo komutanı olmayı seçdiysen
Biz ne diyelim?..
Kurumsal Kimliğin nedir Nejdet Bey?
Varsa
Söyle, bilelim.
Yoksa
Çık ortaya ve
Mertce
Yok de!.. Ve hemen Kurumsal Kimliğini tesbit etmeye başla.
Aklınıza getirdik diye de
Olmaz ya!
Bize bir teşekkür et!.
Sâir Bakanlıklara sual ediyorum
Ertesi gün cevâp geliyor.
Millî Savunma Bakanlığı’na,
AYİM’e,
Genelkurmay Başkanlığı’na soruyorum.
Sualimiz
Taş kesip geri bize dönüyor...
Niyet kötü oldukdan sonra
Hiçbir Kânun kâr etmiyor.
Dilekceler battâl oluyor,
Kelimeler mânâlarını yitiriyor.
Az daha zorlasak
Suçlu biz olacağız!
Kamu kurumu olan
Genelkurmay Başkanlığımıza
Sakın bir daha sormayın
Kurumsal kimliğiniz nedir diye!
Çünkü
Bilen hiç kimse yok oralarda!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.
Saatde 30 kilometre sabit hızla yürüyen bir garaja arabanızı park etdiniz mi hiç?
İki geminin denizde varagele yapması da işde böyle birşey...
Hızlı gitsen garaja çarparsın, halatı kopartırsın.
Yavaş gitsen arabayı garaja sokamazsın. Halat gene kopar...
Böylece alış-veriş başlar.
Bu gemi, ötekine bir şey gönderir.
Öteki gemi, berikine başka bir şey...
Herkes, kendi yediğinden misâli!..
Denizde ikmâl yapabilen deniz kuvvetlerine sahip ülke sayısı bugün bile iki elin parmaklarından çok değildir.
Bizim deniz kuvvetlerimiz, denizde ikmâl yapabilen beş on deniz kuvvetinden birisidir.
Devâm eden harekât için sâniyeler bile çok önemlidir.
Mazot, cebehâne, ekmek, su bitdiyse deponu doldurmak için dünyanın öbür ucundan buraya gelemezsin.
Bu neviden ihtiyacını, harekât icrâ etdiğin mevkiide ikmâl etmelisin.
Üsdelik,
İhtiyâcı neyse geminin istediğini sâdece beş on dakikada alıp-verip yoluna devam etmesi beklenir.
Dolmuş değil ki hemen kenara çekip işini göresin.
Kocaman gemi...
Dur desen, durması iki saat alır.
Varagele, tehlikeli ve zor bir işdir. Hiç ummadık kazâlar meydana gelebilir.
Gergin bir halat koparsa
Tırpanın ekini biçdiği gibi yakınındaki insanları ikiye bölebilir.
Oldu, gördüm!..
Halatın kopması, taşınan malzemenin denize düşmesi, indirirken kırılıp dökülmesi,
Hele bir de patlaması var ki,
Ne siz sual eyleyin ne de ben diyeyim.
Mecbûrî durumlarda başka çâre yokdur.
Yapmak zorundasın.
Azgın fırtına,
Dağ gibi dalgalar var.
Koca gemiyi defter yaprağı gibi kaldırıp kaldırıp anamın keçeye vurduğu tokaç gibi suya vuran kudurmuş rüzgârlar,
İnsanın kemiklerine kadar işleyen buzdan da soğuk havalar var...
Her zamân sütliman değildir!
Ne zamân ne yapacağını kesdiremezsin.
Deniz, kadına benzer,
Atamazsın, satamazsın
Başetmeyi bilmek gerek.
Dalgalı bir havada denizde hareketsiz kalan geminin Allah yardımcısı olsun!
Ceviz kabuğundan beter sallanır.
Serseri mayın gibi kontrolden çıkar.
İkisi de tehlikelidir.
En iyisi, her iki gemi, aynı istikâmette ve aynı sürâtle hareket ederken varagele etmekdir.
Sağ tarafınızda temâşa etdiğiniz resimdeki sepetin içinde sulh zamânında takas edilenler;
Fındık fısdık, gazete, lasdik...
Harp zamânında ise
El, ayak, kol bacak... (Bkz.→)
Havilsiz olmak gerek!
Denizin hiç merhameti yokdur.
Zayıfları hemen yutar.
Kendine ait olmayanı da
Eninde sonunda kusar.
Daima en iyiye,
En güçlüye teslim olur.
Dedik ya, kadın gibidir!..
Deniz görevlerimizin temcid pilâvıydı varagele tâlimi...
Bahriyeli yârim var,
Gemilerde tâlim var,
Değil mi?..
Personel varagele mevkilerine diye başlayan ve yaz-kış, gece-gündüz, deniz-domuz demeden saatler süren varagele tâlimleri...
Her seyir esnâsında mutlaka bir kaç kere tâlim ederdik.
İşin içinde insan canı var,
Geminin selâmeti var.
Tatbik edesin ki gerçek ihtiyâc durumunda layıkıyla yapabilesin.
Hem, harb şaka kaldırmaz!
Mağlubiyetin bedeli ağırdır,
Eskeriyetle telâfisi de yokdur çünkü.
Bilmem ne denizinin bilmem ne bölgesinde olduğunuzu tahayyül edin.
Altınızda sâdece su var; sonsuz bir tuzlu su çölü çepe çevre kuşatmış sizi.
Üsdünüzde ise hava...
Deniz, yasdık,
Hava, yorgan niyetine...
Sol, sağ,
Ön, arka...
İskele, sancak,
Pruva, pupa...
Altınızdaki ve üstünüzdekinin aynısı...
Kuş uçmaz, kervân uğramaz diyârlar bile oralardan daha ehven.
Kaderimle başbaşa kalmışım.
Ne yol var ne de iz...
Kuş olup uçmaya tevessül etsem insan yaşayan en yakın kara parçasına vasıl olmaya mecâlim yetmez...
İmdat! Can kurtaran yok mu? desem kelime-i şahâdet getirip ruhumu teslim eylerim de kimseler duymaz...
Gemide çalışdığım yerin sol tarafı, cephane dolu. Değil bir gemi, koca bir şehri berhevâ etmeye yetecek kadar barut var.
Yatdığım yatağın hemen bir güverte altında geminin makineleri var. Her biri bina kadar büyük.
Sağ tarafımda, onlarca tanker dolduracak kadar büyük akaryakıt depoları... Orada geminin bir senelik nevâlesi yatıyor.
Her tarafımda içinden on binlerce volt geçen kablolar, buhar geçen, mazot geçen borular,
Harıl harıl işleyen cihazlar,
Homurdayan divâsa makineler...
Bu kadar yanıcı, yakıcı ve patlayıcı maddeyi dünyanın hiçbir yerinde bir arada göremezsin.
Yokdur çünkü!
Birbiriyle işbirliği içinde çalışan yüzlerce silah, makine, cihaz, âlet, edâvat...
Sâdece kendi çalışdığım telsiz kamarasındaki cihazları şöyle bir düşünüyorum da...
Bir gürültü vardır ki orada. Makine dairesinde çalışan arkadaşlarıma gıpta etdiğim zamanlar olmuşdur hani.
Hele bir de yazdığım ve okuduğum mesajlar...
Minder yapsam
Her T.C. vatandaşına bir adet bilâ bedel hediye etmeye kâfi gelir.
Ya da cilt yapdırsam,
Millî Kütüphânedeki kadar bir külliyât zuhur eder.
Görüneni görünmeyeni ile bunların içinde işleyen onbinlerce makine parçası, dişli, piston ve saire...
Tersanede inşâ aşamasında TCG ORUÇREİS harp gemisinde çalışdım.
Meşhur Beypazarı kurusu kalınlığında tam kırkbin kilometre bakır kablo döşedik...
İnsan vücudunda ne kadar damar, kılcal damar var ise bunun beş misli kablo bizim gemide vardı.
Buna ilâve olarak bir de bu geminin içinde can var, can!..
Onlarca, bazılarında yüzlerce...
Devletin onca paraya can verdiği gemi ve
Vatan görevini yapmak için canlarını dişlerine takmış vatan sevdâlısı denizci askerler...
Astsubay, subay...
Ve başımızın tacı, gözümüzün bebeği, anaların bize emânet etdiği,
Kınalı kuzular...
Hepimizin hayâtı incecik bir tele, aha şuncacık bir cıvataya, mercimek kadar bir pula; toplu iğne ucu kadar bir parçaya bağlı.
Olacak ise oluyor.
Mukadderât!
Herşey yolunda giderken
Birden bire makinelerden birisi bozuluyor.
İçinden tazyikli su, buhar, yağ, akaryakıt geçen bir boru patlıyor.
Bir kablo yanıyor...
Gemi, şamandıra gibi kalıyor tuzlu deniz çölünde...
Allah esirgesin!
Oldu,
Küçük bir kıvılcım,
Kocaman bir patlama demekdir.
Şuncacık bir cıvata,
Küçücük bir pul,
Saç kılı kadar ince bir kablo...
Neticesini kimse tahmin edemez!
Dünya’nın nısfını gezdim, gördüm. Kendi paramla gezgin olarak değil, ha! Nerede bu fukarada o para?.. Devlet görevi icâbı hani!..
Yabancı harp gemilerinde, kara birliklerinde yatdık, yedik, içdik. Çeşitli devletlere mensup her rütbeden askerle berâber çalışıp denizde kader ortaklığı yapdık.
Onlardan da dürüst, namuslu, temiz ve çalışkan o kadar subay, astsubay, er gördüm ki...
Her türden sayısız yerde; yabancı gemide ve askerî birlikde arızalar, kazâlar gördüm, yaşadım.
Fakat meydana gelen arızayı gidermek için hiçbir yerde, hiç kimsenin benim gemimdeki kadar gayretkeş davrandığına şâhit olmadım.
Bu farkı gözümle görmenin ve tecrübe etmenin bana verdiği hazzı burada tarif etmemin imkânı yok!..
Ne mutlu Türk Deniz Kuvvetlerine ki böyle eli öpülesi gerçek kahraman astsubayı, subayı, kınalı kuzuları var...
Hele bir de ansızın bir fırtına çıkıverir ki
Yer gök, birbirine karışır!
Dizginden boşanmış yılkı aygırı gibi
Söz geçirmenin imkânı yok!
Dinsizim diyeni otuzbeş saniyede kâbe görmüş hacıya çevirir!..
Gemide can var dedik ya!.. İnsanoğlu bu... Nerede ne olacağını kim bilebilir? Hastalanıyor!
Veya bir kazâya uğruyor. Yardım lâzım.
Gemiyi tâmir etmek lâzım! Vazife beklemez.
İnsanı tâmir etmek lâzım! Hastaneye yetiştirmek lâzım. Allah kuludur, eşi benzeri de yokdur.
Basdırıp parayı yerine yenisini satın alamazsın.
İşde, en sıkışdığın anda en yakınındaki bir gemiden yardım istersin.
Ya sen, onun olduğu yere gidersin,
Ya da o senin olduğun mevkiye gelir.
Bazen her iki gemi aynı mevkiide buluşmak üzere yol alırlar.
Yanyana gelince de hemen varagele donanımı kurulur ve alış-veriş başlar.
Biri, diğerine bir şey gönderir.
Diğeri, berikine başka bir şey...
Herkes, kendi istediğinden misâli!..
Bahsetmeye çalışdığım bu iki hususda yaşadıklarımı kâğıdın sırtına yüklemeye bir başlasam!..
Kağıt, rahmetli Sülük dedemin elma sirkesi küpü gibi çatlar,
Âhir ömrüm de kâfi gelmez!
Denizde harekât icrâ eden iki gemi arasında malzeme veya insan takası için varagele yaparsın.
Peki, senin kurumuna ait olan bir mahkeme ile senin aranda bir şeylerin takas edilmesi için sen ne yaparsın?..
Senin elinde suâl vardır,
Cevâbını bilmek istersin.
Onun elinde de senin istediğin cevâp...
Sen, ona dilekce gönderirsin.
O da sana cevâp...
Olması beklenen bu.
Peki hakikâtde olan nedir?..
Çok yazdık, çok söyledik.
Artık sebebini fâş eyleyin dedik.
Kellim, kellim lâ yenfâ!
Bakdık, netice alamıyoruz.
Bu satırın müellifi olarak biz de başladık varageleye...
Hem de Ankara Çölünün göbeğinde
Hem de kendi mahkememiz ile
Hem de bilmem kaçıncı defa
Hem de en işgillisinden...
Bilginiz üzerine, devletden bilgi istemenin usûl ve esaslarını düzenleyen bir Kanun var. 09 Ekim 2003 tarihli ve 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu. Bu Kanun’a istinâden her vatandaş, kendisini ilgilendiren konuda dilekce yazıp devletin ilgili kurumundan bilgi isteyebilir.(Bkz.↓)
Söze konu Kanun, devlet kurumlarına bir görev veriyor. Diyor ki, sana sorulan suallere cevâp vereceksin.(Bkz.↓)
Şu hususu da fâş eyleyelim. Suâle cevâp vermek istemeyen kurumlar, Kanun’un 25 inci maddesini bahâne ediyorlar. Fakat bu maddeyi iyi okumak lâzım. Hak sahibi olan bir kimsenin suâlinden kaçmaları mümkün değil. (Bkz.↓)
Yeri gelmişken peşinen diyelim. Dostlarımız, meslek usdalarımız bizi bilirler. 30 senelik muvazzaf astsubaylığımda tevbih cezâsı dahi almadım. 3 savunma verdiler. Yapdığım savunmayı okuyanlar; bana söylediklerini yutmak, verdiği savunmayı da yırtmak mecburiyetinde kaldılar.
Muvazzaf iken AYİM’e 7 davâ açdım. Birisini, haklı olduğum hâlde kaybetdim. Bu ifâde, bana değil fakat hâkim subay olan arkadaşıma aitdir.
Açdığım 6 davâyı da AYİM görüşmeyi reddetdi. Bunların hiçbirisi şahsımla ilgili değil. Kanunlarda gördüğüm yanlış, eksik, haksızlıkları konu eden davâlardır.
İmdi, gönderdiğim dilekcelerin ve dilekcelerime verilen cevâpların varagele edildiği takas tiyatrosunu buyurun, berâber temâşa eyleyelim.
Çaylarınızı tazelemeyi unutmayın...
Bilginiz üzerine, Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin biz astsubaylar hakkında buyurduğu bir kararı var.
Astsubayları devlet memur sınıfına sokan meşhur kararı.
Böyle bir karar verdiğinden kuşkumuz yok.
Biliyoruz...
Çünkü zamânın Başbakanı, Bahriyeden emekli subay Sn. Bülent ULUSU, Meclise verdiği Kanun tasarısında AYİM’in bu kararından bahsetmiş.
12 Eylül subay darbesi günlerinde, muhtemelen 1980-1981 tarihlerinde verdiği bu kararla AYİM, kendi parasıyla ve kendi namına yüksek tahsil yapan biz astsubayların maaş derece/kademe intibâkının 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda tarif edilen Genel İdare Hizmetleri Sınıfına dâhil olan devlet memurlarıya aynı seviyeden yapılmasına hükmetdi.
Akabinde, Sn. Bülent ULUSU hükûmeti, AYİM’in bu kararını gerekce gösterip 926 sayılı TSK Personel Kanun’unun 137’inci maddesini hemen değiştirdi.
Bu çifte tezgâh ile önce;
Ve o günden beridir kendi parasıyla yüksek tahsil yapan astsubaya, devlet memuruna verilen maaş intibâk hakkından bir derece eksik intibâk veriliyor.
Devletin her memuruna verilen bu hakkı bugün hâlâ eksik olarak alan bir tek meslek var; biz astsubaylar.
AYİM’in tutduğu ve emekli subay Sn. Bülent ULUSU’nun vurduğu Kanun’un mağdurlarından birisi de şu lâkırdısını okuduğunuz bendenizdir. Binlerce meslekdaşım gibi ben de emekli bir astsubay olarak şu gün bile devletden hâlâ bir derece alacaklıyım muhterem yiğitler.
Babamın babası rahmetli Hacı Sülük dedem, “Oğul; lafı az, elini uz tut. Peşrevi güreşden uzun olmasın!” derdi. Dedemin bu nasihatı kulağıma küpe olduğundan bu husuları burada çift dikiş yapmayalım.
İşde bu sebepden dolayı, okuduğunuz şu satırları yazan bendeniz de, beni mağdur eden bu kararın peşine düşdüm. Devletin ilgili kurumlarına bugüne kadar tam altı dâne pulsuz dilekce gönderdim.
İlk beş dilekceme verdikleri cevâplar aşağıda.
Altıncı ve sonuncu dilekcemi de gene bu makâlemde fâş edeceğim. Bu dilekceme ne cevâp vereceklerini ömrümüz vefâ ederse göreceğiz inşallah.
Denizde iki gemi arasında kurulan varagele donanımını
Biz, makâlemizin konusu icâbı
Ankara’nın iki semti arasında kurduk.
Bir ucunda Çankaya/ Merâsim Sokak,
Öbür ucunda Keçiören/Etlik...
Haydi hayırlısı...
Şimdi, yüksek müsaadenizle varagele sepetine bir göz atalım.
Bakalım Şükrü IRBIK ile Millî Savunma Bakanlığı ve AYİM arasında kurulan varagelede neler gitmiş, neler gelmiş.
Aşağıda gördüğünüz ilk dilekcemi, 22 Mayıs 2013 tarihinde BİMER’e gönderdim;
a. 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda tarif edilen Genel İdare Hizmetleri sınıfına dahil olduklarına dair Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin tesis etdiği bir karar var mıdır?
b. Karar var ise tarihi ve sayısı nedir?”
Bu dilekcemi Millî Savunma Bakanlığı, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi’ne tavassut etdi. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi de aşağıda gördüğünüz cevâbı gönderdi.
Birinci suâlime AYİM kasden cevâp vermedi. Hâl böyle olunca aynı soruyu hâvi ikinci dilekcemi 06 Haziran 2013 tarihinde gönderdim.
Millî Savunma Bakanlığı dilekcemi gene AYİM’e gönderdi.
AYİM 14 Haziran 2013 tarihinde şu cevâbı verdi.
Bir mahkeme tasavvur ediniz. Kendi kurumunda görevli bir vatandaş hakkında karar vermiş. Hakkında karar verdiği vatandaşın istediği karar metni, Bilgi Edinme Kanun’u kapsamına girmesin.
Bu mahkeme nerede mi?
Ne yazık ki benim memleketimde.
Üstelik, benim teşkilâtımın mahkemesi...
Gönderdiğim birinci ve ikinci dilekceyi lutfen bir kez daha okuyunuz.
Ben, AYİM’e açdığım davâlara ait kararları istemiş miyim, varın siz kendiniz görünüz.
Üçüncü dilekcemi 24 Haziran 2013 tarihinde gönderdim.
Bu kez devreye AYİM’in amiri olan Millî Savunma Bakanlığı girdi. Sağolsun, bize esenlikler dileyen bir albayımız dilekcemize şu cevâbı verdi.
Bu cevâbı alınca sevindim. Umudum yeşerdi. Dedim ki nihâyet helâl süt emmiş bir subay çıkdı karşıma.
Fakat içimdeki şüpheyi de bir kenara koydum.
Eşe dosda, çoluğa çocuğa, toruna, torbaya, örütbağı bilen herkese haber uçurdum.
Hemen bakın dedim. Kendim de armut toplamadım bu arada.
Samanlıkda iğne aramakdan farklı değildi yapacağım iş.
Gece-gündüz,
Sabah-akşam...
Saatler, günler, haftalar...
Bulamadım.
Ulaşamadım...
Çünkü, Millî Savunma Bakanlığındaki görevli subayın bana verdiği cevâbın ne aslı vardı ne de asdarı...
Üçüncü dilekcemden de netice alamadım. Dördüncü dilekcemi 20 Ağustos 2013 tarihinde gönderdim.
Cevâp, gene Millî Savunma Bakanlığından geldi.
Bu kez Millî Savunma Bakanlığı, dilekcemi tekrar AYİM’e varagele etdi.
Millî Savunma Bakanlığı, bana gönderdiği birinci cevâbında verdiği sözü, susuz yutdu. Tükürdüğünü yaladı. Samimî olmadığı ortaya çıkdı. Pek tabidir ki biz burada, Millî Savunma Bakanlığının tüzel kişiliğine laf etmiyoruz. Ettirmeyiz de.
Lâkin, Millî Savunma Bakanlığını temsil eden subaylar devletin en itibarlı kurumlarını işde böyle kötü duruma düşürdüler.
Bezmedim, usanmadım. Mert insanların en az nâmert insanlar kadar cesur ve azimli olması gerektiğini biliyorum.
Dördüncü dilekcem de dağ oldu, fare doğurdu. Sıra geldi beşinci varegeleye. Beşincisini de 4 Aralık 2013 tarihinde gönderdim.
Beşinci dilekcemde bu kez şöyle dedim;
1.Emekli bir astsubay olarak İlgi (a) Kanun ve ilgi (b) Yönetmelikden neşet eden hakkıma istinaden,
926 sayılı TSK Personel Kanun’una tabi olan astsubayların;
a. 657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda tarif edilen Genel İdare Hizmetleri sınıfına dahil olduklarına dair Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin tesis etdiği bir karar var mıdır?
b. Karar var ise tarihi ve sayısı nedir?
şeklinde sualimi havi;
2.Zamânın Başbakanı Sayın Bülent ULUSU’nun imzalayıp Kanunlaşdırılması için Millî Güvenlik Konseyi Başkanlığına gönderdiği ilgi (ı) yazıda şöyle denilmektedir;
657 sayılı Devlet Memurları Personel Kanununun mali hükümlerine yapılan değişikliğe parelel olarak 926 sayılı T.S.K. leri Personel Kanununun ilgili maddesi ve bu maddeye bağlı gösterge tabloları değiştirilmekte fakülte ve yüksekokul mezunu astsubayların intibâkları ile ilgili olarak Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin verdiği karar doğrultusunda aynı maddeye açıklık getirilmekte ve Kanuna gösterge değişikliklerinden meydana gelecek farkın, ilk ay Emekli Sandığına kesilmeyeceğine dair bir ek geçici madde getirilmektedir.
3. Madde 2’de mezkur ifâdeden anlaşıldığı üzere Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin; “Fakülte ve yüksekokul mezunu astsubayların maaş/derece intibâklarının, 657 Sayılı Devlet Personel Kanunu madde 36’da tanımlanan Genel İdare Hizmetleri Sınıfına göre yapılır.” şeklinde karar verdiği aşikardır. Bu karar yüzünden kendi param ile tamamladığım yüksek öğretim neticesi yapılan maaş derece/kademe intibâkımda bir kademe kayba uğratıldım. T.C. vatandaşı olan her memura verilen intibâk hakkı, astsubay olarak bana bir kademe eksik tahakkuk ettirildi. Bu mağduriyetimin sebebi de zamânın Başbakanı Sayın Bülent ULUSU’nun ilgi (ı) yazısında ifâde etdiği üzere Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin “Astsubaylar, devlet memurudur” şeklinde verdiği mevzu bahis karardır.
4.Madde 2’deki ifâdeden anlaşılacağı üzere Meclis, astsubaylar hakkında çıkartacağı Kanun’a dayanak olarak Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin verdiği bu kararı esas almış.
5.Ben, 30 sene muvazzaflık hizmetimi müteakip 2011 senesinde Sahil Güvenlik Komutanlığından emekli olan bir astsubayım.
6.4982 sayılı Bilgi Edinme Kanun’u kapsamında yukarıda sorduğum soruya hemen her seferinde birbirinden farklı ve tutarsız cevaplar verildi. İnternet sitesinde var olduğu söylendi, fakat doğru olmadığı anlaşıldı. Ya da kanunsuz, gerekcesiz, maddesiz olarak talebim peşinen reddedildi. Bana bugüne kadar verilen cevapların hiçbir hukûkî değeri ve mesnedi yokdur. Benim talebimi ilgili mâkamlar, bugüne kadar alenen savsaklanmışdır.
7.Bir astsubay olarak benim hakkımda verilen ve beni derinden mağdur eden bir kararın, AYİM’in ifâdesiyle “Bilgi Edinme Kanun’u kapsamına girmediğini” söylemek hiçbir hukuk kavramı ile izah edilemez. Böylesi bir cevap vermek, devleti temsil eden kurumların ciddiyetiyle bağdaşmaz. Benim hakkımda verilmiş bir kararı ben bilmeyeceğim de kim bilecek? Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gizli celse tutanakları bile internet sitesinde bugün dünyanın istifâdesine sunulmuşken benim hakkımda verdiği kararı benden gizlemeye çalışan AYİM, bu durumu kime, nasıl izah edebilir?
8.Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin 1980-1981 tarihleri arasında tesis etdiği anlaşılan bu doğrudan hükmün mağduru olan emekli bir astsubayım. Ve ömrümün son dönemini yaşadığım emekliliğimde dahi bu mağduriyetin sıkıntısını hâlâ yaşıyorum. Bu kararın doğrudan mağduru olarak da karar metninin muhtevasını bilmek en tabii hakkımdır. Ben, Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin benim hakkımda verdiği ve 33 seneden beri beni derinden mağdur eden bu karar metnini ölmeden görmek istiyorum.
9.Bu cümleden olmak üzere;
Saygılarımla
Söylemezsem eksik kalır. Aşağıda gördüğünüz evrağı almak için Eskişehir’e gitmek zorunda kaldım. Cevâbı Ankara’daki adresime göndermelerini dilekceme yazdığım halde sağolsun AYİM, Eskişehir’deki adresimize göndermiş. Her zamanki posdacı gelir zarfı kayınanama bırakır giderdi. Bu kez acemi bir posdacı gelmiş. Şükrü IRBIK olmazsa vermem diye tutdurmuş. Ankara’dan Eskişehir Posdahânesine gidip zarfı kendim teslim aldım.
Git-gel Ankara-Eskişehir;
Tam 8 saat...
Olsun!
Hiç mesele değil!..
Yeşilleri, para sayma makinasında saymak zorunda kalan boynu eğri Gazcı Muammer’in oğlu Barış’da para, bizde vakit hudutsuz nasılsa...
İşin zırt dediği yer, mangır ile alâkalı...
Çam sakızı, çoban armağanı,
Töredendir, eli boş gidilmez ya!..
Gönlümüzden değil fakat cebimizden geçdiği kadarıyla ucuzundan hediye bir şekerleme.
Gidiş-dönüş tiren bileti,
Evden şipâriş verilen 3 porsiyon köfte,
2 EGO bileti,
1 simit...
Tabanvayla tepdiğim onca yol da bizden size helâl olsun gayrı...
Yukarıdaki evrağın şu tekâüt astsubaya yekûn mâliyeti TL cinsinden tam seksen dört lira elli guruş.
Sizin anlayacağınız aşağıdaki cevâbı aparmak bize tam 2 pazar parasına mâl oldu...
Bu Alicengiz oyununu bana oynayan AYİM’in saray soytarısı kılıklı hâkim subayları gıçlarına gınayı yaksınlar!..
Merâsim Sokakda çağıldayarak nazlı nazlı akan sular, astsubaylar mevzu bahis olunca hemen palta kesmez buz oluveriyor.
Fakat şunu asla unutmasınlar!
Rahmetli babamın anası, Küntüş lakâbıyla maruf merhum Emsâl ebem şöyle dediydi; “Oğul; palta değmedik ağaç olmaz!”
Bugün bizden esirgedikleri adâlet bir gün gelecek hâkim kılıklı o subaylara da lâzım olacak inşallah...
Bugün ellerinde biz astsubaylara salladıkları o palta bir vakit gelecek kendi bedenlerini de biçecek!..
Beşinci dilekcemde bu kez AYİM aldı sazı eline.
Bu cevâbı okuyanlardan bir ricam var; lutfen birinci madde ve üçüncü maddede söylenen ifadelere dikkatli bakınız.
Çünkü küpün çatladığı yer işde tam da bu maddelerde düğümlenmiş.
Kıymetli vakdinden bir kısmını ayırıp bu evrağın altına imza atmak zahmetine katlanan er kişi, hâkim kılıklı bir albay.
Üsdelik AYİM’in genel sekreteri.
Yukarıda gördüğünüz cevâbı tefsir etmeden önce Hocamıza kulak verelim hele bir!
Cingöz komşusu, telâş içinde koşdurup Hoca Nasreddin’in kapısını çalmış ve demiş ki;
Delikli meteliğe telli kurşun atan Hoca’dan cevâp tez gelmiş;
Valla muhterem okuyanlar, şu satırları dökdüren emekli astsubayın durumu da Hoca Nasreddin’in vaziyetinden ehven değil hani!
Kendisi fülûs ü ahmere muhtac;
Cep delik, cepken yırtık!
Ayakkabılarım üçüncü yarım pençeyle altıncı sonbaharını yaşıyor.
Çifte nalça da cabasından. Arnavut kaldırımı yollarda yürürken civar ahâlisi mahalleye beygir geldi zannedip bana doğru keskin bakışlar fırlatıyor.
Lâkin zamanın hesâbını soran yok bize şu günlerde.
Durmak yok! Ayakkabı kutularında yürütmeye!.. Affedersiniz, çifte nalçalı ayakkabılarla yürümeye devam dedik elbet.
Bu nâmertleri sıçdıkları yere gadar govalamazsam onlardan beter olayım!
Öyle de yapdım!
Dayadım altıncı dilekceyi burunlarına!
İLGİ:
1.Emekli bir astsubay olarak İlgi (a) Kanun ve ilgi (b) Yönetmelikden neşet eden hakkıma istinaden,
“926 sayılı TSK Personel Kanun’una tabi olan astsubayların;
e.657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda tarif edilen Genel İdare Hizmetleri sınıfına dahil olduklarına dair Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin tesis etdiği bir karar var mıdır?
f.Karar var ise tarihi ve sayısı nedir?”
şeklinde sualimi havi;
2.Zamanın Başbakanı Sayın Bülent ULUSU’nun imzalayıp Kanunlaşdırılması için Millî Güvenlik Konseyi Başkanlığına gönderdiği ilgi (j) yazıda şöyle denilmektedir;
“657 sayılı Devlet Memurları Personel Kanununun mali hükümlerine yapılan değişikliğe parelel olarak 926 sayılı T.S.K. leri Personel Kanununun ilgili maddesi ve bu maddeye bağlı gösterge tabloları değiştirilmekte fakülte ve yüksekokul mezunu astsubayların intibakları ile ilgili olarak Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin (AYİM)’in verdiği karar doğrultusunda aynı maddeye açıklık getirilmekte ve Kanuna gösterge değişikliklerinden meydana gelecek farkın, ilk ay Emekli Sandığına kesilmeyeceğine dair bir ek geçici madde getirilmektedir.”
3.Madde 2’de mezkur ifadeden anlaşıldığı üzere Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin; “Fakülte ve yüksekokul mezunu astsubayların maaş/derece intibaklarının, 657 Sayılı Devlet Personel Kanunu madde 36’da tanımlanan Genel İdare Hizmetleri Sınıfına göre yapılır.” şeklinde karar verdiği aşikardır. Bu karar yüzünden kendi param ile tamamladığım yüksek öğretim neticesi yapılan maaş derece/kademe intibakımda bir kademe kayba uğratıldım.
4.T.C. vatandaşı olan her memura verilen intibak hakkı, astsubay olarak bana bir kademe eksik tahakkuk ettirildi. Bu mağduriyetimin sebebi de zamanın Başbakanı Sayın Bülent ULUSU’nun ilgi (j) yazısında ifade etdiği üzere Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM)’nin “Astsubaylar, devlet memurudur” şeklinde verdiği mevzu bahis karardır.
5.Madde 2’deki ifadeden anlaşılacağı üzere Meclis, astsubaylar hakkında çıkartacağı Kanun’a dayanak olarak Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM)’nin verdiği işbu kararı esas almış.
6.Ben, 30 sene muvazzaflık hizmetimi müteakip 2011 senesinde Sahil Güvenlik Komutanlığından emekli olan bir astsubayım. Sicil numaram 1982-2085’dir.
7.4982 sayılı Bilgi Edinme Kanun’u kapsamında yukarıda sorduğum soruya hemen her seferinde hem Millî Savunma Bakanlığı hem de Askerî Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) birbirinden farklı ve tutarsız cevaplar verdi. Yukarıdaki satırlarda bilgisini verdiğim üzere İnternet sitesinde var olduğu söylendi, fakat doğru olmadığı anlaşıldı. Ya da kanunsuz, gerekcesiz, maddesiz olarak talebim peşinen reddedildi. Bana bugüne kadar verilen cevapların hiçbir hukûkî değeri ve mesnedi yokdur. Benim talebimi hem MSB hem de AYİM bugüne kadar alenen savsakladı.
8.AYİM’in ilgi (i) cevabının birinci maddesindeki ifadeyle üçüncü maddesinde mezkur ifade okunursa şâyet bu savsaklama rahatlıkla görülebilir.
9.İlgi (ı) ile yapdığım “beşinci” müracatıma AYİM’in ilgi (i) ile verdiği cevabının birinci maddesinde dilekcemin konusu hakkında “anlaşılmıştır” şeklinde doğru ve yerinde bir sonuca ulaşan hukukcunun, aynı yazının üçüncü maddesinde ilk kararının tam aksi yönde bir “izlenime” ulaşmasını hukuk kavramlarıyla izah etmenin imkânı yokdur. Anlamak fiilin temelinde akıl, vicdan vardır. İzlenim eyleminin temelinde ise kuşku! İnsan, kuşku ile yaşayamaz! Aklının vicdanın kontrolünden çıkıp kuşkunun girdabında savrulmaya başlayan hukukcunun işi kolay değildir.
10.Hukukcu, müsbet delilleri aklının ve vicdanın tahtında değerlendiren ve anlayarak karar veren kişidir. AYİM, İlgi (i) yazısının birinci maddesinde bu somut hakikate ulaşmayı başarmışdır. Ancak ne yazık ki üçüncü maddede vasıl olduğunu ifade etdiği ve benim talebimle hiç ilgisi olmayan “izlenim” denizinde boğulmuşdur. İlgi (i) yazının birinci maddesindeki kararıyla aklının ve vicdanının sesini dinleyen hukukcumuz üçüncü maddede mezkur “izlenime” vasıl olması için epeyi ter dökmüş olmalıdır.
11.İlgi (i) cevâbî yazısında mesnetsiz bir “izlenim”e saplanarak dilekcemi savsaklayan Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin ilgi (j)’de mezkur delilden tek bir kelime dahi bashetmemesi dikkat-i şâyan bir durumdur.
12.Ayrıca, bir davanın aynı kararlarını AYİM’in ilgi (i) ile üçüncü defa göndermesinin sebebini ben anlayamadım. Beşinci dilekcem olan ilgi (ı) dikkatli okunursa bu dilekcemde ve bugüne kadar verdiğim dilekcelerimin hiçbirisinde AYİM’e açdığım davalardan bahsetmedim ve bu davalara ait mahkeme kararını talep etmedim. Hiçbir zaman talep etmediğim söze konu karar metinlerini bana üçüncü kere gönderenler devletin 13 sayfa yazı kağıdını, dövizle satın alınan mürekkebini, bir adet madenî kağıt mandalını, 5 lira 50 kuruşluk posta pulunu ve bir zarfını üçüncü defa isrâf etdiler.
13.Bir astsubay olarak benim hakkımda verilen ve beni derinden mağdur eden bir kararın, AYİM’in ifadesiyle “Bilgi Edinme Kanun’u kapsamına girmediğini” söylemek hiçbir hukuk kavramı ile izah edilemez. Böylesi bir cevap vermek, devleti temsil eden kurumların ciddiyetiyle bağdaşmaz. Benim hakkımda verilmiş bir kararı ben bilmeyeceğim de kim bilecek? Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin gizli celse tutanakları bile internet sitesinde bugün dünyanın istifadesine sunulmuşken benim hakkımda verdiği kararı benden gizlemeye çalışan AYİM, bu durumu kime, nasıl izah edilebilir?
14.Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin 1980-1981 tarihleri arasında tesis etdiği anlaşılan bu doğrudan hükmün mağduru olan emekli bir astsubayım. Ve ömrümün son dönemini yaşadığım emekliliğimde dahi bu mağduriyetin sıkıntısını hâlâ yaşıyorum. Bu kararın doğrudan mağduru olarak da karar metninin muhtevasını bilmek en tabi hakkımdır. Ben, Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin benim hakkımda verdiği ve 33 seneden beri beni derinden mağdur eden bu karar metnini ölmeden görmek istiyorum.
15.Bugüne kadar gönderdiğim aynı konudaki 5 dilekcemdeki müracaatımı etkin, süratli ve doğru sonuçlandırmak konusunda iyi niyetli davranmayan AYİM, bu menfi tutumuyla İlgi (a) Kanun’un “Bilgi Verme Yükümlülüğü” alt başlıklı beşinci maddesini alenen ihlâl etmişdir.
16.Yukarıda arz etdiğim vaziyet muvacehesinde;
926 Sayılı TSK Personel Kanun’una tabi olan astsubayların;
a.657 sayılı Devlet Memurları Kanun’unda tarif edilen Genel İdare Hizmetleri sınıfına dahil olduklarına dair Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin tesis etdiği bir karar var mıdır?
b.Şâyet AYİM’in böyle bir kararı var ise karar tarihi ve sayısı nedir?” 05.01.2014.
8 ayda,
5 varagele!
Benden AYİM’e 3 varagele...
2 varagele de Millî Savunma Bakanlığına.
Etdi 5...
Altıncı varagele, benden...
O da yolda!..
Karşılık olarak;
AYİM’den içi boş 3 varagele sepeti,
Biri yalan, ikisi de dolan olmak üzere...
2 varagele de Millî Savunma Bakanlığından bana.
Benim gönderdiğim varagelede aynı suâl var.
Bana gelen varagelede;
Hakkın yok, veremeyiz,
İnternet sitesinde var, git oraya bak!
Orada yokmuş!
Dön, kafanı AYİM’e vur.
Guzuyu, bilerek gurdun inine yolla!..
Bana gelen varagele sepetinde,
Sâdece sepet havası var.
Dam ardını dolan da gel, var!..
Ben, emekli bir astsubayım!
Aynı zamanda T.C. vatandaşı.
Üsdelik, mağdur bir vatandaş!
Kendi teşkilâtımın adamlarının(!) mağdur etdiği bir vatandaş...
Haymatlos değilim en nihâyetinde!..
Mehmetciğin
Anzak gâvuruna gösderdiği merhameti
Bizim silâh arkadaşlarımız
Bize göstermiyor.
Herkes gibi ben de birinci sınıf bir vatandaşım!
Cumhurun başkanı ve Baş vekil öyle demiyor mu?
Yerim, yurdum belli hani...
Ben, vatandaş olma şuuru ile hakkımın peşine düşdüm.
Kanun’dan neşet hakkıma istinâden dilekcemi yazdım.
Karardan doğrudan mağdur olan bir astsubay olarak AYİM’in benim hakkımda verdiği karar metnini talep ediyorum.
T.B.M.M.’nin gizli celse tutanakları, örütbağda cümle âlemin istifâdesine açıldı. Merak ediyorsan sen de bak!.
T.C. Ordusu’nun en mahrem yeri olan kozmik odasına bile girdiler. Ne var ne yok bakdılar, öğrendiler.
Hem de diplomat lakabıyla maruf Genelkurmay Başkanının ıslak imzalı izni ile...
Fakat astsubayları 35 senedir mağdur eden AYİM’in bu kararına biz giremedik, öğrenemedik.
Bir denizci astsubay olarak rüyâmda görsem inanmazdım.
Fakat AYİM ve Millî Savunma Bakanlığı birlik olup benim hayâlimi hakikâta çevirdi.
İki gemi arasında ve denizde yapılan varagele tâlimini
AYİM ve Millî Savunma Bakanlığı birlik olup
Emekli Astsubay Şükrü IRBIK’a
Ankara Çölünün göbeğinde yapdırdı.
Hem de işgillisinden...
Bir ucunda AYİM ve Millî Savunma Bakanlığı,
Öteki ucunda Şükrü IRBIK...
Denizci arkadaşlarıma söylemeyin.
İnanmazlar...
Size müfteri,
Bana meczup diyebilirler.
Altıncı dilekcenin neticesini almadan bu makâleyi niçin neşretdiğimi sual eyleyenler olacakdır.
Cevâbımız bir nakil kıssa olsun gene...
Hz. Ömer’in oğlu, bir gün babasının Hilâfet makâmına kadar gitdi.
Ve dedi ki;
“Babacığım! Senelerden beri giydiğim hırkam artık bana küçük geliyor. Hem o kadar partal oldu ki sokağa çıkamıyorum. Arkadaşlarımın yanına gitmeye utanıyorum. Ne olur bana yeni bir hırka al!..”
Babası, oğlunu şöyle başdan aşağı bir süzdü. O güne kadar hiç farketmediği bu hakikât karşısında yüreği ezim ezim ezildi. Elini hemen kuşağındaki kesesine atdı. Kese, bomboş... Can pâresi oğluna verecek bir dirhem parası yok!
Dinimizin ikinci Halifesi Hz. Ömer, aldı guş tüyünden galemi eline, daldırdı hokkanın içine...
Ve ceylan derisinden mamûl kağıdın üzerine şunları yazdı;
Defterdâr hazretleri! Bir sonraki maaşımdan mahsup etmek üzere bana 5 dirhem borç vermenizi ricâ ederim.
Mektubu itina ile dürdü, belini bağladı ve oğluna verdi.
Sonra dedi ki;
“Oğlum! Al bu mektubu. Götür, Defterdâr hazretlerine ver.”
Oğlu, babasının mektubunu aldı ve sevinçle Defterdârın odasına koşdu. Kapısını çalıp içeri girdi. Babasının mektubunu Defterdâra verdi.
Mektubu okuyan Defterdâr, Hz. Ömeri’n gönderdiği mektub kağıdını ters çevirip arkasına şunları yazdı;
“Ya, Hazreti Ömer! Gelecek ayın maaşını alasıya kadar yaşayacağına dair bana bir senet gönder, istediğin parayı sana hemen vereyim!...”
Tekâüt dediğin de kim ki?
Bir ayağı kıyıda,
Diğerinin basdığı yer belli bile değil!..
Azrâil Aleyhisselâmın alıcı guşlar gibi tepemde dolanıp fırsat kolladığının farkındayım...
Varagele başlayalı bugüne kadar nur topu gibi tam yedi dâne 30 gün birbirini kovalayıp deverân eyledi...
Ayandon Fırtınasıyla meşhur şu ayı da sayarsak sekizincisi hükmünü edâ ediyor.
Can dostlarım beni bağışlasınlar!
AYİM’in bana vereceği son cevâbı bekleyecek kadar ömrümün olduğuna dair senet veremem size!..
Evliya Çelebi, vakdin bir behrinde gezmiş dolaşmış Memâlik-i Şahâne-i Osmaniyye’nin bir diyârını.
Misâfir edildiği o diyârda yemiş içmiş!
Sormuş, soruşdurmuş, ölçüp tartmış ora insanlarının ayarını, kuturunu, hamurunu.
Bir gün dost meclisinde sormuşlar!
Ya, Çelebi, nasıl buldun bizim buraları diye!
Çelebi bu,
Re -Te - Ee mi?..
Doğruyu söylemesi beklenir.
Çelebi hemen yapışdırmış cevâbı;
Memleket mükemmel,
Lâkin, ahalisi puşt!..
Yiğit meslekdaşlarım;
Altıncı varagele ile gönderdiğim altıncı dilekcem şu an kucaklarında...
Bakalım bu kez ne yumurtalayacaklar?..
Gardeş, siz astsubaylardan 30 senedir sakladığımız AYİM kararı işde, şu sarı zarfda mazruf, derler mi?
Bir orostopolluk daha yapacaklarına dair pek kuvvetli bir hissiyât rask ediyor göynümün köşe bucaklarında!..
Çelebi Mehmed’in sözünü etdiği adamların bazılarının da Merâsim Sokak civârında volta atdıkları söyleniyor.
Doğru mu acap?
Lâkin puştun sayısını bilen yok oralarda!
Bir tek ehl-i şeref çıkar mı o sokakdan?
Göreceğiz!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Astsb. III Kad.Kd.Bçvş.