Kasımpaşa’da eğleşen
Ve dahi
Şirket-i Hayriyye vapurlarının birinde müstahdem bir çımacının oğlu değil idi.
Lâkin
Yalan söylemekde
O’nun kadar mâhir idi...
Su içer gibi yalan yere and içiyor
Nefes verir gibi kolayca söz veriyor
Gılını gımıldatmadan yalan söylüyor
Sabah söylediğini akşam inkâr ediyor
Alma şekeri yalar gibi tükürdüğünü yalıyor
Ve dahi
Yellenerek abdest bozar gibi yeminini kolayca bozuyordu...
Küçük köyün böyük agası idi ne de olsa!
Akşam vakdi gelip basdırmış,
On iki saatliğine de olsa zulmet, güneşi köyden kovalamış idi.
Bol acılı, sıcacık darhâne çorbasına iştahla kaşık sallamak için
Yer sofrasının dibine bağdaş kurup oturdukdan kısa bir süre sonra
Nasıl olduğunu anlayamadan
Evinde büyük bir yangın çıkdı vehleten...
Şimşir kaşığı, gürgen sofrası, bakır kabı, kacağı
Yünlü şiltesi, basmadan perdesi, minderi, keçesi, kepeneği
Yatağı, yasdığı, çarşafı, döşeği
Aşlıkda somun ekmeği; tandırda buğdayı, yarması; harârda unu, uğrası
Öküz gönünden çarığı, ahırın ardıçdan gapısı, kerpiçden hanayın çamdan pardısı
Tahtalıkda galbırı, ak çuvalda bulguru
Daha dün iyice yıkayıp güneşde kurutduğu mis gibi kokan
Allı morlu ketenden filfilli göyneği
Hattâ
Haççanımın güllü basmadan paçalı yedek iç donu bile...
Her şeyi cayır cayır yanıyordu!
Zifiri karanlığı bir solukda içip bitiren yangının göklere yükselen minâre boyu alazı,
Geceyi, gündüz vakdine döndürdü hemencecik...
Yangını söndürmek için üzerine bir bakraç su dahi dökemeden
Telâş ve can havli ile haneyden dışarı zor atdı kendini.
Yaşadığını farkedip de aklı başına gelir gelmez
Şuursuzca bağırmaya başladı; Yangın vaaar! Yetişin gomşular! Evim yanıyooor!...
Bu cırtlak sesin kime ait olduğunu gâyet iyi bilen gomşuları
Avaz avaz bağıran adamın yardım feryâdına kulak asmadı...
Bu bağırışı, ilk değildi. Son olmayacağını da bütün köylü biliyor idi.
Çünkü şunun şurasında daha dün değil, evvelsi gün
Gene aynı vakitde varıp köy meydânına
Gıçını yırtarcasına bağırmışdı; Yangın vaaar! Yetişin gomşular! Evim yanıyooor!...
Fakat o bildik cırlak sesin sahibinin bağırmaya devâm etdiğini duyan köylüler
O akşam tuhaf bir şeylerin olduğunu farkedip
Hemen koşarak feryâdın geldiği yere vardılar.
Bir de gördüler ki
Yalancının evi
Mum gibi yanıyordu!..
Olup biteni anlamaya çabalayan gomşular
Yek diğeriyle homurdanırcasına söyleşirken
Köy meydânındaki minârenin şerefesinden sıtma görmemiş dâvûdî bir ses duyuldu!
Günün son vakit namazı için cemaati câmiye dâvet eden müezzin
“Hayye ale’s Salâh” diyordu...
Çekirdekli çöplü guru gara üzüm garışık bir avuç gırık leplebiyi
Göyneğimin eteğini önce yufka hamuru gibi sündürüp
Akabinde içine boca edip yanağımı okşadıkdan sonra
Şöyle dedi, dedi bir gün anamın anası cennet mekân bıdıgızı ebem; Oğul; Dert, girer de çıkması nice olur!..
Fakat
Sonsuz bir yaşama sevinci
Ve dahi
Ondan daha fazla hak arama azmi ile dolup taşan aziz atalarım,
Bana aynı zamânda şu öğüdü de verdi; Oğul, yiğide yeis yaraşmaz! Dermânı aramakdan geri durma!..
Siz de bilirsiniz ki
Daşı, guyuya atmak bir kişinin işi
O daşı, o guyudan çıkartmak ise
On, yüz, belki de
Bin kişinin işi...
Vazifesini doğru yapan nâmuslu kişilere Allah selâmet, sıhhat, âfiyetler versin diyelim de
Peki
Yalan, dolan üzerine binâ inşâ edip dümen çeviren sahtekârlara ne diyelim?..
Türkiye Cumhuriyeti Ordusunun idârî ve askerî cezâ kânununa
Gedikli Erbaş tâbirini ahlâksızca ilişdiren
Soytarı kılıklı zâbitleri
Gedikli Erbaş Sahtekârlığı’nda fâş eyledik!..
Ve dahi
Askerî cezâ mevzuâtımıza kânunsuz olarak ekledikleri işbu tâbirin
Bugün dahi hâlâ yaşamaya nasıl devâm etdiğini
Aynı makâlemizin ikinci bölümünde ihbâr etdik.
Peki
Ve dahi
Gedikli Erbaş tâbirinin
Askerî Cezâ Kânunumuzdaki bu kaçak mevcudiyeti ne olacak?
Çitfcinin damarlarında dolaşan mazotun fiyatı
Bir baba hindi gibi
Üç indi fakat hemen ferdâsında 23 bindi.
Okgası beşi aşan pate,
Emekli bifteği oldu da. Bu dert, emeklinin derdi... Duyan yok!
Dolar, fırladı gitdi şu günlerde; üçe dayandı...
Bırakalım bunları da ayakkabı kutuları, para kasaları ve döviz dolu villaları olan soyu bozuklar düşünsün!
65 sene evvel miâdı dolan bu Gedikli Erbaş mefhumu
Kıyâmet gününe kadar orada öyle payidâr mı olacak?
Gedikli Erbaş unvânını cezâ kânununa kaçak olarak sokuşduran
Kalıba vursan bir adam dahi etmeyecek
Zâbitinden vekiline kadar onca zevât çokdan imamın kayığına binip terk-i diyâr eyledi de
O sahtekâr kaşalotların goltuğuna bugün gıçını goyanlar
Bu sahtekârlığı ortadan kaldırmak için ne yapıyorlar acap?..
Havva anamız
Ağacın dalından gopartdığı almayı
Ȃdem babamıza verdi...
Bu câzip hediyeyi reddetmeyen Ȃdem babamız
O almayı, yedi...
Ve böylece
İnsanlık târihinde ilk defâ olmak üzere
Kadının fendi
Erkeği yendi...
O yasak almayı mideye berâber indiren Ȃdem ile Havva
Bir süre sonra def-i hâcet yapmaya mecbur kaldı.
Öyle ya!
Bir şey girdi ise içeri
Bir şey çıkacak idi dışarı...
Fakat def-i hâcet yapmak günâh idi
Cezâsı da cennetden kovulmak!..
Cennetde, kazurâta yer yok idi. Çünkü haram, kerih idi, kazurât idi...
Yasak almanın artığını koyacak yer bulamayan Ȃdem ile Havva
Kerih kokulu, o bildik bir apaz kazurâtı
Ut yerlerine sıvayıp saklamaya çalışdılar.
Yasak ağacın yasak almasını kopartan Havva anamız
Ve dahi
Yasak almayı yiyen Ȃdem babamız
İşledikleri günâhın ceremesi olarak da
Cennetden kovuldu...
Denir ki
Bugün tıraş etmekle mükellef olduğumuz o mâlûm ut yerlerimiz
Ȃdem ile Havva’nın
O yasak almanın kazurâtını sıvadığı yerlerdir!..
Yalancının evi yanmış da kimse inanmamış!
Ya da
Yalancının mumu yatsıya kadar yanar imiş!
Ne bahasına olursa olsun
Er ya da geç
Hakikât, zuhur eyler; yalan, zâil olur!
Çünkü
Yalanın kendini teşhir etmek gibi bir tıynedi vardır.
Havva anamızın cennetdeki yasak ağacdan kopartdığı alma misâli
Askerî Cezâ Kânununa 1938 senesinde kaçak olarak dehledikleri Gedikli Erbaş unvânını
Gomutanlarımız
Ve dahi
Soytarı kılıklı hâkim subaylarımız
Nereye saklayacaklarını
Nereye sıçacaklarını
Nerelerine sıvayacaklarını
Bilemediler bir türlü...
Yalancının mumu
Can dostlar, yiğitler;
Bugün öğrendik ki
Yatsıya kadar yanar imiş!
1938 senesinde sahtekâr bir zâbitin yakdığı yalan mumuna
Mart, kapıdan tam 77 kere bakdırdıkdan sonra
2015 senesinde işbu makâlemiz ile püff! deyip
Evvel Allah
İtfâ etdik.
İmdi gelelim meseleye...
Kelâmullah değil elbet,
Kânun bu, değişir, gelişir...
Aşağıda gördüğünüz Kânun ile 1932 senesinde
Askerî Cezâ Kânununa yeni bir unvân eklediler; Gedikli Küçük Zâbit...
1938 senesinde kabul etdikleri aşağıda gördüğünüz başka bir kânun ile
Yukarıda gördüğünüz Gedikli Küçük Zâbit unvânını
Kânunsuz olarak Gedik Erbaş yapdılar...
Gedikli Erbaş tâbirinin 1935 senesinde başka bir kânuna sokuşdurma tezgahı var ki
Tam bir kepâzelik!..
Sahtekârlığın zirve yapdığı bu kânunun meclis görüşmelerini anlatabilmek için
Şöyle battal boy başka bir makâle yazmak icâb edecek.
Fakat bugün işbu makâlemizin göbeğinde
Bir sahtekârlık darbesiyle cezâ kânununa dehlenen Gedikli Erbaş unvânının
Hâl-i pür melâlini
Al gözüm, seyreyle diyeceğiz...
9 Hükûmet geldi, geçdi, gitdi...
Çok iktidârlar kurdu
Çok kânunlar ilgâ etdi
Çok kânunlar tâdil etdi
Çok kânunlar kabul etdi
Hepsi, enkâz devraldık dedi!
Fakat bunların hiçbirisi
Gedikli Erbaş unvânını silmeye muktedir olamadı...
İktidâr hırsıyla yanıp tutuşan
Ve dahi
Başbakanlık goltuğuna gıçlarını goymak için rakiplerinin canını dahi almakdan çekinmeyen
5 Başbakan iktidâr oldu...
Şu fakir milleti kefil gösderip
IMF denen tefeci çıfıtlardan millet adına uçaklar dolusu borç yeşil paralar çekdi.
Memleketi babalarının çitliği gibi idâre etdi
Hemen hepsi yek diğerinin defterini dürmeye tevessül etdi...
Fakat
Hiçbirisinin iktidârı
Gedikli Erbaş unvânının defterini dürmeye muktedir olamadı...
8 Millî Savunma Bakanı
Tam 9 sene
Köşe kapmaca oynadı, pırıltılı avizeler ile tenvir edilen meclisin ışıltılı geçeneklerinde...
Fakat
Hiçbirisi
Gedikli Erbaş unvânını kânundan silmeyi beceremedi...
Asker cenâhını ise
3B ile târif edebiliriz;
Birinci B : Bakan Başkanlar
Kılıç, tank, top, tüfek, barut, mermi
Silgi, paspas ve sâire...
Ellerinde her türlü imkân ve kudret var idi...
Bu süre içinde
1 kere subay muhtırası verdiler
2 kere subay darbesi yapdılar
3 dâne Hükûmet devirdiler...
Fakat
Aşağıda tavsırlarını gördüğünüz kerâmeti kendinden menkul 15 Genelkurmay Başkanımız
Askerî Cezâ Kânunundan
Gedikli Erbaş tâbirini silmek için
Elleri böğründe tam 41 sene öylece beklediler...
İkinci B: Başaramayan Başkanlar
Biri merhum, ikisi zihayât olan 3 Genelkurmay Başkanı
Tayin, terfi, tefrik, taltıf, tebrik, takdim edildi...
Çok teftiş yapdılar
Çok selâm aldılar
Çok emir verdiler!
Yediyüzbin askerlik koca bir orduya gomutanlık etdiler
Ucu gırmızı mumlu saman sarısı zarfların içinde
Hükûmetlere elvân çeşit muhtıralar verip
Bu konuda tam 10 sene hummalı mesailer yapdılar...
Fakat
Gedikli Erbaş unvânını
Askerî Cezâ Kânunundan tard etmeye
Bu gudretli gomutanlarımızın
Hiçbirisinin yıldızı yetmedi...
Hepsi
Gedikli Erbaş tâbirinin
Askerî Cezâ Kânunundan silindiğini zannediyor
Lâkin
Durum öyle değil!
Gedikli Erbaş tâbiri
1951 senesinden buyana iskele babası gibi yerinde öylece duruyor.
Tavsırlarını gördüğünüz şu 5 başkanımız ise
Bu hakikâti
2000 senesinden beri
Ne yazık ki
Bilmiyorlar...
1944 senesinde kılıç veremedikleri
Bugün artık hepsi ölmüş subaylara kılıç vermek için
Gudretli gomutanlarımız
Üçer beşer sene ara ile
Tam 3 ayrı kânun emir buyurdular.
T.C. RESMî GAZETE Kanun Numarası : 5143 Kabul Tarihi : 21/4/2004 Yayımlandığı R.Gazete : Tarih : 28/4/2004 Sayı :25446 Yayımlandığı Düstur : Tertip : 5 Cilt : 43
Geçici Madde 5- (Ek: 5/2/2009-5837/36 md.) (1) Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce emekliye ayrılmış ve 4608 sayılı Kanundan istifade etmiş subaylardan, çeşitli nedenlerle kılıç istihkakından yararlanmamış olanlara, kendilerinin veya yasal mirasçılarının bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç yıl içinde müracaat etmeleri halinde kılıç istihkakları verilir.(1) |
T.C.
RESMî GAZETE
ASKERLİK KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİKYAPILMASINA DAİR KANUN
Kanun No. 5837 Kabul Tarihi: 5/2/2009 “GEÇİCİ MADDE 5 – Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce emekliye ayrılmış ve 4608 sayılı Kanundan istifade etmiş subaylardan, çeşitli nedenlerle kılıç istihkakından yararlanmamış olanlara, kendilerinin veya yasal mirasçılarının bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde müracaat etmeleri halinde kılıç istihkakları verilir.” |
T.C.
RESMî GAZETE
ASKERLİK KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN Kanun No. 6318 Kabul Tarihi: 22/5/2012 MADDE 79- 21/4/2004 tarihli ve 5143 sayılı Türk Silahlı Kuvvetlerinde İlk Nasıp İstihkakına İlişkin Kanunun geçici 5 inci maddesinde yer alan “bir yıl” ibaresi “üç yıl” şeklinde değiştirilmiştir. |
Fakat
Gedikli Erbaş unvânını
Cezâ kânunundan iptâl etmeye
Kurmayından, mühendisinden, hâkimine kadar
65 seneden beri
Hiçbir subayın yüreği yetmedi...
Meclisde, muhterem vekillerimiz
Garargâhlarda, goca goca gomutanlarımız
65 seneden beri tepişip paslaşıp duruyor da
Her zamân olduğu üzere
Yırtılan, gene Deli Bekir’in yakası oluyor!..
Dervişin fikri ne ise
Zikri de odur!..
Derviş olmasa da kendisi
Bu düstur ile mürekkebe, kağıda, kaleme deh! diyen Eski Tüfek
Farzın sünneti basdırdığını umursamadan
Doldurdu sözcükleri tüfeğinin namlusuna
Ve dahi
Basdı tetiğe tek, tek!
Birinci Hamle
Hakkını teslim edelim!..
Ordumuzun içinde
Vicdânı, hamuru, zürriyeti ve kalbi temiz çok sayıda subay kardeşimiz var.
Fakat
Hak tecelli ettirmeye gelince
Helâl süt emmiş bu subaylarımıza söz düşmüyor...
Gedikli Erbaş unvânının askerî cezâ kânunundan iptâl edilmesi için
Bakınız tââ 1992 senesinde harekete geçmişler.
Zamânın Başbakanı
Çoban Sülü...
Târih, 1992.
İkinci Hamle
Ağzından çıkan iki kelime arasında geçen süre içinde
Benim
Ankara’dan yürüyerek Mevlâna Hazretlerinin huzuruna iki kere varıp geldiğim
Üst dudağı memleketi Rize’de seçim konuşması yaparken
Alt dudağı Antalya’nın beş yıldızlı sâhillerinde tâtil yapan
Kemçik Mesut YILMAZ ’dan gelmiş!
Tarih, 1996.
Kelime fukarası ve konuşma özürlü Mesut YILMAZ’dan Başbakanlığı teslim alıp da
Ayşe’yi tâtile gönderdikden sonra Halkcı ECEVİT
Almış eline, yedi delikli kavalı
Ve başlamış üflemeye...
Tarih, 1999.
İktidârının son günlerinde yürürken
Atdığı iki adım arasında geçen zamân içinde
Milleti 2 sene ihtiyarlatan Halkçı Bülent
İliklerinden sökülüp gelen suflî ve derûnî bir aşkla
Yedi delikli kavalına vecd ile üflerken
Sürü Çobanı Sülü’nün meclise verdiği kânun teklifinde farketdiğim bir husus
Vicdânımın dam direğinı sızlatdı en derinden...
Aşağıdaki metinde çok çarpıcı bir itirâf var!..
Astsubay unvânı, 1951 senesinde askerî mevzuatımıza girdi.
Aynı târihde Gedikli Erbaş tâbirini iptâl etmeleri gerekiyor idi. Fakat iptâl etmediler.
Ve Astsubaylara 2000 senesine kadar geçen tam 50 sene boyunca
Gedikli Erbaş olarak cezâ vermeye devâm etdiler.
Askerî Cezâ Kânununa göre o vakitlerde Gedikli Erbaşlara, rütbenin geri alınması cezâsı veriliyor idi.
Fakat Astsubaylar için bu cezâ kaldırılmış idi.
Askerî Cezâ Kânununa yapılacak değişiklik için hazırladığı 4551 sayılı kânun tasarısında
Aşağıdaki itirâfında Çoban Sülü diyor ki;
Askerî Cezâ Kânunundaki mevcut hükümlere göre Astsubay denen asker kişilere
Gedikli Erbaş muamelesi yapıyor
Ve dahi
Astsubayların rütbesini kânunsuz olarak söküyoruz.
Bu, telâfisi mümkün olmayan çok büyük haksızlıkdır.
Bu haksızlığı gidermek için Gedikli Erbaş unvânını bir an evvel Astsubay olarak değişdirmemiz gerekiyor.
İmdi, Yukarıda nazâr eylediğiniz “Madde Gerekcelerini” okuyan bir çift gözün iyesi olarak Burada ben Şu suâli sormaya mecburum. Gedikli Erbaş tâbiri, cezâ kânunundan hâlâ iptal edilmedi, bu bir yana. Peki Gedikli Erbaş tâbirinin iptâl edilmesi gereken 1951 senesinden Bu kânunun meclisde görüşüldüğü 2000 senesine kadar geçen tam 50 sene içinde Askerî Mahkemelerin Gedikli Erbaş muamelesi yapıp Rütbenin geri alınması cezâsı verdiği Asubay var mıdır? Bu suâlimin ilk muhatapları Tabiidir ki TEMAD ve TAS-SEN’dir... |
1999 târihli aşağıdaki komisyon raporunun alt kısmında gördüğünüz üzere
Millî Savunma Bakanı Sabahattin Bey
Askerî Cezâ Kânununun sâdece bir maddesinde 1956 senesinde bir değişiklik yapıldığını söylemiş!
Mâdem öyle de
Kaşalot bir zâbitin yapdığı âdi bir sahtekârlık ile
1938 senesinde yapılan şu değişikliğe ne diyeceksiniz, Sayın Bakanım?
Bakınız,
Bakan Beyin konuşduğu 1999 senesine kadar
Askerî Cezâ Kânununda
Bakan Beyin dediği gibi sâdece bir değil
Fakat
Tam 32 değişiklik yapılmış...
1956 senesinde iki değişiklik yapılmış. Birisini Sayın Bakanımız söylemiş.
Geriye kalıyor 31 değişiklik.
Demek ki bu 31 değişiklikden Sabahattin Beyin haberi yok.
İşkembe-i kübrâdan öyle bir sallamış ki sayın Bakanımız. Değil dünyâ, kâinat sallayacak cinsinden...
Bırakın herhangi bir adamı
Devlet adamı yalan söyler mi Allah aşkına?
Bugüne kadar neşretdiğimiz makâlelerimizde defâlarca belgesiyle isbât etdik!
Evet, kadim dostlarım!
Devlet adamları pekâlâ yalan söylüyorlar. Bunu böyle bilelim.
Hattâ
Hele bir de siyâsetin harâm ve agulu mamasını midesine akıtmış ise şâyet
Çok büyük yalanlar söylüyorlar.
Hem de kuyruklusundan...
İşde belgesi
Zamânın Millî Savunma Bakanı Sabahattin ÇAKMAKOĞLU
Meclise arzetdiği raporda
Bakınız, ne diyor!
Askerî Cezâ Kânuna göre 1930 senesinde, askeriyemizde Gedikli Erbaş sınıfı var imiş.
Anlaşılan o ki
Sabahattin Bey, meclisdeki konuşmasında bahsetdiği Askerî Cezâ Kânununu
Zahmet edip de okumamış bile... Ne kadar dehşetli bir vaziyet, değil mi?
Sabahattin Beyin okumaya tenezzül etmediği o kânunu
Eski Tüfek
Sizler için tetebbu etdi tek tek...
O kânunda yazılı olan Asubay unvânlarının hepsi işde tam da şöyle;
İşde, buyurun!
1930 târihli Askerî Cezâ Kânununda
Gedikli Erbaş tâbiri var mı?
Siz, kendi gözleriniz ile görünüz...
Sayın Hükûmetin,
Millî Savunma Bakanlığının
Ve dahi
Adâlet Bakanlığının hukukcuları bir araya gelip teşrik-i mesai yapdılar.
Lâkin
Bu anlı şanlı hukukcularımız
1930 târihli Askerî Cezâ Kânununda mevcut olan
Gedikli Erbaş tâbirini iptâl etmeyi beceremediler.
Yazıklar olsun hepinize...
Millî Savunma Bakanı Sabahattin ÇAKMAKOĞLU
Ve dahi
Bilmeyen galemli gara câhiller, öğrensin!
İşde
Askerî Cezâ Kânununa
Gedikli Erbaş unvânı
Aşağıda gördüğünüz şu kânun vasıtasıyla
1938 senesinde
Kaçak olarak sokuşduruldu.
Yukarıda kırmızı okun ucunda gördüğünüz “gedikli erbaş” unvânı
Bu kânunun sâdece 154 üncü maddesinde ve dahi sâdece bir dâne var. Başka yok!
Gedikli Erbaş tâbirini
Biliniz bakalım
Bu kânuna kaçak olarak sokuşduran şerefsiz kim?..
Bakınız, benli lakaplı bu kaşalot zâbit hakkında
Majestelerinin çaşıt büyükelcisi neler demiş...
Gedikli Erbaş denen asker kişiler Asubay oldukdan tam 50 sene sonra
Vekillerimiz meclisde ictimâ eyleyip
Gedikli Erbaş unvânını Askerî Cezâ Kânunundan silelim dediler.
Hükûmet
Millî Savunma Komisyonu
Ve dahi
Adâlet Komisyonunun muhterem üyeleri
Kafa kafaya verip teşrik-i mesâi yapdılar.
İşde
Aşağıda hazırladıkları kânun tasarısını görüyorsunuz.
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar’da târihe kazımışdık!
Asubaylara ne zamân bir hak vermişler ise
O zamân Asubaylardan başka bir hakkı geri almışlar...
Ya da
İşlerini son derece gönülsüz yapmışlar.
Ne dedi, ebemdedem?
Gönülsüz iş tutanın ya dişi ağrır ya da başı...
İşde, aşağıdaki kânun tasarısının meclisde görüşülmesi esnâsında da
Ayak sürüyerek iş yapmış!
Ve dahi
Gedikli Erbaş tâbirini bu kânuna eklemeyi unutmuşlar!
İltifât buyurursanız şâyet
Nacizâne şahsî kanaatimi arz edeyim.
Unutmadılar; bilerek ve kasden eklemediler!
Ağızlarını domaltarak
Asubayları
Gedikli Erbaş sınıfından kurtardıklarını söyleyen muhterem vekillerimiz ve subaylarımız
Her niyeyse
Yukarıdaki pencerede gördüğünüz ve iptâl etmek istedikleri ibârelerin yanına
Gedikli Erbaş tâbirini eklemeyi akıl edememişler...
Haydi,
İşi, iyi tarafından tutalım
Ve dahi diyelim ki
Zuhûlen böyle bir hâtâ yapdınız. İyi niyetinizde samimi iseniz şâyet
Geliniz, bugün iptâl ediniz şu Gedikli Erbaş tâbirini...
Yırtılsa da yakamız; yiğide, yeis yakışmaz!
Bu ebem sözünün hikmetine râm olan Eski Tüfek
Siz kadim dostları ve büyüklerinden aldığı ilhâm ile
Ot, kökü üstünde biter diyerek çekdi besmeleyi...
Bu maksada mâtuf olmak üzere
Bir istidâ yolladı, ilgili makâma.
Ve dahi şöyle dedi kendileyin;
KONU: Gedikli Erbaş Tâbirinin Askerî Cezâ Kanun’undan İptâli Hakkında. İLGİ: (a) 09 Ekim 2003 târih ve 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kânunu. (b) 19 Nisan 2004 târih ve 2004/7189 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kânunun Uygulanmasına İlişkin Esas ve Usuller Hakkında Yönetmelik. (c) 28.06.1938 târih ve 3514 sayılı Askerî Cezâ Kanun’unun Bâzı Maddelerini Değiştiren Kânun. (md. 154) (ç) 22.05.1930 tarihli ve 1632 sayılı Askerî Cezâ Kânun’u. İlgi (c) kânun ile 1938 senesinde ilgi (ç)’de mezkur kânuna dâhil edilen Gedikli Erbaş tâbiri askerî cezâ mevzuatımızdan; a. Hangi tarihde ve b. Hangi kânun ile ilgâ edilmişdir? Saygılarımla arz ederim. 17 Ocak 2015. |
Mübârek bir günde cevâp gönderdi, Necdet Bey.
Ve şöyle dedi bana;
60447 nolu başvurunuz hakkında.Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. 4:43 PM To: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Sayın ŞÜKRÜ IRBIK , Başvuru Numaranız :60447 Sayın Şükrü IRBIK, 1. 60447 sayılı BİMER müracaatınız incelenmiştir. 2.Başvurunuz, 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’nun “Yayımlanmış veya Kamuya Açıklanmış Bilgi ve Belgeler” başlıklı 8’nci maddesi kapsamında değerlendirilmiştir. Bilgilerinize sunar, esenlikler dilerim. GNKUR.PER.BŞK.LIĞI |
Dedik ya, yukarıda!
Meğerse devlet adamları ve subaylar da yalan söylüyor imiş.
Necdet Bey de bu kuralı bozmadı...
Çünkü
Gedikli Erbaş tâbirinin iptâl edildiğini
Ve dahi
Kamuoyuna açıklamadı.
Çünkü
Gedikli Erbaş tâbiri
Askerî Cezâ Kânunundan
Hiçbir zâman iptâl edilmedi...
Atalarım,
Oğul, hakkını aramakdan geri durma dediydi nasılsa
Bu düsdur ile yoluna devâm eden Eski Tüfek
Millî Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanından sonra
Başbakanın kapısını çaldı, Gücük ayının ikisinde...
T.C. BAŞBAKANLIK BİLGİ EDİNME DEĞERLENDİRME KURULU’NA Bakanlıklar/Ankara 02 Şubat 2015 KONU: Gedikli Erbaş Tâbirinin Askerî Cezâ Kanun’undan İptâli Hakkında. İLGİ: (a) 28.06.1938 târih ve 3514 sayılı Askerî Cezâ Kânun’unun Bâzı Maddelerini Değiştiren Kânun. (b) 22.05.1930 târihli ve 1632 sayılı Askerî Cezâ Kânun’u. (c) 17 Ocak 2015 târihli ve 60447 sayılı BİMER dilekcem. (Şükrü IRBIK) (ç) Genelkurmay Personel Başkanlığının (Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.) 30 Ocak 2015 Cuma, 5:43:59 târih ve saatli cevâbı. (d) 09 Ekim 2003 târihli ve 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kânunu. 1. İlgi (a) kânun madde 154 ile ilgi (b)’de mezkûr kânuna 1938 senesinde dâhil edilen “Gedikli Erbaş” tâbirinin askerî cezâ mevzuatımızdan; a. Hangi târihde ve b. Hangi kânun ile ilgâ edildiğini Sual eyleyen İlgi (c) dilekcemi 17 Ocak 2015 târihinde ilgili makâma gönderdim. 2. Genelkurmay Personel Başkanlığımız 31 Ocak 2015 tarihinde gönderdiği İlgi (ç) cevâbı ile talep etdiğim bilgiyi İlgi (d) kânunun madde 8, birinci fıkrasına istinâden reddetdi. 3. İlgi (d) kânunun 8 inci maddesinin; Birinci fıkrası, a. “Kurum ve kuruluşlarca yayımlanmış veya yayın, broşür, ilân ve benzeri yollarla kamuya açıklanmış bilgi veya belgeler, bilgi edinme başvurularına konu olamayacağı” İkinci fıkrası, b. “Ancak, yayımlanmış veya kamuya açıklanmış bilgi veya belgelerin ne şekilde, ne zaman ve nerede yayımlandığının veya açıklandığının başvurana bildirileceği” âhkâmını âmirdir. 4. Bu cümleden olmak üzere; kamuoyuna açıklanmış dahi olsa bile İlgi (c) dilekcem ile talep etdiğim bilgi veya belgelerin;
5. Ancak ne var ki İlgi (d) kânunun 8 inci maddesi, ikinci fıkrasının işbu açık ve emredici hükümüne rağmen cevâp vermeyen Genelkurmay Başkanlığımız görevini savsaklamışdır. Bu hususu kurulumuzun değerli üyelerinin takdirine arz ediyorum. 6. Neticeten, Başbakanlık Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulunun mevzu bahis talebimi İlgi (d) kânun kapsamında karara bağlamasını ve sonucunu tarafıma bildirmesini, Saygılarımla arz ederim. 02 Şubat 2015 Şükrü IRBIK E K L E R :
|
Dokdorundan, profesörüne kadar
Tam 9 hukukcu ictimâ eyledi Başbakanlıkda.
Dilekcemi eni konu tetkik eden kurulumuzun muhterem üyeleri;
Bir vatandaş olarak benim farketdiğim tuhaflığı farkedemedi.
Ve dahi
İddiamı “tavsiye ve mütalaa” olarak telâkki edip talebimi reddetdi.
Sağolsunlar, verdiği bu karar ile sayın kurulumuz
Bize, Yüce Meclise giden EGO için bir bilet verdiler.
Ortada bir kânunsuzluk olduğunu keşfetmişdim bir kere
Buraya kadar çaldığım bütün kapıları yüzüme kapatdılar
Olsun, durmak yok, soymaya ....
Af buyurun, yola devâm...
Ağlak Bülent gibi ağlayak da gözden mi olak?
Bu sahtekârlığı benim gibi keşfedecek Allah’ın başka bir kulu elbet vardır deyip
Vurdum şu emekli ayaklarımı, Dikmen Caddesinin deve yoran yokuşuna
Ve dahi
Şu dilekceyi verdim, milletin vekillerine.
Gönderdiğim dilekcemi bu kez de
TBMM Dillekce Komisyonunun vekil olan 4 üyesi tetkik eyledi.
Başbakanlıkda hepsi de hukukcu olan 9 sayın üyeden
Hiçbirisinin göremediği bit yeniğini
TBMM’nin sâdece birisi hukukcu olan 4 üyesi hemen farketdi.
Sırasıyla; eczâcı, hukukcu, edebiyat öğretmeni ve işletmeci olan bu cingöz vekillerimiz
Dilekcemde bahsetdiğim konuyu incelemeye değer buldular.
Çünkü
Gedikli Erbaş meselesinde bir orostopolluk olduğunu hemen anladılar.
Akabinde gereğini düşünüp
Ve dahi
Konu ile ilgili çalışmalarda değerlendirilmesi amacıyla
Millî Savunma Bakanlığımıza gönderdiler.
Deli değil Fakat Tescilli sahtekâr olan Kâzım isimli bir zâbitin Askerî Cezâ kuyusuna kaçak olarak atdığı Gedikli Erbaş daşını
Ve dahi
Tam 65 seneden beri o gânunun Gayyâ guyusundan çıkartmaya yetmedi... |
4551 sayılı kânununun
1999 senesinde meclisdeki müzâkeresi esnâsında konuşan muhterem vekillerimiz dediler ki;
YOK olasıca YÖK’ün yapdığı imtihânlarda olduğu gibi Dört yanlış, bir doğruyu götürseydi şâyet Vekillerin yukarıdaki ilk dört cümlede söylediği dört yalan da Beşinci cümledeki tek doğruyu götürecek Ve dahi Bu kânunu kabul eden vekiller, sıfır puan alacaklar idi. Sıfır artı sıfır, elde var sıfır!.. İkibin senesinde Meclisde ictima eyleyen muhterem vekillerimiz Bir günlük mesaileri boyunca hiç durmadan Osdurup osdurup ipe dizmişler... |
Caymak yok, peşine düşdüm bir kere
Ateş böceği değilim amma
O yalancılar kaçdıkca
Ben, kovalayacağım!
Hem de
Sıçdıkları yere gadar...
Yeni bir istidâ daha gönderip Millî Savunma Bakanımız İsmet Beye
Suâl eyledim, Gedikli Erbaş tâbirinin akibetini...
KONU: Gedikli Erbaş Tâbirinin Askerî Cezâ Kanun’undan İptâli Hakkında.
İLGİ: (a) 3514 sayı ve 28.06.1938 târihli Askerî Cezâ Kanun’unun Bâzı Maddelerini Değiştiren Kânun. (Md. 154) (b) 1632 sayı ve 22.05.1930 târihli Askerî Cezâ Kânun’u. (c) 5802 sayı ve 02.07.1951 târihli Astsubay Kânunu. (ç) 5619 sayı ve 23.03.1950 târihli Gedikli Erbaş Kânunu. (d) 4551 sayı ve 22.03.2000 târihli Askerî Cezâ Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kânun. (e) TBMM Dilekce Komisyon Başkanlığının 13.03.2015 târih ve 18434 sayılı karârı. (f) 09 Ekim 2003 târih ve 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kânunu. (g) 19 Nisan 2004 târih ve 2004/7189 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kânununun Uygulanmasına İlişkin Esâs ve Usûller Hakkında Yönetmelik. 1. İlgi (a) kânun ile yapılan değişiklik neticesinde Gedikli Erbaş tâbiri, İlgi (b) kânuna 1938 senesinde dâhil edildi. 2. İlgi (c) kânunun meriyyete girmesiyle birlikde İlgi (ç) kânun ve dahi bu kânunda mezkûr Gedikli Erbaş tâbiri 1951 senesinde ilgâ edildi. 3. İlgi (d) kânun ile 2000 senesinde yapılan değişiklik neticesinde İlgi (b) kânunda mezkûr “Gedikli Erbaş” tâbirinin “Astsubay” olarak değişdirilmesi gerekiyordu. Fakat söze konu işbu değişiklik yapılmadı. 4. Neticeten, İlgi (a) kânun ile İlgi (b) kânuna dâhil edilen Gedikli Erbaş tâbiri, 1938 senesinden beri askerî cezâ mevzuatımızda şu târih itibariyle hâlâ meriyyettedir. 5. Konu hakkında gönderdiğim dilekceme TBMM Dilekce Komisyon Başkanlığı; İlgi (e)’de mezkûr cevâbını, konu ile ilgili çalışmalarda değerlendirmek üzere Millî Savunma Bakanlığımıza havâle etdiğini 18.03.2015 târihinde tarafıma bildirdi. 6. Sayın Millî Savunma Bakanımıza benim suâllerim şöyledir; a. İlgi (e)’de mezkûr evrağı Millî Savunma Bakanlığımız teslim almış mıdır? b. Söze konu İlgi (e) evrak konusunda Millî Savunma Bakanlığımız ne yapmayı tasarlamakdadır? c. Suâllerimin İlgi (f,g) mevzuat kapsamında cevâplandırılmasını saygılarımla arz ederim. 08.04.2015. |
Gedikli Erbaş tâbirinin hukûkî durumuna son noktayı koyup
Hakîkâte vâsıl olmak gâyesiyle 17 Ocak 2015 târihinde başladığım yolculuğum
Necdet ve İsmet Beylerin yolumuza döşeği apaz apaz çoban çökerten dikenlerine rağmen
Mayıs ayının ilk haftasını kucakladığımız şu günlerde
Aynı şevk, azim ve heyecân ile devâm ediyor...
Sorduğum suâle cevâp vermek yerine Necdet Bey, yalan söylemeyi tercih etdi.
Sağolsun, Millî Savunma Bakanımız İsmet Bey ise
Hemen yukarıda gördüğünüz 8 Nisan 2015 târihli dilekceme miâdında cevâp vermedi.
Olsun!..
Çomak sokup hepsini birden tıkadım.
Artık kaçıp saklanacak başka delikleri kalmadı.
Zere
Ayı, ne kadar âl biliyorsa,
Avcı da evvel Allah,
O ayıdan bir fazla yol biliyor...
Bu dilekceme cevâp almak için Başbakanlığın kapısına dayanacağım günler yakındır.
Neticeyi hep berâber târihe nakşedeceğiz elbet.
Sitemizin idârecisi bâdem bıyıklı bahriyeli Semih KOÇ
Makâlelerimizi her gün olmasa da
Gün aşırı düzenlemeye alışdı nasıl olsa!..
Kaynak: Makâlede mündericdir.
Etmeleri şart değil hani!...
Yeter ki etmelerine karâr verilsin...
Etmelerine karâr verilmişse şâyet;
İpdil
Gecici bir madde eklenir
Akabinde
Etmiş sayılırlar,
Etdir Gitsin!..
Hespi bu kadar!
Etdirmek istemiyorsan şâyet
Onun da bin türlü yolu var elbet!
Guvvet gomutanlığı goltuğuna gıçını goyan bir hokkabaz çıkar ortaya
Ve dahi şöyle emir buyurur; “etdirmeyin!”
Peki,
Etdiren kim?
Etdirilen kim?
Kim, kimi ne etmiş?
Kim, ne etdirilmiş?
Kıymetli meslekdaşım Sayın Mete YANIKCI, emekliassubaylar.org’daki köşesine bir haber misâfir etdi bir kaç gün evvel. Asubayların gönül dosdu Sayın Umur TALU’nun Habertürk gazetesindeki köşesinde
11 Mart 2015 târihinde neşretdiği makâlesinden bir bölüm idi bu haber.
Ve dahi
İntihâr eden Asubay haberleri artık vak’ayi âdiyeden addediliyor idi.
Fakat bu kez bir Asubay meslekdaşımız,
Daha evvel hiç duymadığımız bir sebepden dolayı intihâr etdi.
Sayın TALU’nun yazdığına göre,
İntihâr eden Asubay meslekdaşımızın mesai arkadaşı olan bir Asubay,
Umur beye bir mektup göndermiş.
Mektubdaki habere göre,
Kara Kuvvetleri Komutanı Hulusi Aga, Asubayların AÜKH eğitimi aldığı okulu teftiş etmiş.
Sivil gibi düşünüp de
Asker gibi hareket etmesiyle namlı Hulusi Aga,
Şöyle bir soru sormuş teftiş esnâsında; “kursu şimdiye kadar başaramayan (Asubay) olmadı mı?”
Bu soruya; “Hayır komutanım, olmadı! Öyle bir eğitim veriyoruz ki, okulumuzda başarı oranı yüzde yüzdür” diyecek kadar yürekli ve şerefli bir gomutan çıkmamış. Kursa devâm eden Asubaylardan birisini hemen başarısız yapmışlar. Kendine yapılan bu haksızlığı hazmedemeyen meslekdaşımız, eğitimin son haftasında intihâr etmiş...
Okulun komutanları
Bir Asubayın intihâr etmesi bahasına kendi gıçlarını kurtarmışlar. Kınayı yaksınlar, bu korkaklar sürüsü...
Aptal ve g.tlek subayların aldığı bu ahlâksız karârın ceremesini de
Tabii her zamân olduğu gibi gene Asubay çekmiş!..
Kendisine Allah’dan rahmet diliyorum.
Hulusi Aga geçen sene Balıkesir’e gitdi,
Oralara pisledi...
Bu sene Ankara’da gitdiği okulu da
Kana buladı...
Yukarıda bahsetdiğime benzer bir durumu da 1978 senesinde bizzat ben yaşadım. Beylerbeyi Deniz Asubay Hazırlama Okulu birinci sınıfdayım. Atölye ismi verilen bir dersimiz var. Bu dersde; soğuk kaynak, sıcak kaynak, demir döküm, torna tesviye ve ağaç işleme eğitimi alıyoruz. Öğretmenlerimizin hepsi, tabiidir ki Asubay... Sâdece ağaç işleme dersini veren öğretmenimiz sivil... Adı da, Allah selâmet versin, Ȃkif Hoca. Biz, ortaokuldan sonra başladığımız hazırlık okulundayız. Fakat sanki sınıf okulundaymışız gibi eğitim alıyoruz. Öğretmenlerimizin hepsi hârika. Ve Birisi hâriç, hepsini de çok seviyoruz. Şimşir desem, herkes bilir. Çünkü şu fakir de birden fazla dayağını yemişdir... Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulundan mezun olup da O’nun dayağını yemeyen kimse yokdur.
Okulda okuyan öğrencilerin hepsi, fakir, fukara Anadolu çocukları. Öğretmenlerimizin verdiği işleri öyle bir güzel yapıyoruz ki! Onlar, öğretmenin hazzını yaşıyor ve bizimle gurur duyuyorlar. Bizler de yüksek not almanın sevincini yaşıyoruz. Akif Hocam bir gün dersde şunları anlatdı bize... Dönem notları belli olunca, öğretmenler kurulu toplanıp birinci dönemi değerlendirmiş. Okulda yüzde yüz başarılı olan dersler, okul komutanının dikkatini çekmiş. Ve sebebini sormuş. Kendisi son derece arkadaş canlısı ve yürekli bir insan olan Ȃkif Hoca bu soruya cevâp vermek için ayağa kalmış ve şöyle demiş; “Sayın komutanım, bu sene çok iyi bir seçme imtihânı yapmışsınız. Ve hârika çocuklar seçmişsiniz. İçlerinde bâzıları var ki daha şimdiden mühendis diploması versem eline, inanın az gelir. Böylesi mükemmel ve kâbiliyetli çocukları seçdiğiniz için sizi tebrik ederim komutanım!”
Hiç beklemediği bu çarpıcı tesbit karşısında çok sevinen okul komutanımız Güverte Albay Muzaffer ATAKLI, akabinde diğer öğretmenlere dönüp şöyle demiş; “Arkadaşlar, Ȃkif Hocayı duydunuz. Mâdemki öğrencilermiz hârika, öyleyse hepinizden yüzde yüz başarı bekliyorum!”
Sene, 1943...
İkinci Dünyâ Savaşının en şiddetli dönemleri...
Kıtaların ötesinden Avrupa’ya gelen tâze kuvvet Coni’ler, Hitler ile İtalya’da savaşıyor idi.
Daha önce hiç harp yüzü görmemiş Coni’lerde kısa zamanda savaş yorgunluğu başladı. Cephe Komutanı Korgeneral PATTON, Sicilya’da kurdukları bir sahra hastânesinde yatan yaralı askerleri ziyâret ederken orada duran iki asker dikkatini çekdi. Yarası beresi olmayan bu askerlere niye savaşmadıklarını sordu. Askerler, savaş yorgunu olduklarını ve savaşmakdan korkduklarını söylediler. Aynı çadırda eli ayağı kopmuş yaralı askerlerin inlemesinin yanında bu lafları duyan PATTON, aldığı cevap karşısında hiddetine mâni olamadı. Ve bu iki askere birer tokat aşketdi.
PATTON’un iki askeri tokatladığını duyan ordu,
Hemen durdu...
Hitler’i piyâde kovalayan Coni, düşmanı takip etmeyi
Hemen durdurdu.
Tanklar, toplar kontak kapatdı...
Hemen durdu...
PATTON’un yanındaki gazeteciler
Haberi ânında okyanus ötesine uçurdu.
Coni Genelkurmayı ve Amerikan halkı bu haber karşısında kelimenin tam anlamıyla ayağa kalkdı.
Bütün millet savaşı, savaşda ölen evlatlarını bir yana bırakdı ve tokat yiyen askerleri konuşmaya başladı.
Amerikan Genelkurmay Başkanı meşhur MARSHALL şöyle dedi;
Tokat, gurur ve asker...
Asker, bizde var,
Tokat da bizde var da...
Gurur nerede?..
Demekki askerin olduğu yerde tokat ve gurur aynı anda olamıyormuş!...
Komutanının dövdüğü iki asker,
Harbde ölen yüzbinlerce askerden daha fazla tesir bırakdı Amerikan halkının üzerinde...
Amerikalı analar şöyle dedi;
PATTON’un âmiri olan EISENHOWER, aynı gün bir telgraf çekdi.
Ve şöyle dedi; “Tokatladığın o iki askerden derhâl özür dile!”
PATTON’un önünde iki tercih var idi;
Askerlik mesleğini tutku derecesinde seven ve aslında iyi bir subay olan Korgeneral PATTON, ikincisini tercih etdi. Hitler’in uçaklarının gökden yağdırdığı bomba sağanağı altında PATTON bütün askerleri hemen orada ictimâ eyledi.
Ve binlerce askerinin huzurunda, tokatladığı o iki askerden özür diledi...
Ve dahi
Ordu tekrâr yürüdü...
Askerlerimizin başına çuval geçiren Amerika için
Mukâvemet etmesinler!
Ve dahi
“Büyük devletler özür dilemez!.”
Amerika’da;
Büyük devletin korgenerali
Büyük devletin erinden özür diledi.
Fakat büyük devletin kendisi
Bizim dörtyıldızlı büyük generallerimizden özür dilemedi...
Demek ki bizim dört yıldızlı subaylarımızın
Amerikalının nazarında
Kendi askeri kadar kıymeti yok!
Niye olsun ki?..
Amerika’da;
Tokatladığı askerlerden özür dileyen PATTON, ordudan atılmakdan kurtuldu.
Fakat iki askerine atılan iki tokadı Amerikan Genelkurmayı affetmedi...
PATTON, bir seneden fazla bir süre cephe gerisinde kızağa çekildi.
Ve Londra’daki çok bahalı bir otelde, kendi ifâdesiyle tam bir hapis hayâtı yaşadı.
Savaş devâm ederken ve sınıf arkadaşları zaferden zafere koşup kahraman olurken
PATTON, bir daha terfi yüzü göremedi...
İki askerine atdığı iki tokat,
Korgeneral PATTON’a Genelkurmay Başkanlığına mâl oldu.
Şimdi
Bu hikâyeyi niye fâş eylediğimi sormayın bana...
Orası nere?
Burası nere?
Meslekdaşımızın bu vahim ve hazin intihâr vukuatından sonra kendiliğinden istifâ edecek bir subay var mı bizde?
Ya da
Bu intihâra sebep olanları ordudan tard edecek kadar cesur ve şerefli subaylar var mı bizim ordumuzda?
Bunları cevâplamak Necdet Beye düşer değil mi?
Coni’lerin anaları asker doğuruyor da
Memed’in anaları taş mı doğuruyor?
Daha da acısı
Tokatlanan iki asker için Coni’nin anaları ayağa kalkıyor da
Memed’in anaları nerede?..
Bütün bu sorular ortalığı toza, dumana gark ederken
Neşretmeye başlayalı bugün, tam bir sene oldu...
Zihniyet Sürgünü subaylar ordumuzu boklamaya devâm ediyor!..
Bu hikâyeleri niye anlatdığımı zannederim izâh etmeme hâcet yok.
Herşey ortada...
Doğru öğretmen, doğru seçilmiş öğrencilere doğru ders verirse, başarı mutlak oluyor.
Ancak ne var ki
Sayın TALU’nun bahsetdiği intihâr vak’asındaki hakikât benim anlatdığımdan çok farklı bir manzara çıkartıyor ortaya!
Çünkü, merhum meslekdaşımız;
Bu kadar sıkı eğitimleri başarı ile tamamlayan bir Asubay, o eğitimde başarısız olamaz...
Yeter ki böyle ahlâksız, böyle nâmussuz, böylesi alçak bir müdahaleye mâruz kalmasın...
Bu anlatılanlar gerçek ise şâyet durum gerçekden vahimdir.
Bu intihâr vak’ası doğrudan doğruya Türk Ordusu’na yapılmış bir suikastdır.
Aksi vârid ise şâyet, Hulusi Aga çıkıp meydana tekzip etsin!
Tekzip etmez ise şâyet, bu haberin altında kalır kendisi...
Peki,
Vukatın nesnesi Asubay olunca hakikât bu minvâl üzere tecelli ediyor da
Subay olunca netice nereye varıyor acap?
Vukuatın nesnesi subay olunca
Başarılı olmaları şart değil hani!..
Bir darbe tezgahlanıyor,
Geçici bir madde ekleniyor,
Başarılı olmuş sayılıyor..
Nasıl mı?
İşde, ibretin belgesi;
Yukarıda gördüğünüz kânunun
Yürürlüğe girdiği târihe bakmanız yeterli...
Geçici madde eklemişler,
Kurmay eğitimine devâm eden subaylarımız
Henüz eğitimlerini tamamlamadan kurmay olmuşlar
Subay için
Evvelâ darbe tezgahla
Akabinde
Mezun etdir, gitsin!..
Asubay için
Evvelâ bir teftiş tezgahla
Akabinde
İntihâr etdir gitsin!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
Türk havacılık târihinin en önemli şahsiyetlerinden birisi olan Millî gururumuz Asubay Vecihi HÜRKUŞ’u saygıyla yâd etmek için Hava Kuvvetleri Komutanlığında ilk defâ Asubay Vecihi HÜRKUŞ adına Ödül töreni tertip edildi. Törende konuşan Hava Kuvvetleri Komutanımız Orgeneral Akın ÖZTÜRK, "Asubay öğrencilerine kurmaylığın önünü açacak çalışmayı yapıyoruz" müjdesini verdi.
Ordumuzun istikbâlde alacağı yeni teşkilât hakkında çok önemli ipuçları veren bu haber ne tuhafdır ki sâdece Takvim gazetesinde yer bulabildi. Orgeneral ÖZTÜRK’ün konuşmasında ifâde etdiği haberin bu önemli unsurlarını sâir basın mecrâları ya göremedi ya da görmek istemedi. Şâyân-ı dikkat bir vaziyet hakîkâten...
Muhteşem Komutan Orgeneral ÖZTÜRK Asubay hakları konusunda böyle muazzam ve haklı hedefler ortaya koyarken
Aynı konuda Memur Necdet Bey bir şeyler söyledi mi diye soruyorsanız, fâş eyleyelim...
TSK Komutanlık Astsubayları Semineri tezgahı altında Kıdemli Asubayları Gücük ayında karargaha celp eyledi.
Fakat Ordumuzun önümüzdeki dönemde alacağı yeni tertip-düzen hakkında
Ve dahi
Asubayların ordumuzun içinde alacağı görevler, yetkiler hakkında bir tek söz dahi demedi.
Peki,
Hemen arz edelim; Memur Necdet Bey, “AKP hükûmeti ile hemfikir” imiş!..
Bu can ciğer kuzu sarması sohbet muhabbetin tâbi neticesi olarak da
Necdet Bey,
Gendi goltuğunun derdine düşdü. 30 Ağustos gelse de bir an evvel teskereyi alıp sıvışsam diye gün sayıyor.
Haysiyetli bir Türk subayına bu kadar utanç, bu kadar zillet yeter de artar bile...
Kara Kuvvetleri Komutanımız Orgeneral Hulusi AKAR,
Bu arada boş durmadı...
Evvelâ, hemen Okyanus ötesine uçdu;
Türk Ordusunun başına çuval geçiren Coni’nin önünde
Gıldan ince o boynunu öne eğip
Düşmanı Coni’ye madalya takdırdı...
Katiline âşık olmak, buna denir işde!..
Akabinde
Coni’den hangi görevleri, hangi emirleri aldı?..
Gevurun madalyasını alan er kişi
Gevurun davulunu çalar, değil mi?
Menfaati yoksa şâyet Coni, boklu bitini vermez!..
Ben,
Hulusi Aga’nın şu yapdıklarınıı düşünürken
Nur içinde yatsın!
Rahmetli dedemin bir sözü tedâi ediverdi vehleten; “Oğul; Mandanın arsızı, kasabın bıçağını yalar!..”
Bilâhire;
Balıkesir’e gadar gizlice gidip
Kara Asubay Meslek Yüksek Okulu öğrencilerini huzurunda ictimâ eyledi... (bknz.)
Ve dahi
Şöyle dedi Memur Hulusi Ağa;
İşde, okudunuz... Bu sözleri söylediği anda
Ordumuzun istikbâlde alacağı yeni teşkilât hakkında
Memur Hulusi Agamız fikir beyan etmek hakkını peşinen ve dahi ebediyyen kaybetdi.
Tükürdüğünü yalar mı, bilemem!
Fakat
Hulusi Aga için artık geriye dönüş yok bu yolda!..
İkinci Başkana gelince;
Siz kadim dostlarımız bilirsiniz, kelâm cimrisi değildir Eski Tüfek...
Lâkin,
Aslını inkâr eden Yaşar GÜLER Efendi için
Bir tek kelime dahi isrâf etmeye değmez bu satırlarda!
Eski Tüfek’in köşesinde O’nun resmine de yer yok, ismine de...
Türk Ordusu,
Bu Aga, Bey, Efendi tayfası yüzünden savaşkanlık ruhunu kaybetdi...
Türk Ordusu,
Bu köhnemiş fikirlerden,
Bu sürgün zihniyetlerden tez elden kurtulacak inşallah.
Bütün bu rezâlet, kepâzelik, zillet bir yana
Hava Kuvvetleri Komutanımız Orgeneral Akın ÖZTÜRK,
Vatanımızın ufkundan yeni bir güneş doğup
Türk Ordusunun son bin seneden beri kendine yurt bildiği Anadolu toprakları üzerinde yakdığı
Ve fakat
Soz zamânlarda küllendirilmeye terk edilen çoban ateşine
Kuvvetli, kademli ve bereket dolu bir nefes bahşetdi.
Ve dahi
Küllendirilmek istenen Türk Ordusunun çoban ateşi
Orgeneral ÖZTÜRK’ün bu kutlu nefesi ile hemen
Dirildi...
Târihe nakşetdiği bu sözleriyle
Orgeneral Akın ÖZTÜRK
Hakikâte, hakkını teslim etdi.
Çünkü
Hakikâtin kendini kabul etdirme kudreti vardır!..
Takvim Gazetesinden Ahmet TOPAL’ın 15 Şubat 2015 târihli haberine göre Havacı Asubaylara da iyi bir eğitim için çağrıda bulunan Orgeneral ÖZTÜRK, Asubaylara kurmaylığın önünü açacak bir çalışma yaptıklarını belirterek, şunları söyledi:
Sizlerden beklentim, eğitim alanında kendinizi daha da geliştirmeniz ve Hava Kuvvetlerinin faaliyetlerine artan bir ivmeyle katkı sağlamanızdır. Sizlerin özellikle İngilizce başta olmak üzere yabancı dil eğitimine daha sıkı sarılmanız büyük önem taşımaktadır. İnanıyorum ki bir gün bir Asubay Meslek Yüksek Okulu öğrencisini Harp Okulu'nu bitirmiş, pilot olmuş, sonra kurmaylığı kazanmış ve belki de Hava Kuvvetleri Komutanlığı'na gelmiş olarak göreceğiz.
Asubaylara subay olmak hakkının verilmesi gerekdiğini ilk defâ bir kuvvet komutanımız basiretle ve yiğitce 2015 senesi Gücük ayında gündeme getirdi. Bu ulvî, samîmi ve kadirşinas tesbitinden dolayı Hava Kuvvetleri Komutanımız Orgeneral Akın ÖZTÜRK’ü yürekden kutluyorum. Orgeneral Sayın ÖZTÜRK’ün bu çıkışıyla ordumuzda zihniyet devriminin çoban ateşini Hava Kuvvetleri Komutanlığımız yakmışdır. Bu ateşin ışıtdığı yolda ordumuz sebat, azim ve kararlı olarak hedefine yürümeye devâm etmelidir.
Türk askeri,
Orgeneral ÖZTÜRK ve Orgeneral ÖZTÜRK gibi komutanların peşinde;
Ne mutlu Havacılarımıza ki Orgeneral ÖZTÜRK gibi komutanları var!
Darısı diğer kuvvet komutanlarımızın başına.
Peki,
Orgeneral Akın ÖZTÜRK yiğitce ortaya çıkıp bu sözleri söyledi söylemesine de. Gerçek ile alâkası var mıdır bu tesbitlerin?
Evet, Orgeneral ÖZTÜRK’ün Asubaylar hakkında söylediği her şey, hakîkâtin ta kendisidir.
Nasıl mı?
İşde şöyle;
Çok değil, daha şunun şurasında 100 sene evvel ATATÜRK;
Çok değil, daha şunun şurasında 50 sene evveline kadar;
Asubayların târihden neşet eden Subay olmak hakkını Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar-5 isimli makâlemizde târihe kayıt etdik! İşbu makâlemizde emekli bir Asubay olarak Eski Tüfek, samimiyetle ve cesâretle gündeme getirip 2014 senesinin Ortagüz ayında dünyaya duyurmuş idi.
Asubayların subay olmak hakkını savunan ilk Subay da Ogeneral Sayın Akın ÖZTÜRK oldu. Devletimizin bekâsı için şart olan bu hakkı sahibine teslim eden ilk Subay olarak da târih, Sayın ÖZTÜRK’ü yazacak. Devletine bağlı, milletini seven her Subay da bu hakkın Asubaylara teslim edilmesini desdeklemelidir.
Celâdet, her Türk askerinin mayasında vardır, kanında vardır, evvel Allah!
Ve dahi
Muzaffer ordunun temel şartıdır bunlar.
En iyi olan başa geçer.
Târihi zaferler ile dolu olan şanlı Türk Ordusunun
Dünyâ sahnesinde en azından on bin seneden beri varoluşunun temelinde
Bu eskimez kural,
Ruhunda atamızdan mirâs bu töz vardır.
Oyuncu değil fakat oyun kuran ve dahi oyun kazanan bir devletin muzaffer ordusu olmak için Subayları, Asubaylar ile çeliklemeye mecburuz.
Böyle yapar isek şâyet neticede;
Ve dahi
Çoban Ateşi isimli işbu makâlemi,
Kendisi de Toros dağlarına sırtını yaslayıp
Nice Çoban Ateşleri yakmış bir Toros yiğidi olan
Ve dahi
14 Mart 2014 târihinde Hakk’ın rahmetine kavuşan
Olçum Köşesinin Yazarı
Meslekdaşım merhum Mehmet Ali KILINÇ’ın aziz ruhuna ithâf ediyorum.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
Bir makâlenin içine iki meçhûl telefon muhâveresi sığar mı? Sığıyormuş meğerse! Zemherinin 22’si Pazar günü kuşluk vakdi telefonumun zili çaldı. Gene reklâmcı kızlardır herhâlde diye duymazdan geldim. Bir kaç kere daha çaldıkdan sonra hanım suratını ekşitip; zahmet olmazsa açşan şunu! dedi. İki sene evvel istediği bir okka yemeklik yağı almadık ya! Bu sebepdendir mâlûm, aramız hâlâ şekerrengi. Hemcinsim olsaydı anlaşmanın bir yolunu bulurdum elbet!. Lâkin kadın milleti işde... Anlayın beni!.. Bulaşmanın anlamı yok şimdi. Ben de bu kibar dâvete bigâne kalamadım. Hemen açıp telefonu Efendim! dedim.
Davûdî sesiyle zihnime âdetâ tek tek nakşetdiği konuşmasında telefondaki meçhûl şahıs ile şöyle hasbıhâl etdik;
Bir anlığına çok mahçup olduğumu hissetdim. Başımdan aşağı kazanlar dolusu kaynar su döküldü! Zîrâ telefondaki meçhûl şahıs hiç ummadığım bir şekilde noktayı koymuşdu sözüne. Karşı binanın pencerelerinden bize bakan merâklı komşularım farketmişdir herhâlde. Sarılık sarısı yanaklarım nar kırmızısı kesdi vehleten. Kendimi toparladıkdan sonra;
Ya rabbim! İnsan yaşadıkca neler öğreniyor şu hayatda!.. Demek ki turnanın horozu da varmış!
İctima alır gibi kesin ve keskin bir edâyla konuşan meçhul Jandarma, başka söz söylemeden kapatdı telefonunu!..
Hâlâ şaşkınlık içindeydim! Şu an dahi bilemediğimiz ve hattâ bilmeden ölüp gideceğimiz Allah bilir daha neler var şu dünyada. İlk defâ konuşduğum ve adını bile söylemeyen bir meslekdaşımdan ilk defâ işitdiğim şu bilgiler karşısında dumura uğradım külliyen.
Bu yiğit Jandarma konuşurken ben de O’nu pür dikkat dinledim. Dinlerken de yazmaya gayret etdim. Vebâli vardır, üzerimde kalmasın! İnşallah doğru anlamış ve anlatdıklarını tam olarak aktarmışımdır sizlere.
Mevsimidir; Kar, yağarken tozar!..
Aydın’lı Efe Ahmet KISA’dan kuru incir geldi bir kere... Posdacı da yolu öğrendi nasıl olsa! İsder misiniz, bu isimsiz yiğit Jandarma da kendisi gibi yiğit bir Denizli horozu göndersin bize!..
Sağolsun bu meçhûl meslek çınarımız kendisi hakkında başka birşey söylemedi. 90 yaşından ziyâde olduğunu zannetdiğim Denizli’li meçhûl Zeybek bana telefon numarasını verdi. Ve Horozlar diyârı Denizli’de görüşmek üzere ahitleşdik kendisiyle.
Denizli’den beni arayıp kendi hayat hikâyesini zihnime bir çırpıda zerkeden bu yiğit Gedikli Zâbit, 1944 neşetli olduğuna göre makâlemizin de en kıdemlisi ve dahi şeref misâfirimiz oluyor. Horozu gibi kendisi de müthiş vakarlı bir edâ, gurur ve özgüven âbidesi olan bu meçhûl meslek çınarımızın bu vesile ile ellerinden öpüyorum. Ȃhir ömründe güzellikler, sıhhat ve neşe dolu günler temenni ediyorum kendisine.
İmdi teveccüh eyleyelim mevzumuza, yiğit ve kadim yârenlerim.
Birinci kısımı hep berâber okudukdan sonra verdiğimiz
10 dakikalık kısa bir ihtiyac molasının akabinde
Seyirciler, koltuklarına oturdu,
Işıkcı, ışıkları söndürdü!
Ve dahi
İkinci kısımı oynatmak üzere perde açılıyor!
Gedikli Küçük Zâbit unvânlı asker kişileri
Gedikli Erbaşlığa tenzil etmek için tezgaha sürülen sahtekârlıklar kumpanyasına devâm ediyoruz...
emekliassubaylar.org tiyatrosunun
220.000 koltuklu Eski Tüfek sahnesinde teşhir etmeye başladığımız
Gedikli Erbaş Sahtekârlığı künyeli tekmili iki kısımlık makâlemizin birincisinde
Kânunda Gedikli Küçük Zâbit şeklinde yazılı olan askerleri
Gedikli Erbaşlığa tenzil etmek için çırpınan sahtekâr bir subayın çevirdiği hile çarkının
Dönüp geldiği aşamaların ilk fasılını teşhir etdik.
İmdi kıraat eylediğiniz işbu ikinci kısımda ise
Makâlemizin birinci kısmı olan Gedikli Erbaş Sahtekârlığı -1-‘de kaldığımız yerden devâm edeceğiz.
Bu orostopolluk çarkını elleri titremeden ve fakat can havliyle çeviren emekli Zâbiti
Meclis mahzenlerinde sıçdığı yere gadar govalayacak
Ve dahi
Bu firavun fâresini cürm-ü meşhut hâlinde yakalayacağız evvel Allah.
Gedikli Küçük Zâbit ve Küçük Zâbit unvânlarının
Gedikli Erbaşlığa tenzil edilmesi için tezgaha sürülen kânunlar silsilesine
Birinci kısımda kaldığımız tarihden devâm edelim.
Aşağıdaki yazı bölüğünü okumadan evvel yukarıda gördüğünüz Meclis zabıtını inceleyin lutfen.
İşbu Meclis zabıtında iki noktaya bâhusus dikkat buyurunuz;
Rahatca görüp tetkik edesiniz diye üçünü bir araya getirip sımsıkı bağladıkdan sonra
Sayfanın hemen aşağı kısmına doğru sarkıtdık!
Bilgisayarınızın fâresindeki tekerleği
Tetik parmağınızla size doğru çekerseniz şâyet sırasıyla hepsini görebilirsiniz.
Lutfen dikkat buyurunuz!
Eski Tüfek yegân yegân tetutbu etdi.
Şu anda okuduğunuz cümlenin hemen üsdünden size doğru gül kokulu gülücükler gönderen bu gânunların hiçbirisinde
Gedikli Erbaş tâbiri var mı? Yok!
Resmî evrakda sahtekârlık yapıldığını isbat etmek için bunlardan başka belgeye hâcet var mı?
Yok, dediğinizi işitdim sanki?!!
Yok! dediyseniz şâyet
Sahtekâr firavun fâresinin eşkâlini öğrenmeyi haketdiniz demekdir!
Buyurun, öyleyse...
Yukarıdaki 21 sayılı madde başlığı altında gördüğünüz kânun tasarısını Meclis’e getiren kişi,
Zamânın
Millî Müdafaa Vekâleti Encümen Reisi emekli zâbit Kâzım SEVÜKTEKİN’dir.
Sağ tarafınızda üç değişik tavsırını görüyorsunuz.
Bu firavun fâresi kılıklı Zâbit,
Millî Müdafaa Vekâletinin Meclise getirdiği kânun tasarısının yukarıda gördüğünüz metininde 1683 sayılı Askerî ve Mülkî Tekâüd Kânun’undan bahsediyor. Bu kânun’un başlık kısmını aşağıya yapışdırdım. Maddeyi lutfen dikkatle okuyunuz. Bu maddede Gedikli Küçük Zâbit ve Küçük Zâbit ibâreleri mevcut.
Fakat
Bâdem bıyıklı Hitler kılıklı Vekil Kâzım SEVÜKTEKİN, sahtekârlık yapdı.
Ve dahi
Hazırladığı kânun tasarısındaki
Gedikli Küçük Zâbit ve Küçük Zâbit ibârelerini sildi. Bu unvânların yerine Gedikli Erbaş ve Gedikli ibârelerini ekledi.
Ben,
Askerlik mesleğinin şeref membasından beslendiğini bilirim.
Askerin de şerefli olduğuna inanırım. Bu itikâdımı hâlâ muhâfaza ederim.
Fakat burada yapılan orostopolluk bize gösteriyor ki
Kânun maddesinde sahtekârlık yapan şerefsiz bir iki subay tâ o zamânlarda da varmış!..
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar hüviyetli makâlemizde şümûllu olarak anlatdık. Başkomutan ATATÜRK’ün Türk Ordusuna emânet etdiği “Asubay” unvânına
Subay emeklisi Kâzım’ın kânunsuz olarak “s“ ekleyip nasıl “Assubay” şekline tâdil etdiğini belgeleriyle fâş eyledik.
Demek ki alışkanlık yapıyor!
Goca götlü,
Gıllı göbekli
Geniş gursaklı
Ve dahi
Göbek gerdanlı büyük Turgut; “Anayasa’yı bir kere delmek ile bir şey olmaz!” dediydi.
Alışmış, gudurmuşdan beter oluyor besbelli. Arınç’lı Bülend’in demesiyle; şey, şey yemekden şey eder mi?
Subay emeklisi Kâzım 1935 senesinde evrakda sahtekârlık yapıp Asubay kelimesini Assubay yapmış idi.
İflâh olmayan Kâzım
İki sene sonra, 1937 senesinde
Gedikli Küçük Zâbit ve Küçük Zâbit unvânlarını sildi ve
Bu kez de goca gıçına vurup Gedikli Erbaş şeklinde bir unvân uydurdu.
Ve dahi
İşbu gayri meşru unvânı resmî evrakda sahtecilik yapıp kânun’lara sokuşdurdu.
Zamânın Millî Müdafaa Vekâleti Encümen Reisi
Vekil
Ve dahi
Tekâüd Zâbit Kâzım SEVÜKTEKİN şimdi nerede mi yaşıyor?..
T.C. Başbakanlık’ın hazırladığı Şeref Üyeleri arasında
ATATÜRK ile birlikde aynı yerde yaşıyor!!!
Pekiyi,
Sahtekâr Mirlivâ Kâzımı işbu şeref listesine kim yazdırdı dersiniz?..
Târih, 1983...
Bildiğinizi biliyorum!..
Tekâüd Zâbit
Arsızlığa alışmışdı bir kere.
Şey, şey yemekden fariğ olur mu hiç?
Bir sene evvel ilk sahtekârlığını yaparken elleri titrememişdi zâten...
Sonraki sahtekârlıkları yapmakda pek daha mâhir davrandı. Tereyağından kıl çeker gibi kânun çekdi kendileyin!
Aşağıda gördüğünüz T.B.M.M. Karârına bâhusus dikkat buyurunuz.
Gündeme alınan konu, Deniz Ve Hava Gedikli Küçük Zâbitleri...
Fakat
Gedikli Küçük Zâbitlerinin gündem edildiği bir karâr metinin içine Mirlivâ Kâzım
Ölü götüne pambık deper gibi
Gedikli Erbaş ibârelerini sokuşduruverdi gene!..
Biliyor musunuz?
Bu karârnâmenin imzâlandığı 27 Mart 1936 târihinde
T.C. Ordusunda Kara Gedikli Erbaş uvnanıyla bir asker sınıfı mevcut değil idi. Bu hakikâte dikkat buyurunuz!
Kara Gedikli Erbaş sınıfını da Mirlivâ Kâzım askerî mevzuatımıza bu karâr ile gayri meşru olarak sokuşdurdu.
Bu sahtekârlık neticesinde Ordumuz Kara Gedikli Erbaş sınıfını ile müşerref oldu.
Fakat işin tuhaf tarafı aşağıda gördüğünüz 933 sayılı işbu karârnâme
Kara Gedikli Erbaş sınıfı hakkında neşredilen ilk ve tek mevzuatdır. Başka mevzuat neşredilmedi.
Çünkü tekaûd Zâbit Kâzım’ın doğurduğu bu gayri meşru çocuğu Kâzımdan başka kimse sahiplenmedi.
Aşağıda gördüğünüz 3134 sayılı ve 15 Şubat 1937 târihli kânunda
Gedikli Küçük Zâbit ibâresinden son kez bahsedildi.
İki seneden beri yapdığı tanzim atışı ile hedefini iyice kısdıran şerefsiz bir zâbit
Bundan sonra yapacağı kânunlarda artık tesir atışına başlayabilirdi.
Elinin altında hazır bekleyen ve
İçinde artık Gedikli Zâbit sınıfının olmadığı kânun’u Meclis’den geçirmek için fırsat kolluyordu.
Resmî evrakda sahtekârlık yapmanın köküne kıran mı girmişdi?
Sahtekârlık kumpanyasının sıradaki oyununu sahneye sürmek için kumpas kurulmuşdu nasılsa.
Amasya’nın bardaa
Biri doldu, bi daa!..
Emekli Zâbit Kâzım SEVÜKTEKİN’in gayri meşru çocuğu olan Gedikli Erbaş tâbiri
İki vakde kadar askerî mevzuatımıza duhûl eyleyecek idi.
Sağ tarafınızda Gedikli Erbaş Hazırlama Okulu’nun bir tavsırı var.
Tabelâsına adını yazmamışlar. Hangi okula ait olduğunu ben bulamadım.
Yukarıdaki pencerede bahsedilen Gedikli Erbaş Mekteblerine dair kânun bulamadım.
Tuhaf bir vaziyet!..
Gedikli Erbaşlık sınıfının olmadığı bir târihde ordumuzda Gedikli Erbaş Mekteplerini hangi kânuna göre ihdâs etmişler?
Hangi kânuna göre Gedikli Erbaşlık mezun etmişler?
Bu konuda da tezgaha sürülmüş bir orostopolluk var gibi! İşin aslına ermek gâyesiyle bir istidâ yolladım Millî Müdafaa Vekâletimize. Ve dahi şu suâli tevcih etdim Vekil Beye; “Gedikli Erbaşlığı hangi tarihde ve hangi mevzuata müsteniden ihdâs etdiniz?” dedik. Şimdilik tetkik ediyorlar. Cevâb gönderirlerse şâyet buraya memnuniyetle yapışdırırız inşallah.
Aşağıdaki pencerenin sol yanında kânun tasarısı hakkında hükûmetin teklifini,
Sağ yanında ise Millî Müdafaa Vekâleti Encümeninin tasarıda yapdığı değişiklik metnini görüyorsunuz.
Gündemdeki kânun; 2505 sayılı Gedikli Küçük Zâbit Membalarında Dair Kânun.
Aşağıdaki Meclis zabıtlarını gördüğünüz 3134 sayılı ek kânun ile
2505 sayılı Gedikli Küçük Zâbit Membalarında Dair Kânun’a dört madde eklenmiş.
Tasarı metinine ise kânunun sâdece sayısı yazılmış.
Çevirdikleri sahtekârlık tezgahı fark edilmesin diye kânunun adınını bu tasarıya kasden yazmamış şerefsizler.
Makâlemizin ilerleryen sayfalarında AYİM’in bir karârından dem vuracağız.
Bu karârında AYİM; Gedikli Erbaşlar, Gedikli Subaylardan farklı bir “statü”dür demiş. Görevdeyken ölen babalarının yetim maaşını almak için çocuklarının açdığı dâvâyı AYİM 1995 senesinde bu sebepden dolayı reddetmiş.
Gedikli Erbaşlar, aşağıda gördüğünüz kânun metininde Gedikli Zâbit telâkki edilmiş.
Şimdi, bu karâra imzâ atan AYİM’in palyaço kılıklık askerî hâkim ve savcıları;
3134 sayılı şu kânun’a bir daha baksınlar. Ve utansınlar! Sonra da 1995 senesinde verdikleri bu karârı bir daha gözden geçirsinler bakalım.
Aşağıdaki pencerede
Zamânın Başbakanı Sayın İsmet İNÖNÜ‘nün imzâsı ile Meclise arz edilen Millî Müdafaa Encümeni’nin (1/790) sayılı mazbatasını görüyorsunuz.
Bu mazbatanın hazırlanışının maksadı 2505 sayılı Gedikli Küçük Zâbit Membalarına Dair Kânun’da değişiklik yapmak. Çerçevenin en üst köşesinde mazbataya başlık olarak yazılan Gedikli Küçük Zâbit ibâresine dikkat buyurunuz.
Mazbatadaki kırmızı okun ucunda gördüğünüz üzere kânun tasarısı Gedikli Küçük Zâbit başlığı altında yazılmış. Fakat mazbata metinine bakdığınızda Gedikli Erbaş ibâresini göreceksiniz.
İşde, sahtekârlığın ikinci perdesi de burada başlıyor!.. Mazbata metinine ekledikleri Gedikli Erbaş unvânı, bu târihde hiçbir kânunda yok. Yukarıdaki sayfalarda tam metinini gösderdiğimiz üzere Gedikli Erbaş ibâresi burada atıf yapdıkları 2505 sayılı kânunda bile mevcut değil.
Bu mazbatanın altına imzâ atmakla Başbakan Sayın İsmet İNÖNÜ de sahtekârlığa âlet edildi.
Bu kânun tasarısında bir de kurnazlık yapdılar. O kurnazlık da şudur; Meclisdeki vekillerin şüphelenmesini önlemek için 2505 sayılı kânunun tam adını yazmadılar. Sâdece sayısını yazdılar.
Meclisdeki onca vekilden bir dânesi bile zahmet edip de 2505 sayılı kânunu açıp okumamış. Vicdân sahibi bir tek vekil dahi; “Yahu kardeşim! Gedikli Erbaş da nereden çıkdı? Gedikli Küçük Zâbit kânununda değişiklik yapıyorsunuz fakat bu kânunda Gedikli Erbaş şeklinde bir tek ibâre dahi yok! Bu ne biçim tasarı?” dememiş.
Yazıklar olsun hepsine!..
Aşağıdaki pencerede
12 vekilin imzâlayıp Meclis’e arz etdiği kânun tasarısını görüyorsunuz...
Bu tasarı metninde 4 dâne Gedikli Küçük Zâbit ibâresi var. Bir dâne de Gedikli Erbaş ibâresi var.
Bu kânun tasarısında aslında temiz eller ile kirli ellerin bir vicdân ve şeref mücâdelesi verdiğini görüyoruz.
Vicdânının sesine kulak veren temiz eller, işin doğrusunu yapmış. Kânunda yazan Gedikli Küçük Zâbit unvânını kullanmış.
Fakat vicdânı bâsûrlu kirli eller ise gayri meşru olan Gedikli Erbaş ibâresinde ısrar etmiş.
Meclisde bu tasarıyı imzâlayan
Ya da
Leyhde-aleyhde rey veren vekillerden bir dânesi çıkıp da; “Hoop beyler! Gedikli Küçük Zâbit Kânun’unda Gedikli Erbaş şeklinde bir ibâre yok! Bırakın bu orostopolluğu!” dememiş!
Temiz eller ve kirli ellerin bu vicdân ve şeref mücâdelesinde bakalım kim gâlib gelmiş, göreceğiz!
Aşağıdaki mazbatada isimlerini gördünüz 12 vekilimiz,
İşbu gayri meşru kânun tasarısının altına imzâ atdıkları anda vicdân ve şeref mücâdelesini peşinen kaybetdiler!
Haberleri olsun!
Aşağıdaki Meclis zabıtının başlığında Gedikli Küçük Zâbit ibâresi var. Gündemdeki konu da Gedikli Küçük Zâbitler. Fakat zabıt metinine Gedikli Erbaş ibâresini sokuşdurmuş şerefsizler.
Makâlemizin bu sayfasına gelince bir ihtiyac molası verdim kendi kendime.
Çünkü
Kânun’un bu maddesinde
Erik ağacından oyma zurnamız zırt diyecek!
Buraya kadar dökdürdüğümüz kelâm, keçiboynuzundaki bal kadarcık birşey idi.
Bir dirhem bal için bir çeki odun yedirdik bu sayfaya kadar.
Hem okudum
Hem de yazdım
Yalan dünya senden bezmedim!..
Fakat
Vekil sıfatlı ve zâbit kılıklı bâzı şerefsizlere
Dudak değmemiş küfürler etdim!..
Aşağıdaki Kânun tasarı metinine 2505 sayılı Gedikli Küçük Zâbit Membalarına Dair Kânun’un ismini hiç yazmadılar.
Sâdece kânun’un sayısı yazdılar.
Bu kânun’da mevcut olan Gedikli Küçük Zâbit unvânı sahne arkasına çekildi.
Yerine,
Mirlivâ Kâzım’ın gayri meşru olarak peydahladığı Gedikli Erbaş unvânı sahneye sürüldü.
Bu oyuncu değişikliğini
2015 senesinin Mübârek Mevlûd Kandilinin edâ edildiği şu güne kadar kimse fark edemedi.
Bu cümlenin üstündeki şu kırmızı okun ucunda gördüğünüz kânun sayısına dikkat buyurunuz.
Ne yazıyor orada? 2505 numaralı kânun.
Şimdi burada şu bilgileri öğrenelim;
2505 ve 3221 sayılı kânunların beraber mer’î olduğu 1937-1949 târihleri arasında kalan bu 13 senelik terfi döneminde;
Olanlara duyurulur!..
Zihniyet Sürgünü değiliz!
Öyleyse
Çifte su verilmiş dövme has polatdan mâmûl mahmuz ile
Şahlandırmak için mahmuzlayıp dimağımızı
Ve dahi
Gürleyerek kişneyip şimşek şerâresi olarak menziline akan doru bir aygır gibi
Dört nala koşduralım beynimizi...
3221 sayılı Ek kânun 15.06.1937 târihinde meriyyete girdi.
2505 sayılı kânun 30.06.1950 târihinde 5619 sayılı kânun ile ilgâ edildi.
Demek ki 1937 senesinden 1949 senesine kadar geçen 13 senelik zamân zarfında ordumuzda;
Bu tuhaf durumu kendi kânunlarını ortaya koyarak şöyle açıklayalım;
Çifte kânunlu, çifte sınıflı ve çifte uygulamalı 1937-1949 seneleri arasındaki bu 13 senelik zamân zarfında;
Biz, bu hukuksuzlukları, bu sahtekârlıkları bulup ortaya dökdük!
Türk Milletinin dişinden dırnağından arttırdığı alın teri kokan paralar ile midesini dolduran emekli bir zâbit
Ve aynı zamanda vekil olan bir kişi,
Millî Müdafaa Encümen Reisi sıfatıyla Yüce Meclis’in odaları arasında oraya buraya azâmet ile yeldirirken
Kafasında dokuz tilki dolaşdırmaya devâm ediyordu.
2505 sayılı Gedikli Zâbit Kânun’una tecâvüz ederek binbir sahtekârlık yapmış ve Gedikli Erbaş unvânını;
Aşağıda temâşâ eylediğiniz kânun ile
Sahtekârlıklar kumpanyasında sahneye konulan rezâlet tiyatrosunun son perdesi de oynandı.
Kâzım Beyin gayri meşru olarak peydahladığı Gedikli Erbaş tâbiri
Askeriyemizin hem idârî hem de cezâ hukukunda sözde meşrulaşdırıldı.
2015 senesi Mevlûd Kandilinin ertesi günü Sayın Recep ERDEM ile telefonda görüşdüm. Allah sıhhat dolu ömür versin, kendisi 91 yaşında.
Sayın Ahmet KISA’dan aldığım bilgi sâyesinde ulaşdığım Sayın Recep ERDEM, bugüne kadar tanışmakla müşerref olduğum en yaşlı meslek büyüğümüz.
Ve dahi
Sayın ERDEM’i mezun eden Eskişehir Hava Okulu, İkinci Dünya Savaşının en şiddetli yaşandığı 1945 senesinde mezunlarına diploma vermemiş. Sâdece notlarını gösderen belge vermişler. Tek nüsha tanzim edilen diplomayı da Özlük Dosyasına konulmak üzere okulu, doğrudan Hava Kuvvetlerine göndermiş. Bu sebepden dolayı kendisinin diploma sûretini ne yazık ki bu sayfaya eklemeyedim.
Sayın ERDEM’in mezun olduğu 1945 senesinde Gedikli Küçük Zâbit Kânun’u meriyyetde idi. Kendisi bu kânun’a göre okula başladı, iki senelik eğitim-öğrenimini tamamladı. Ve gene bu kânun hükümlerine göre mezun edildi.
Mezun edildiği 1945 senesinde 2505 sayılı ve 1934 târihli Gedikli Küçük Zâbit Kânun’una göre;
Fakat
Sayın Recep ERDEM’in
Mirlivâ Kâzım’ın sahtekârlık yaparak 23.06.1937 târihinde meclisden geçirdiği 3221 sayılı Gedikli Erbaşların Membalarına Dair olan 2505 sayılı Gedikli Zâbit Kânun’una eklenen Ek Kânun’a göre mezun edildiği anlaşılıyor.
Sayın Recep ERDEM, sahtekârlık neticesinde kabul ettirilen kânun’a göre mezun edilmiş. Bir başka ifâde ile burada kânunsuz hüküm tesis edilmiş. Bu cümleden olmak üzere, Sayın ERDEM’e verilen Gedikli Erbaş diploması hukûken geçersizdir.
Gedikli Erbaş Sahtekârlığına ikinci bir örnek
Gene Aydın’lı Ahmet Efe’den geldi.
Kendisi hiç erinmeden Aydın’dan yola çıkıp Kuşadası’na kadar bizzat gitdi.
Ve dahi bu diplomayı rahmetlinin oğlundan alıp makâlemize hediye etdi.
Merhum Ahmet ÖZTÜRK (942-1989);
Ve dahi
Resmî evrakda sahtekârlık yapılarak peydahlanan gayri meşru Gedikli Erbaş Kânun’uyla unvânı tenzil edilen meşhur simâlardan
Ve dahi
Eski Tüfek’in işbu makâlesine bugün misâfir olan meslekdaşlarımızdan birisi de rahmetli Sayın Hulûsi KENTMEN’dir.
Ve dahi
Sayın Recep ERDEM’in durumunda olduğu gibi Sayın Hulûsi KENTMEN’in de Gedikli Zâbitlik unvânı gaspedildi.
Daha ne diyelim Allah aşkına?..
Meslek çınarımız Emekli Deniz Asubay Sayın Hulûsi KENTMEN’e ait bu diploma sûretini
Kıymetli devre arkadaşım (E) Dz. İdârî Asb.Kd.Bçvş. Sayın Özgün UYSAL’ın sayfasından aşırdım,
Özgün kardeşim; Bu vesile ile teşekkür ediyor, esenlik ve karikatür dolu nice güzel seneler diliyorum size.
Bu sahtekârlığı dâvâ konusu etmek gerekmez mi?
Gerekir...
Kim dâvâ edecek, pekiyi?
Ben, abc’ye göre yazdım.
Buyurun, siz seçin!
Devletin kânunlarında sahtekârlık yapmanın neticelerini görüyorsunuz değil mi?
Emekli kaşalot bir zâbitin yapdığı sahtekârlıklar
13 senelik terfi dönemi içinde kimbilir kaç meslekdaşımızın hakkını, unvânını, rütbesini gasb etdi...
Bu sahtekârlığı yapanlar ölüp gitdiler bu dünyadan. Biz Asubaylardan da rahmet beklemesin hiçbirisi.
Fakat
Devlet işleri şahıslar ile kaim değildir, devâmlılık esâsdır.
Bu sahtekârlığın bugün bizi ilgilendiren tarafı şudur; Bu suâle cevâp verecek bir devlet adamı var mı?
Devleti idâre edenler
Devlet adamı olduğunu iddia ediyorlar ise şâyet
Çıksınlar ortaya!
Ve dahi
İşbu sahtekârlığın hesâbını versinler!
Yukarıda 30 sayılı başlık altında gördüğünüz 3221 sayılı Ek kânun maddesinde
Kırmızı yuvarlak çerçeveli resimdeki bir hususa daha dikkat buyurunuz. Kânun adı...
Neymiş o kânun’un adı?
Gedikli Erbaşların Membalarına Dair olan 2505 sayılı Kânun’a Ek Kânun...
Gara gagalı garga guşu gak! dedi
Git şu gânuna bak dedi!
Gitdik bakdık o gânuna
Bunu diyen garga ne budala!..
Gedikli Erbaş Kânun’u dedikleri 2505 sayılı o kânun’un gerçek adı
Gedikli Küçük Zâbit Membalarına Dair Kânun’dur.
Reisicumhur ATATÜRK’ü kandıran
Ve dahi
Bize zokayı yutdurduğunu zanneden gara gagalı garga guşlarına
Yetmişsekiz sene sonra
Cevâp mâhiyyetinde ilânen duyurulur...
Kızgın kedilerin damlarda oynaşdığı 23 Mart 1950 Perşembe günü
Sahtekâr Zâbit Kâzım’ın ruhunun şâd olduğu gün olarak kayıtlara geçdi...
Yukarıda gördüğünüz 2505 sayılı Gedikli Küçük Zâbit Membalarına Dair Kânun
Aşağıda gördüğünüz 5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’u ile 30 Haziran 1950 târihinde ilgâ edildi.
Ve dahi
1937 senesinden beri kânunlarda gayri meşru olarak yer alan Gedikli Erbaş unvânı nihâyet meşrulaşdırıldı.
Kâzım SEVÜKTEKİN isimli tekâüd bir zâbitin
Çevirdiği elvân çeşit sahtekârlıklar silsilesinin gayri meşru çocuğu olan
5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânunu Meclis’de alelacele kabul edilir edilmez
Türk Ordusunun ilk ve tek dönem meşru Gedikli Erbaşlarını
Tâlim ve terbiye etmek üzere kolları sıvayan okul komutanlıklarımız
İlk ve dahi son defâ olmak üzere
1950 senesinde gazetelere ilânlar verip
O saf ve temiz yürekleri; vatan, toprak, millet sevdâsıyla çarpan kahraman çocuklarımızı
Gedikli Erbaş olmaya çağırdılar.
Hem hakkı hem de vazifesidir,
Yüce Türk Milletinin irâdesini temsil eden T.B.M.M;
Ya da
Fakat
Büyük Türk Milletini temsil eden bu vekillerin sahtekârlık yapması mâzur görülemez.
Affedilemez!..
Nâmus kelimesi bize Arapca’dan geldi. Araplar da Yunanca nomos kelimesinden aldı.
Anlamı kânun, hukuk, kural demekdir.
Bu cümleden olmak üzere;
Ya da mefhum-u muhâlifinden nâzâr eylersek
İşin ahlâk ve nâmus vechesi bir yana
Bakınız sahtekârlık hususunda Türk Cezâ Kânun’u bugün ne diyor;
Türk Milletinin irâdesini emânet etdiği vekiller bu tür herzeler yiyemez, orostopolluk yapamaz!
Siz kıymetli karilerin de bu makâleyi okumakla şâhid olduğu üzere
Resmî belgede sahtecilik cürümünü işleyen Mirlivâ Kâzım’ı
Gedikli Erbaş Sahtekârlığı ismiyle münteşir makâlemizin tam da bu sayfasında cürm-ü meşhut yapdık!
Her firavun fâresinin bir Musa’sı çıkar gelir elbet!
2015 senesinde
Eski Tüfek isimli bir Musa çıkdı ortaya!
Bu sahtekârlığı
Yapılışından tam 80 sene sonra
Yüce Meclis çatısı altında
6 dönemde tam 23 sene vekillik eden
1935-1943 seneleri arasında 8 sene Millî Müdafaa Vekâleti Encümen Reisliği yapan
İstiklâl Madalyası sahibi
Zâbit emeklisi
Ve dahi
Firavun fâresi Kâzım’ın yüzüne Osmanlı şamarı gibi aşketdi!..
Gömleğinin ilk düğmesini yanlış iliklemeye gör! İki yakan bir araya gelmez!.. Hem de yanlışlar peşini bırakmaz!
Gedikli Küçük Zâbit unvânı verilen askerleri Gedikli Erbaş unvânına tenzil etmek için
2/2476 sayılı Karârnâme ile ilk kez 04 Mayıs 1935 târihinde kotarılan sahtekârlık silsilesi bitmek bilmedi.
Mağlup edilen pehlivan değil fakat
Sahtekârlık yapan düzenbâzlar sahtekârlık yapmaya doymadı.
Gedikli Erbaş sınıfı hakkında kânun hazırlarken
Küçük Zâbitân ya da Gedikli Küçük Zâbitân sınıfına ait kânunlara atıf yapmakda beis görmediler.
Yapılan orostopolluğun adına
Sahibinin gözü önünde bosdan tarlasından kelek çalmak derler. Ahlâksızlık bu raddeye varmış sizin anlayacağınız.
Zamânın Başbakanları
Ve dahi ATATÜRK olmak üzere
Cumhurbaşkanlarını dahi âlet ederek
Gedikli Erbaş tâbirini
Kârar, karârnâme ve kânunların içine sokuşdurarak yapılan orostopolluklar silsilesi
1940 senesi geldiğinde de devâm etdi.
Üsdelik yapdıkları bu kânun metininin alt kısmında,
Yukarıdaki pencerede kırmızı okun ucunda gördüğünüz atıf yapılan kânunlarda bir tek dahi Gedikli Erbaş ibâresi yok.
Fakat Gedikli Küçük Zâbit Kânun’unda yapdıkları değişikliğe Gedikli Erbaş Kânun’u ismini verdiler.
Bu sahtekârlığın kotarıldığı vakitlerde
Meclisde gıç büyütmek ve midelerini doldurmakla meşgul olan vekillerimizden bir dânesi dahi
Aklının ve vicdânının sesine kulak verip de;
“Yahu kardeşim! Siz, Gedikli Erbaş Kânun’u hazırlıyorsunuz. Fakat atıf yapdığınız kânunların hepsi Gedikli Zâbit Kânunları... Bu ne biçim kânun yapmak? Bu ne kepâzelik? Siz, düpedüz sahtekârlık yapıyorsunuz!” demedi.
Meclis’deki vekillerimizin kimi zamân da civânmertliği tutdu. Kânun’a uygun kânun hazırladılar.
Aşağıda gördüğünüz gibi bâzı kânunlarda Gedikli Subay unvânını kullandılar.
Bâzen de içmeden serhoş oldu vekillerimiz!..
Kânunda yeri olan Gedikli Subayları
Kânunda yeri olmayan ve gayri meşru olan Gedikli Erbaşlar ile birlikde aynı kânun’un içine birlikde sokdular.
Aşağıda gördüğünüz kânundaki sahtekârlık 1945 senesinde pişmiş kelle gibi vekillerimizin suratına doğru sırıtdı.
Gedikli Subay ve Gedikli Erbaşlar tâbirlerini bu kez aynı kânun başlığı içinde zikretdiler.
Fakat o vekillerden bir dânesi bile bu orostopolluğu umursamadı...
Kaşarlı bir vekil
Sahtekâr
Ve dahi
Emekli subay olan Kâzım SEVÜKTEKİN’in
Bulanık suya sallağı yemsiz zokayı
Kimi sazan balıkları yutmuş olmalı ki
3221 sayılı Ek kânundan sonra yapılan sâir kânunlarda da bu sahtekârlık çarkı harâret ile dönmeye devâm etdi.
Çoğu zamân da
Kânunsuz ve gayri meşru olarak peydahlanan Gedikli Erbaş unvânına
Vekillerimiz el kaldırıp meşruiyet kazandırmaya tevessül etdi.
Vekil
Ve dahi
Emekli Mirlivâ Kâzım SEVÜKTEKİN’in çevirdiği sahtekârlık çarkı
Ağulu meyvesini nihâyet 1950 senesinde verdi.
Sahiplerinin takbih dolu ve serzenişli mahcup bakışlarına inat
Ortodoks kızılı kiremit döşeli evlerin damlarında dolaşan kızgın kedilerinin
Sahiplerine nisbet yaparcasına inleyerek ve fakat şehvetle sevişdiği o meş’um günlerde
Meclisde emen eşken ictimâ eyleyen bizim vekillerimiz
13 seneden beri ordumuzda gayri meşru olarak nöbete yollanan Gedikli Erbaş unvânına
Meşruiyet bahşetdi.
Fakat kısmet değilmiş!
Emekli Mirlivâ Kâzım
Kendi dikip büyütdüğü bu harâm ağacının zehirli meyvesini yiyemeden bir sene evvel öldü.
Bu dünyada çevirdiği sahtekârlığın hesâbı
Rûz-ı mahşere kaldı böylece...
Suçluluk hâlet-i ruhûyesi içinde alelıtlâk sulu zıtlak nevinden hazırladıkları
Yukarıda gördüğünüz 5619 sayılı ve 23.03.1950 târihli Gedikli Erbaş Kânun’unun kabul edilmesiyle birlikde;
Gedikli Küçük Zâbit ve Gedikli Erbaş hakkında çeşitli târihlerde meriyyete giren aşağıda mezkur toplam sekiz kânun ilgâ edildi.
Makâlemizin tam burasına kıymetli bir meslekdaşımı daha misâfir etmekle bahtiyar olacağım. Sayın Aydın KULAK. Bakınız, Gedikli Zâbitlikden Assubaylığa Uzun İnce Bir Yol -1- isimli makâlesinde Gedikli Zâbitlik hakkında Sayın KULAK şöyle demiş;
Gedikli Zâbitlik hususunda Sayın KULAK’ın ortaya koyduğu bu müthiş tesbiti; Gedikli Erbaşlık, Uzman Jandarmalık ve dahi Asubaylık konusunda da aynen söylemek mümkündür. Böylesi keskin, gerçekci ve çarpıcı bir tesbiti bir meslekdaşımdan duyduğum için o kadar kıvançlıyım ki. Genelkurmay Başkanlarımızın bile idrâk etmekden âciz olduğu bir tesbitdir bu. Çünkü Sayın KULAK’ın bu müthiş tesbitindeki gerçeği kavrayabilseler idi şâyet Sayın Başkanlarımızın Asubay sınıfını çokdan lağv etmeleri gerekir idi.
Günü ve kendi koltuklarını korumak için kimi subayların tezgaha sürdüğü sahte ve yapmacık asker sınıfları Türk Ordusunun on bin senelik mayasını bozdu; muharip ruhunu törpüledi, muharebe azmini kırdı. Bunları yapan subayları tarih mutlaka bir gün hain ilân edecek.
Ayrıca
Türk Genelkurmay Başkanlığının son 65 senede ihdâs etdiği dört asker sınıfının dördü de tam anlamıyla iflâs etdi.
Bu asker sınıfları;
Ve dahi
Bu asker sınıflarının ihdâs edilmesine imzâ atan Orgeneral rütbeli subaylarımız bu konuda tam anlamıyla sınıfda kaldılar. Tarih, hükmünü böyle verdi... İflâs eden işbu dört asker sınıfından ilk ikisinin defteri çokdan dürüldü. Üçüncüsünün dürülüyor. Bunlar tarih sahnesinden çekildiler, çekiliyorlar.
Köy, göründü; kılavuz istemez!..
Şimdi sıra inşallah dördüncüsünde.
Gedikli Zâbitlik, Gedikli Erbaşlık ve dahi Uzman Jandarmalık sınıfında olduğu gibi Asubaylık sınıfı da Türk Milletinin ruhuna ve tabiatına uygun değildir. Asubaylık sınıfı da miâdını doldurdu. Türk gencine dar gelen Asubaylık gömleği dikiş tutmamacasına yırtılmış vaziyetdedir. 1970 ve 1975 Asubay olayları ve geçen senelerde yüzbinlerce Asubayın ortaya koyduğu eylemler ile bu hakikât isbat edildi. Acı tecrübeler yaşamak bahasına da olsa Türk Ordusu Asubaylık sınıfını önümüzdeki senelerde mutlaka lağv edecek. Etmeye mecbur kalacak! Tıpkı 150 sene evvel olduğu gibi her askere sonsuz terfi imkânı veren yeni bir teşkilât ihdâs edecek. Bu coğrafyada var olmaya devâm etmenin başka yolu, çığırı yokdur. Bunları da Eski Tüfek söylüyor.
Bilmediğimizi zannetmesinler!
Yukarıda okuduğunuz bu can yakıcı hakikâtleri târihe bu sahnede bir kere daha nakşetdikden sonra
Konumuza geri dönelim.
1937 senesinde resmî evrakda sahtecilik fiilini işlemek bahasına uydurdukları Gedikli Erbaşlık sınıfı
Tam 13 sene boyunca askerî mevzuatımızda kânunsuz olarak kullanıldı.
Gedikli Erbaş sınıfına ancak 5619 sayılı Kânun ile 30 Haziran 1950 târihinde meşruiyet kazandırdılar.
Fakat
Yalan tohumları ekerek peydahladıkları
Ve dahi
Türk Milleti’nin fıtratı ile bağdaşmayan bu Gedikli Erbaş tâbiri
Askerî mevzuatımızda ancak 12 ay ve 04 gün yaşayabildi...
5802 sayılı Asubay Kânun’u ile
Gedikli Erbaş tâbiri 04 Temmuz 1951 târihinde ordumuzun idârî hukuk mevzuatından sökülüp atıldı.
Mevzuatımıza göre bir kânun tasarısı şu sıraya göre kânunlaşır;
Fakat bizim firavun fâreleri devletin bu eskimez geleneğini tersine çevirdiler;
3221 sayılı Ek kânun ile Gedikli Erbaş tâbirini gayri meşru olarak kânuna sokuşdurdukları târih, 1937.
5619 sayılı kânun ile de bu gayri meşru Gedikli Erbaş ibâresini meşrulaşdırdıkları târih, 1950.
Fakat mayası bozuk şerefsizlerin yapdığı bu yoğurt kısa zamanda kokuşdu. Gedikli Erbaş Kânun’un kabul edilmesinin üzerinden daha bir sene bile geçmeden etrafa pis kokular yayıldı.
02 Temmuz 1951 târihli ve 5802 sayılı Astsubay Kânun’u 04 Temmuz 1951 târihinde meriyyete girdi.
Askerî hukukumuza hile ve hülle ile gayri meşru olarak sokuşdurulan Gedikli Erbaş unvânı
04 Temmuz 1951 Çarşamba günü târihin lağım çukuruna gömüldü.
Gedikli Erbaş Sahtekârlığı İsmiyle Müseccel İşbu Makâlemizin Özü;
5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’u 30.06.1950 târihinde meriyyete girdi.
5802 sayılı Astsubay Kânun’u 04.07.1951 târihinde meriyyete girdi.
5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’unun 30.06.1950 târihinde ilgâ edilmesiyle
Muhtelif idârî kânunlarda vârid olan Gedikli Erbaş, Başgedikli ve Kıdemli Başçavuş unvânları Astsubay olarak değişdirildi.
Şu malûmâtı bugün tekrâr öğreniyoruz.
Fakat
Cezâ kânunlarında mevcut olan Gedikli Erbaş tâbirine dokunan olmadı!
Üsdelik,
Aşağıdaki Kânun’a işlendiği târihde ordumuzda Gedikli Erbaş diye bir sınıf veya unvân yok idi. Belgelerini makâlemizin evvelki sayfalarında fâş eyledik.
Biliniz bakalım!
Gedikli Erbaş ibâresini aşağıda gördüğünüz kânun vasıtası ile
Gene kânunsuz olarak ve sahtekârlık yaparak 1632 sayılı Askerî Cezâ Kânun’una sokuşduran firavun fâresi kim?
Bu fiilin failini uzaklarda aramayınız!..
Zere O, size sizden daha yakın birisi...
Bir vekil ve aynı zamânda emekli subay da olan bir şerefsizin tezgahladığı âdi bir sahtekârlık vasıtasıyla
Yukarıdaki kânun ile 1632 sayılı Askerî Cezâ Kânun’una dâhil edilen Gedikli Erbaş kavramı
Hemen yukarıda gördüğünüz 5802 sayılı Astsubay Kânun’u 04.07.1951 târihinde meriyyete girdi.
Bu kânun’un meriyyete girmesiyle birlikde 5619 sayılı ve 23.03.1950 târihli Gedikli Erbaş Kânun’u aynı târihde ilgâ edildi.
Aşağıda gördüğünüz 4551 sayılı Kânun, Başgedikli, Gedikli ve Küçük Zâbit ibârelerini 2000 senesinde ilgâ etdi. Kânun’a dikkatli bakınız! Gedikli Erbaş ibâresi nerede acap? Bu kânun ile aslında Gedikli Erbaş tâbirinin de iptal edilmesi gerekirdi.
Niçin iptal etmediler dersiniz?
Gedikli Erbaş kavramı 3221 sayılı Ek kânun ile 15.06.1937 târihinde askerî mevzuatımıza sahtekârlık yapılarak sokuldu. Fakat içinde nefes aldığımız şu 2015 senesinin ilk aylarında dahi mevzuatımızdan hâlâ çıkmadı. Çünkü çıkamadı... Bir başka ifâde ile bu makâlenin neşredilmeye başlandığı târih itibariyle Gedikli Erbaş ibâresi hâlâ yürürlüktedir.
Aşağıda gördüğünüz Kânun’da Gedikli Erbaş ibâresi yok. Çünkü Askerî yargımızın muhterem hukukcu subayları Gedikli Erbaş tâbirinin mevzuatımıza kaçak olarak sokuşdurulduğunu pekâla biliyordu.
Zâbit Kâzım’ın yapdığı sahtekârlık gündeme gelmesin diyerek aşağıda gördüğünüz kânunda Gedikli Erbaş ibâresi yer almadı.
Yukarıda gördüğünüz kânun ile;
Başgedikli, Gedikli ve Küçük Zâbit ibâreleri 2000 senesinde Astsubay olarak değişdirildi.
Fakat Gedikli Erbaş, Kıdemli Başçavuş, Gedikli Küçük Zâbit unvânları tâdil veya ilgâ edilmedi.
Bir başka ifâde ile bu unvânlar Askerî Cezâ Kânun’unda hâlâ meriyyetdedir.
12 ay ve 04 günü meşru
Fakat
13 senesi gayri meşru olarak askerî idârî ve cezâ mevzuatımızda kendine yer bulan Gedikli Erbaş tâbiri
5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’un ilgâ edilmesiyle 1951 senesinde idârî hukukumuzdan çıkartıldı.
Fakat 1632 sayılı Askerî Cezâ Kânun’umuzda yaşamaya ve nöbet tutmaya bugün dahi hâlâ devâm ediyor.
AYİM ve Askerî Yargıtay’ımız Gedikli Erbaş tâbirini askerî cezâ mevzuatından niçin iptal etmiyor dersiniz?
İdârenin mahkemesi Askerî Yüksek İdâre Mahkemesi (AYİM) 1995 senesinde bir karâr verdi. Dâvânın konusu, yetim aylığı bağlanması hakında idi. İşbu karârında AYİM, vefât eden muvazzaf bir Gedikli Silahçı Üstçavuş’un vârislerinin yetim aylığı almak talebiyle açdığı dâvâyı reddetdi.
Dâvayı açan vârislerin babası olan 1942 neşetli Gedikli Silahçı Üstçavuş 08.06.1950 târihinde vefât etdi. Yetim aylığı bağlanması talebiyle vârisleri 42 sene sonra, 1992 senesinde Millî Savunma Bakanlığını AYİM’de dâvâ etdi. Beklenildiği üzere rahmetlinin vârisleri dâvâyı kaybetdi. Karâr gerekcesinde AYİM şöyle dedi; “Gedikli Subaylar ile Gedikli Erbaşlar ayrı “statü” olup “farklı” rütbelerdir. Bunların yetiştirilmeleri, kaynakları, hak ve ödevleri de farklı biçimde düzenlenmişdir.”
Peki,
AYİM’in muhterem subay avukatları;
Yetim aylığı vermek konusunda Gedikli Erbaşlar, Gedikli Subay değildir diyorsunuz da...
Aşağıdaki kânun ile Gedikli Subayları nasıl oldu da Gedikli Erbaş yapdınız acap?
Var mı cevâbınız?
Netice olarak; AYİM, “Gedikli Erbaşlık” sınıfını “Gedikli Subaylık” sınıfından kabul etmediğinden dolayı 5434 sayılı Emekli Sandığı Kânun’unun 32/a maddesi cevâz vermesine rağmen yetim aylığı bağlanamayacağına karâr verdi.
AYİM, bu karârını vermeden evvel bizim işbu makâlemizde tetkik etdiğimiz;
37 kânun, 2 karârnâme, 1 karâr, 1 Ordu talimatnâmesi ve dahi Meclis zabıtlarını
Bir zahmet tetkik etseydi şâyet böylesi kepâze bir karâr veremezdi.
İşde, idârenin mahkemesi AYİM böyle dedi...
Peki,
Nâmuslu, vicdân ehli hukukcularımız var iken şu fakire söz düşmez de!
Kıyıdan ben geçeyim, yol sizin olsun!
Lâkin,
Nâcizâne
Eski Tüfek de
İşbu dâvâ hususunda şöyle diyor kendileyin;
Karâr metininde AYİM, Gedikli Erbaşların hangi kaynaklardan ve hangi kânuna göre yetiştirildiğinden hiç bahsetmemiş. Ayrıca 3134 ve 3221 sayılı kânunların ismini ağızına almamış. Dâvânın esâsını teşkil eden bu müşahhas delilleri meskût geçmiş. Ya da karartmış! Zahmet edip bu delilleri göz önüne alsaydı şâyet bu dâvâ temelinden çökecek idi.
AYİM, Gedikli Erbaş sınıfının Türk ordusunda 3779 sayılı kânun ile 18.01.1940 târihinde ihdâs edildiğini iddia etmiş. Ve tabi ki yalan söylemiş! Demek ki bu karârı verdiği 1995 senesinde AYİM’in subay hâkim ve savcıları 3221 sayılı ve 1937 târihli kânundan haberdâr değilmiş. Ya da maksatlı olarak görmek isdememişler. Çünkü 3221 sayılı işbu kânunu tetkik etseler idi şâyet dâvâ temelden çökecek ve vârisler lehine karâr vermek zorunda kalacaklar idi. Gediki Zâbit ile Gedikli Erbaş mefhumlarının aynı olduğunu isbatlayan 3134 sayılı kânun’u da herhâlde bulumadılar. Burada bir ihtimâl daha var ki söylemeden geçemeyeceğim. O da şu. Kimbilir, soruşdurma safhasında mevzuatı tetkik edenler, emekli subay Kâzım’ın 1937 senesinde yapdığı Gedikli Erbaş sahtekârlığını fark etdiler. O vakde kadar altmış sekiz seneden beridir tezgahda bekleyen boklar ortaya dökülmesin diyerek de Gedikli Erbaşlığın târihini sınırlı olarak tetkik etdiler. Bu hususu imdi söyleyelim ki birileri bizim bu ihtimâli farketdiğimizi bilsinler.
Gedikli Erbaş “unvânı” ya da Türk kaşığı ile gevur boku yemeye teşne AYİM’in kimi hukukcularının ağdalı ifâdesiyle “statü”sünün 15.06.1937 târihinde 3221 sayılı kânun ile askerî mevzuatımıza kânunsuz olarak ve hile ile sokuşdurulduğundan muhterem subay hâkim ve savcılarmız niyeyse hiç bahsetmemiş.
Kânunlar tahtında doğru karâr vermek isteyen bir hukukcunun bütün delilleri tam olarak tetkik etmesi gerekmez mi? Noksan deliller ile başlayan bir dâvânın sonu, başından belli değil midir?
AYİM olarak sen;
Gedikli Erbaş unvânını
3221 sayılı Ek Kânun ile
Ve dahi
Millî Müdafaa Encümen Reisi ve Vekil Kâzım SEVÜKTEKİN isimli tekaûd bir Mirlivâ’nın
Şeytanın bile aklına gelmeyecek sahtekârlık ve desîseler ile
Türk Askerî mevzuatına
15.06.1937 târihinde gayri meşru yollardan sokuşdurduğunu bilmezsen
İşde böyle rezil bir karâra imzâ atarsın.
İmdi dâvâ konusunu bugün bir de biz tetebbu edelim şâyet iltifât buyurursanız.
13.06.1934 târihinde meriyyete giren 2505 sayılı kânun, AYİM’in karârında bahsetdiği üzere Türk ordusunda ihdâs edilen Gedikli Zâbitlik sınıfının en son temel kânun’udur. Dâvâ konusuna esâs teşkil eden kânun da bu kânundur. İşbu kânun, 5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’unun meriyyete girdiği târih olan 30.06.1950 târihine kadar meriyyetde kaldı.
Rahmetli Gedikli Üstçavuş;
Karâr;
Bu cümleden olmak üzere;
Kavakları uzun olan ilimizde mukim 91’lik muhterem meslek çınarımıza
Bu vesile huzurunuzda hörmetler ediyor ve ellerinden öpüyorum.
Hukuk Yok İse Nâmus Da Yokdur!
Bu hak gasbının bir an evvel telâfi edilmesinde işbu makâlemizin vesile olmasını temenni ederim.
Sahte kânunları gene sahte kânunların kuyruğuna bağladılar. Netice olarak da sahte karârlar verip sahte asker sınıfı peydahladıar.
Aşağıdaki pencerede gördüğünüz 4140 sayılı Gedikli Subay Kânun’una
Aynı pencerenin alt kısmında gördüğünüz 3779 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’unu atıf yapdılar.
Utanmazlığın, sahtekârlığın, murâiliğin, şerefsizliğin bu kadarı görülmüş değil!
Atalarımız düşman askerine hep saygı ile davrandılar. Düşman komutanlara kılıçlarını iade edip hayatlarını bağışladılar.
Fakat kendi subayımızın kendi askerimize şu yapdıklarını bizim subayımız düşman askerine dahi yapmadı!
Aşağıdaki pencerede gördüğünüz 3779 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’una
Bu kez de
Aynı pencerenin alt kısmında gördüğünüz tam 11 dâne Gedikli Zâbit Kânun’unu atıf yapdılar.
Bunun adı düpedüz resmî evrakda sahtecilik değil de nedir, Allah aşkına?
Meydânı boş bulan kimi firavun fâreleri
Yalanı, yalana bağladılar. Kendilerince kânun yapdıklarını sandılar...
Burada yapılan kurnazlığa “kelime oyunu” demek az gelir. Çünkü oyunda bile gerçeklik payı vardır.
Burada yapılan eylem tam anlamıyla resmî evrakda sahtekârlıkdır.
Resmî evrakda iki sahtekârlık;
Bir kurnazlık;
Karârnâme ve kânun tasarısı metinine 2505 sayılı Gedikli Küçük Zâbit Membalarına Dair Kânun’un ismini yazmadılar. Sâdece kânun sayısını yazdılar. Bu kânun’da mevcut olan Gedikli Küçük Zâbit unvânı sahne arkasına çekdiler. Ve yerine gayri meşru olarak peydahladıkları Gedikli Erbaş unvânını sahneye sürdüler.
5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’u, 30 Haziran 1950 târihinde meriyyete girdi. Sâdece 12 ay ve 04 gün yürürlükde kaldıkdan sonra, 04 Temmuz 1951 târihinde ilgâ edildi. Bu kânuna istinâden T. C. Ordumuzda 1950 senesi olmak üzere sâdece bir dönem Gedikli Erbaş mezun verildi. Bu hakîkâtı unutmayalım. Gedikli Zâbit Okullarında okuyan talebeler 30 Ağustos 1950 târihinde Gedikli Erbaş unvânıyla mezun edildi. Subay okulundan Asubay mezun etmek gibi bir durum var burada. 1950 senesinden önce Gedikli Erbaş unvânıyla mezun edilen Gedikli Erbaşlar var ise şâyet bu Gedikli Erbaşların diplomaları hem kânunsuz hem de hükümsüzdür. Çünkü kânunsuz hüküm tesis edilemez! Fakat bu konuda tam kânunsuzluk yapılmış o zamanlar. Gedikli Zâbitleri Gedikli Erbaşlığa tenzil etmek için 1935 senesinde yapmaya başladıkları sahtekârlıklar silsilesi, 5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’unun meriyyete girmesiyle 30 Haziran 1950 târihinde kânunlaşdırıldı. Bu târihden sonra da yukarıda ifâde etdiğimiz üzere sâdece bir dönem Gedikli Erbaş mezun verildi.
5802 sayılı Astsubay Kânun’unun 04 Temmuz 1951 Çarşamba günü meriyyete girmesiyle de 5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânunu’u aynı gün ilgâ edildi.
2505 sayılı kânun 30 Haziran 1950 târihinde 5619 sayılı Gedikli Erbaş Kânun’u ile ilgâ edildi.
3221 sayılı Ek Kânun 15 Haziran 1937 târihinde meriyyete girdi.
Demek ki 1937 senesinden 1950 senesine kadar geçen 13 senelik terif döneminde ordumuzda;
Bu tuhaf durumu kendi kânunlarını ortaya dökerek şöyle izâh edelim;
1937-1949 seneleri arasındaki bu;
Ve dahi
Bismillah, fundo!..
Ve dahi
Üçüncübinyılı onbeşinci senesinin
Ayaz paşanın kol gezdiği zemheri ayının şitâ günlerinde
Eski Tüfek’den
İki kısım
Ve dahi
Doksandokuz sayfa tekmili birden
Gedikli Erbaş Sahtekârlığı Kumpanyasını temâşâ eylediniz!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
Kaynak: Makâlede mündericdir.
Okumak için tesimi tıklayınız!
Gedikli Erbaş Sahtekârlığı -1-
Pây-i Taht-ı Saltanat’ın Boğaz’a nâzır Kısıklı semtinde
İçinde cibilliyetsiz-hırsız-arsız hârâmilerin yuvalandığı milyon dolarlık kâşânelerde
17-25 Aralık 2013 târihlerinde
Milyon avro-dolarları sıfırlama-ütüleme-istifleme ameliyyesinin birinci sene-i devriyyesine denk gelen bir günde
Masanın üzerinde emen eşken uzanıp yatarken ısrarla zili çalan telefonumu
Sağ elimi uzatıp rikkatle göbeğinden kavradım.
Camında yeni bir numara belirdi. Yeşil düğmesine basıp, Efendim!, dedim!
Daha evvel adını hiç duymadığım telefondaki esrârengiz ses ile aramızda şöyle bir muhâvere cereyân etdi.
—Benim Adım Ahmet KISA. Sizi, Aydın’dan arıyorum. Şükrü IRBIK siz misiniz?
—Evet, Ahmet bey, Şükrü IRBIK benim!, dedim.
Köşe kapmaca oynayan afacan bir çocuk gibi atik davranan Ahmet Bey sözü hemen kapıverdi!
—Numaranızı sizin mahdumdan aldım. Ben, 51 neşetli Havacı Asubayım. 81 yaşındayım. 73’de emekli olmasaydım 75 Asubay olaylarının en önünde ben olurdum. Siz, bir yazı yazmışsınız! Adı neydi, dur bakayım hele!.. Evvel’den Âhire bilmem ne!.. Ben de yazıyorum aydınhabermerkezikom’da. Sizin bu yazınızdan istifâde etmek istiyorum, ne dersiniz?
Sözü hiç bitmeyecek sanmışdım fakat yanılmışım!
Carcörünü bir basışda boşaltan makineli tüfek gibi kendiliğinden sessizliğe büründü!
Çok samimi ve lafı eğip bükmeden konuşan Ege’nin 81’lik bu genç zeybeği ağzındaki baklayı hemen çıkartdı.
Şaşkınlığımı üzerimden atar atmaz şöyle cevâp verdim vehleten;
— Makâlemizden istifâde etmeniz bize şeref verir. Telif hakkına gelince... Olur, Ahmet bey! Anlaşırız inşallah! dedim. Ardından bu kez de ben, Ahmet Beyin konuşmasına fırsat vermeden ne istediğimi açıkca söyledim kendisine. Hem de tam iki defâ. Tamam mı, anlaşdık mı?, diyerek de sözümü de pekişdirdim.
—Tamam, anlaşdık! dedi.
Hem kendini kısaca fakat gayet sarih bir üslûpla anlatan bir meslekdaşımı dinlemiş olmanın
Hem de kendi isteğimi karşı tarafa açıkca anlatmış olmanın huzuru ile basdım, telefonun kırmızı düğmesine.
Aradan üç beş gün geçdi, geçmedi. Postacı bir kutu getirdi eve. Alıp bakdım kimin gönderdiğine. Ahmet KISA - Aydın yazıyordu üzerinde. Ahmet Beyden istediğim şeyi almanın heyecânıyla hemen açmaya başladım kutuyu. Hepsi beş’lik kağıt para bile olsa! dedim kendi kendime! İçindeki bu kadar tomar epeyi bir meblağ tutar! diye geçirdim aklımdan. Ağzım, bir anlığına kulaklarıma değdi şetâretden...
Lâkin paketi açıp da içindekini görünce sükût-u hayâle uğradım külliyen!..
Ben, Ahmet Beyden başka bir şey istemişdim aslında... Hani 17-24 Aralık 2013 târihlerinde Bilâl oğlanın Kısıklı’da sıfırladığı şeyler var ya!.. İşde, ondan istemişdim. Herhâlde ya ben kendimi anlatamadım. Ya da Ahmet Bey beni anlamadı. Üçüncü bir ihtimâl daha var! Günâhını almayayım da!.. Ya da kendisi beni atlatdı!.. Bu ihtimâllerden birisi mevzu bahis idi. Fakat şu fakirin tarafında netice değişmedi. Kutunun içinden yeşiller yerine çıka çıka bir okka kuru incir çıkdı!..
Hanımın, “Ne oldu? Suratın düşdü birden yere?” şeklindeki sırıtkan bir edâ ve müstehzi tavır ile tevcih etdiği suâlini tecâhül edip hemen sıvışdım oradan...
Balta değmemiş beş asırlık sedir ağaçlarıyla cilveleşen Aydın’ın süslü, mağrur dağlarında
Tarzan’a meydan okurcasına zeybek oynayıp türküler çığırırken
Aman vermez kurnaz kurtlar ile raks etmiş
Hezârıfen olup
Memleketin semâlarında uçuşan Anadolu kartalları ile aşık atmış 81’lik bir Efe ile pazarlık yapmışım!
Hârb-i İstiklâl’de çorbacı yonana Aydın dolaylarını nasıl dar etdiğini bilmeyen mi var?
Kol saatimi kapdırmadığıma şükretmem lâzım.
Yaşı, ya da kurusu!.. Herkes, kendi yediğinden misâli. Aydın’lı hemşehrimiz, incirden başka ne gönderirdi ki zâten?
Akabinde
Dilenciye hıyar vermişler, eğri diye beğenmemiş vecizi geliverdi aklıma vehleten.
Velhâsılıkelâm
Züğürt tesellisi niyetine hoş karşıladık kuru hediyeyi!..
Neyse, dedim kendi kendime.
Yazarken içdiğin çayların sâdece çıkan mikdarını
Bir çukur deşip içine doldursaydın şâyet
Ankara çölü, sâyemizde orta ölçekli bir göl daha kazanırdı herhâlde.
Bu çayları içmeyip de parasını hele bir kumbaraya atsaydık!..
Tekâüd ikrâmiyesinden ziyâde nakidimiz olurdu evvel Allah.
Onca emek verip bir şeyler yazıyorsun bunca zamandan beridir. emekliassubaylar.org mecrâsından fayda yok sana! Mâlûm, hepsi tekâüd Asubay. Şu fakir gibi fülûs-u ahmere muhtac ekserisi. Patronları da bir bardak çay parası dahi vermiyor zâten. Emeğinin ilk defa karşılığını aldın, Eski Tüfek! Bir kutu kuru incir bile olsa buna da şükür et! Gedikli Erbaş Sahtekârlığını doğurmak için çekdiğin sancılar sağdıç emeği olmadı hiç olmazsa dedim kendime.
Atını bağladıkdan sonra Akkayanın dibine
Asubayların mukaddes hak arama mücâdelesine
Ege bölgemizin zeybek’ler diyârı Aydın vilâyetimizden ses veren 81’lik Ahmet Efe’ye
Kuru hediyesi için teşekkür ederim huzurunuzda.
Bu vesile ile kendisi ve muhterem hanımefendinin ellerinden öper sağlık ve esenlikler dilerim.
Kuru incir faslı bir yana, konuşması esnâsında Sayın Ahmet KISA’nın söylediği bir cümle yuvalanıverdi aklıma!..
1951 mezunu Asubay!..
Eski Tüfek, Devletin Defter-i Kebir’ine yazılmadan evvel dahi Asubaylığa başlayan büyüklerimiz varmış meğerse!..
Allah hepsine sıhhat, esenlik ve neş’e dolu nice seneler nasip etsin.
Âhir ömürleri gül kokulu günler güzelliğinde geçsin inşallah.
Hava Telsiz Makinist Ahmet KISA
T.C. Ordusunun Asubay unvânı ile mezun etdiği ilk dönem Asubaylardan birisidir. Lutfedip bana gönderdiği diploması da hemen sağ tarafınızda. Gözlerinizin temâşâ eylediği mektup puluna benzeyen diplomasının “Künyesi” satırında ihtisâsını gösderen Telsiz Makinist ve Gd. Okur ibâresi var sâdece. Diploma sahibinin rütbesini ve unvânını niçin yazmamışlar acap?..
Bugüne kadar konuşduğum, Asubaylık târihi hakkında bilgi aldığım ikinci en yaşlı emekli Asubay meslekdaşlarımdan birisi oluyor kendisi. İki kişilik tayyarede, telsiz makinisti olarak pilotun arkasında uçmuş mesleğinin ilk senelerinde. Pilot kadar maaş alıyormuş o vakitlerde. Asubayların bugünlerdeki mâlî, meslekî ve itibârî vaziyeti ile mukâyese edilemeyecek kadar hayret ve bir o kadar da gurur verici bir durum, değil mi?
Kendisi hakkında çok dikkat çeken bir hakîkât de bu görüşmemiz neticesinde ortaya çıkdı. Yukarıda gördüğünüz diplomasında Sayın KISA’nın 05 Temmuz 1951 târihinde mezun edildiği yazılı. Gedikli Okur (Gd. Okur) unvânıyla eğitimine başlayan Ahmet Bey, diplomasını almadan bir gün evvel, yâni 04 Temmuz 1951 târihinde Gedikli Erbaş sınıfı lâğv edildi. Ertesi gün, yâni 05 Temmuz 1951 târihinde Asubaylık sınıfı ihdâs edildi. Bu cümleden olmak üzere, Sayın Ahmet KISA, sâdece bir günlük bir zamân farkıyla Asubay unvânı ile mezun edildi.
Peki öyleyse
Diplomasında niye Gedikli Okur yazıyor diyorsanız, bu suâlin cevâbını Hava Kuvvetleri Komutanımız verebilir.
Ben bunları düşünürken 1950’li senelerin asker kânunları zihnimde gaşyolup cezbeye tutuldu vehleten...
Özellikle Gedikli Zâbitlerin nasıl olup da bir günde Gedikli Erbaşlığa tenzil edildiği dikkatimi celb ediyordu hep. O zamanlar neler olup bitmiş? Akşam evlerine Gedikli Zâbit unvânı ile giden asker kişilerin ertesi sabah kışlalarına, gemilerine, uçaklarına geldiklerinde nasıl Gedikli Erbaş olduklarını zâten epeyden beridir öğrenmek istiyordum.
Sayın Ahmet KISA ile yapdığım bu kısa telefon muhâveresi
Yüzbinlerce domino taşı ile sayısı bilinmedik senelerin zihnimde kurduğu muammâ dolu bulmacanın
İlk taşını devirmeye yetdi de artdı bile!..
Bardak bardak davşan ganı tâze çayların emzirdiği
Uzun ve uykusuz fakat şefkât membası sırdaş gecelerden bir dâvet aldım geçende.
Sütü hiç bitmeyen onyedi memeli Kibele’nin
Emceklerinin hepsinden birden süt değil fakat
Çay emiyorum sanki...
Gün, yirmidört saat!
Tecrübe etdim, farkındayım bunca zamândan beri.
Biri biter bitmez hiç fâsıla vermeden hemen öteki başlıyor...
Endişeye mahâl yok!
Üsdelik hesâbını soran da yok, çok şükür!
Can tende oldukca vakit sermâyesi mebzûl mikdarda nasıl olsa!..
5802, 5619, 3221, 3134, 2505 sayılı kânunları iştiyâk ile tarassud ederken
Gözlerim birden bire tekrâr 3221 sayılı kânuna geri döndü.
Ve dahi
Zamân orada donup kaldı...
İsminden de anlaşılacağı üzere bu makâlemizde
İşde bu unvân sahtekârlığınının üzerindeki giz perdesine
Şâyet müsaade var ise siz yiğit kariler ve Asubaylardan
Şöyle kavi bir fiske aşkedeceğiz inşallah.
Devletin parasını ucuz yoldan cebe indirmeyi gözüne kesdiren Selim TERES, bir harâr dolusu rüşvet verdi.
Civânım Engin, harârı ile birlikde yutdu rüşveti. Fakat bir şeyler ters gitdi! Selim’e ucuz krediyi temin edemedi bir türlü.
Bu iki kaşalotun kirâladığı eşkıyaların birbirine sıkdığı kurşunlar
Önce
Der-Saadet’in akasya kokan arnavut kaldırımlı sokaklarında eşşek arıları gibi vızıldayıp adres aradı.
Akabinde
Her iki taraf da soluğu mahkemede aldı!
Rüşveti mideye indiren civânım Engin, gödenimsi o goca ağzını domaltarak şöyle dedi savcıya;
“Rüşvet aldığımı iddia eden varsa belgesini gösdersin!”
Bunu duyunca bozuk kanı beynine sıçrayan Selim, şöyle böğürdü Engin’e; “Rüşvetin belgesi mi olur, ulan teres?”
Malının deniz, yemeyenin ise domuz olduğu sahipsiz devletimin parasını üleşmek, üfürmek, sıfırlamak konusunda
Civânım Engin ile Selim TERES arasında cerâyan eden bu rüşvet al-ver dâvâsı sâyesinde
Türk Milleti ikincibinyılın son senelerinde bir gün “rüşvetin belgesinin olmadığını” öğrendi.
Bizim bugün burada irâd edeceğimiz işbu makâlemizde rüşvetin değil fakat
Gedikli Zâbitleri bir desîse ile Gedikli Erbaşlığa tenzil etmek üzere
Evvel Allah
Devletin belgesinde yapılan sahtecilik cürümünün belgelerini fâş edecek
Ve dahi
Sahtekârlığın belgesi var, ulan teres! diyeceğiz...
Bismillah, vira demir!..
Eğnine kürk giymeyle, başına börk koymayla
Binyüzelliküsûr odalı, bol ışıklı KaçAK kâşâneler inşâ etmeyle
Ve dahi
Unvân ile adam olunmaz! dediydi ebemdedem!
Adamlık; yürekdedir, gönüldedir, ruhdadır, mayadadır, kandadır...
Herkes yapdığından mesul en nihâyetinde.
Bir kelp bile insandan daha terbiyeli, daha hasiyetli olabilirken
Bir kelp mesâbesinde olan insan yok mu şu âlemde?..
Gedikli Erbaş sıfatıyla bir derdimiz yok bizim!..
Asubaylar olarak bu unvânı taşımakla da müşerref oluruz.
Bu makâlemizin gâyesi
Türkiye Cumhuriyet’i kânun’una yapılan aşağılık bir tecâvüzü
Soğuk suda ıslatılmış kendirden bir sicim gibi
Mütecâvizin suratında şaplatmak!..
Bu mâsum tâbir üzerinde oynanan menfûr tezgahı fâş eylemek
Ve dahi
Dünya âleme ibret olsun diye
Bu tecâvüzü târihin şefkâtli bağrına silinmemecesine yazmakdır.
Damarlarını çatlatırcasına akan âsi kanının şefkât dolu dâvetine
Şehvet dolu bir kişnemeyle ses verdikden sonra
Dizginini parçalayıp da
Kendini hürriyetin koynuna coşkuyla atan doru aygır misâli
Beynimde vehleten esriyen sözleri zapdetmekden âcizim!
Sözler, doru aygır olmuş!
Gara galemimdeki mürekkep de o aygırın ganı!..
Hoyratca akacak bir mecrâ arıyor kendine, tarifi mümküm olmayan bir arzuyla...
O inci gibi duran alacalı toynaklarını
Yatağan kılıcı gibi mahâretle sallayıp
Dizginleri param parça etdi nasılsa!
Kösteklemek kâbil değil!
Sağır sultan,
Dilsiz uşak,
Kel oğlan,
Kör köşker değiliz hani!..
Bizim de elimiz, dilimiz, gözümüz, kulağımız,
Ve dahi
Çalap’ın bahşetdiği kadar aklımız var çok şükür.
Tutam tutam, lüle lüle, büklüm büklüm, belik belik olmasa da
Ensemizdekinden bir kaç misli fazla kıl da var başımızda.
Kayıtcının vazifesi
Bulup, görüp anlamakdır.
Akabinde
Anladığını gara galemin gıldan ince cımbızvâri ucu ile
Silinmeyen cinsinden deri altına nakşedilen dövme misâli
Bir daha ayrılmamak kavli ile
Sarı kağıdın limon rengi döşünün üzerine rikkatle ve fakat ebediyyen rapdetmekdir.
Evvel Allah gene öyle yapacağız!
Gara galemim;
Gemalmaz aygır gibi...
Demirden dişindirliğini
İri, kavi, elmasımsı o ak dişleriyle ezip parçalamış
Dizginleri;
Yelesinin bir telini şahlandırarak en sağlam yerinden kopartıp atmış
Keçe asdarlı boyunduruğunu
Vahşi bir kişnemeyle dikişlerinden şakkedip boynundan fırlatmış!..
Gara galemimin en ücrâ gözelerine gadar nüfûz eden gara mâyi ise
Doru aygırın âsi fakat asil kanından almış huyunu...
Sâdece rengi benzemiyor!
Guş, ganedin,
Er, atın ile uçar da!
Gayıtcı, galemin ile uçmaz mı?..
Uçar, evvel Allah!..
Ak kağıdın köküne kıran mı girdi?
Eski Tüfek bu makâleyi niçin sarı kağıda dokumuş diyenlere de cevâbımız şu olsun;
Gedikli Küçük Zâbit unvânının bir günde inkâr edilip de
Gedikli Erbaş yapılmasındaki orostopolluğu görünce
Şaka değil, itimat buyurun!
Evvelâ,
Üst dudağının sol şakkı uçuklayıverip şahrem şahrem oldu helecandan.
Akabinde
Limon gibi sapsarı kesiliverdi beti-benzi...
Bu kağıdın rengi sarardıysa şâyet
Site Yöneticimiz Sayın Semih KOÇ boyamadığına göre
Şu fakirin suratının rengi aksetmiş olsa gerekdir, zâhir işde bu kağıda...
Ne sakalımız, ne müridimiz ne de yeşil servetimiz var.
Delikli bir tek meteliğe telli kurşun atan
Miskinler tekkesinin demirbaşı
Değirmi sakallı dervişiyim bu gece!
Lâkin
Şeyh değiliz hani yiğitler!..
Haydi! Buyurun meydâne!
Hep berâber
Hem uçalım
Hem de uçuralım öyleyse!..
Hey gidi günler, hey!..
Kimler geldi, kimler geçdi târih denen şu sahneden!
Sahne, bâki de
Şu vakde kadar yelleri önüne katarak coşkun akıp giden sellere öykünerek
Akıp giden zamân mefhumu zarfında
O sahneden kaç âdemoğlu gelip geçdi?
Bilen var mı?..
Hâfıza dumuruyla meşk etmekden iflâh olmayan âşkperest zamân değirmeni
Var olmaya sanki daha dün başlamış gibi diri, tâze hem de tüvana...
İnce ince ezip itinâ ile öğüterek un eylemek üzere adam arıyor!
Kimileri için şu dakikalarda bile hayır duaları okunurken ardından
Kimisi zamân değirmeninin taşları arasında çokdan ya un ufak oldu
Ya da olmaya devâm ediyor...
Kimisi; yel gibi esdi, geldi; sel gibi akdı, geçdi, gitdi!
Kendisi için iki damla göz yaşı döken bir çift göz bırakmak şöyle dursun
Bir katre mil dahi bırakmadı ardında...
Kimisi de; kurşun gibi geldi, deldi, çıkdı, geçdi, gitdi. Yakdı, yıkdı, çaldı, çırpdı utanmadan!
İyiler, dillerde yâd ediliyor hâlâ. Gönüllerde yaşıyor. Biz var oldukca da yaşayacak...
Lâkin
Kötüler unutulmanın kollarında bir daha uyanmamak üzere
Çok zaman evvelinden çekildi ızdırap yüklü ebediyyet uykusuna...
Gelip geçenlerden birisi var ki yel cinsinden
Anlatmaya değer, can yiğitler!
O fâni de gelip geçdi bu târih sahnesinden!
Lâkin
Sekizinci dönem vekilliğinin keyfini çıkartırken
1949 senesinin dördüncü ayında Nisan bir şakası yapdıkdan sonra
Evrakda sahtecilik sâbıkasıyla çıkdı huzur-u Hakk’a...
Hileyi, hülleyi, desîseyi ve sahtekârlığı meslek edinen insan müsvetdesi bu Zâbit emeklisi
Önce,
ATATÜRK’ün yâdigârı olan “Asubay” unvânına “s” ekledi kânunsuz olarak!
Akabinde
Aynı sıfatı taşıyan bu âdemoğlu
Bir kere daha çıkdı târih sahnesine. Bu kez başka bir sahtecilik ile...
Sizin anlayacağınız
Avcı nice âl bilmişse,
Ayı da onca yol bilmiş!..
Eski Tüfek’de neşreyledimiz Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar isimli muhammes makâle tefrikamızda
Bugün hukûken “Astsubay” olarak
Ya da
Kimilerimizin kavlen “Assubay” olarak bildiği bu unvânların gayri meşru olduğunu fâş eylediydik.
İmdi kıraat etdiğiniz işbu makâlemizde ise evvel Allah
Bakalım hangi unvânın ipliğini bedesdende değil fakat
emekliassubaylar.org mecrâsında harâc-mezâd satacağız!..
Şu kelâmı kağıda emânet ederken henüz isim veremediğim işbu makâlemizi
Sizler okudukdan sonra üç şey olacak!
Bedelsizdir temâşâ eylemesi,
Haydi!
Buyurun sahtekârlıklar kumpanyasına...
Resim, bir çerçeve içine sığdırılan zamânın
Sâdece bir ânını gösderir. Sessiz, hissiz, hareketsiz ve donukdur. İfâde imkânı sınırlıdır. Bir resimin anlamı, kendi çerçevesi içinde göründüğü kadardır. Üsdelik anlam ve hareket bütünlüğü yokdur.
Filim ise hisli, sesli hem de hareketlidir. Sonsuz ifâde imkânı vardır. Filimin konusunu bütün ayrıntısıyla ve anlam bütünlüğü içinde hem ses ile anlatmak ve hem de görüntü ile gösdermek mümkündür. Bir sâniyelik bir görüntüyü anlatmak için peşpeşe tam 24 resim çekmek icâb eder. Filim şeridi hâlinde hazırlanan bu resimler filim makinesinde oynatılırsa o bir sâniyelik çekimin bütün ayrıntılarını ses, his, hareket ve anlam olarak görmek mümkündür.
Gedikli Zâbitleri Gedikli Erbaşlığa tenzil etmek için bugüne kadar meriyyete konulan kânunlar da
80 seneden beridir tıpkı resim kareleri gibi raflarda sessiz, hissiz ve hareketsiz öylece bekliyor.
Raflarda resim kareleri hâlinde bekleyen bu kânunları bugün;
Çok ve uzun koşsunlar, iyi anlasınlar fakat bîtâp düşmesinler diye
Zihnimizi ısıtmak gâyesiyle
Şu bilgileri bir kenara yazalım evvelâ.
Makâlemizin sır kilidini açacak maymuncuk suâller işde bunlardır can yârenler.
İşbu makâlemizin özeti şu dört cümlede mündemicdir;
Yukarıya yapışdırdığımız şu dört tümcenin size anlatdıklarını
Gözleriniz görsün ve havsalanız kolayca alsın diye
Aşağıdaki şu üç belge ile süsledik.
Konuyu kavramak isteyen siz kadim dostlarımız
Bu belgeleri şimdi iyice tetkik etsinler ki
Sizin çok kıymetli vakdiniz hebâ,
İşbu makâleyi hazırlamak için de Eski Tüfek’in dökdüğü onca göz nuru sağdıç emeği olmasın!
Olmasın ki
Dünya âlemin,
Hattâ
Necdet Beyin bile bugün ilk defâ görüp muttali olacağı bu yeni bilgiyi öğrenmenin keyfini doyasıya çıkartasınız.
250 okkalık keçiboynuzundaki bir dirhem bal, işde burada gördüğünüz pencerenin içindedir...
Gedikli Erbaş ismi verilen bir asker sınıfı gelip geçdi şanlı Türk Ordusundan...
Daha doğrusu geldi gelmesine de!
Geçip, çıkıp gidemedi bir türlü...
Gedikli Erbaş unvânı verdikleri asker zümresini
2/2476 sayılı ve 04.05.1935 târihli Karârnâme ile
Askerî mevzuatımıza gayri meşru olarak eklediler. Sonra bir kânun yapıp bu sahtekârlığı meşrulaşdırmaya yeltendiler.
Resmî evrakda sahtecilik yapıp kânun’a kaçak olarak ekledikleri Gedikli Erbaş unvânı
Tam 13 sene gayri meşru olarak askeriyemizde meriyyetde kaldı.
30 Haziran 1950 târihinde ihdâs edilen Gedikli Erbaş sınıfı 04 Temmuz 1951 târihinde ordumuzda lağvedildi.
Fakat gayri meşru olarak kânun’a sokuşdurulan Gedikli Erbaş unvânı
Gene gayri meşru olarak askerî cezâ mevzuatımızda bugün dahi hükmünü hâlâ sürdürüyor.
T.B.M.M. çatısı altında kimi vekil ve zâbitânın resmî evrakda sahtecilik yapdığını söylemek basit bir iddia değil. İsbatlayamaz isek şâyet yandı gitdi gül kokulu gülüm keten halvâ. Müfteri oluruz mazaallah! Zihniyet Sürgünü’nden dolayı orduevlerini müebbeten yasak etdiler bize. O konudaki sözlerini tüketdiler.
Fakat o yasak karârını veren firavun fârelerinin aklından geçenleri değil İngiliz gevuru, şeytan dahi bilemez.
Olsun!
Abdala “kar yağıyor!” demişler...
Abdal; “titremeye hazırım!” demiş. Bizim vaziyetimiz de işde aynen bu abdal misâli...
Makâlemizi okudukdan sonra bu sahtekârlık foliminin aslında bir iddia değil
Fakat
Tam anlamıyla mevsuk bir cürüm olduğunu göreceksiniz evvel Allah.
Gömleğini düzgün giymek istiyorsan şâyet
Birinci düğmesi olan yaka düğmesi ile birinci iliği olan yaka iliğini öpüşdürmelisin.
Başka yolu, yordamı vardır da. Akıl kârı değildir! Akılsız baş da mezârda gerekdir a, dostlarım!
Bu kıssadan hareketle yürümeye dosdoğru devâm eylediğimizde
Gömlek iliklemek ile kânun yapmak arasında müthiş bir benzerlik çıkıyor karşımıza...
Her ikisi de bir yerlerden “geçiriliyor” çünkü.
Tabiat’ın şaşmaz-bozulmaz intizâmını icbâr etmek fayda getirmez. Üsdelik akıllı adam işi de değildir.
Güneşi balçık ile sıvayabilir misin?
Gömleğini düzgünce iliklemek istiyorsan şâyet
Evvelâ
Yaka düğmesini, yaka iliğinden geçir!
Bunu başardıysan, korkma!
Gerisi kendiliğinden gelir.
Kânun yapmak istiyorsan şâyet
Evvelâ
Anakânun’u Meclis’den geçir!
Gerisi kendiliğinden gelir.
Nasıl? Hoş, değil mi?
Biz de
Allah’ın sâdece Âdemoğluna bahşetdiği aklımızın, vicdânımızın
Ve dahi
Kopup geldiğimiz Uzak Asya bozkırlarının
Şanlı Kâganları Moğol atalarımızdan mirâs töre’mizin ışıltılı yolundan ayrılmayalım, değil mi?
Lâkin
Şöyle yanıt verdi Hâkana, Öğdilmiş;
İki nenğ turur ilke bağı beki;
Biri saklık ol, bir törü il köki. (Kutadbu Bilig, 2015)
Câri hukuk töremize göre
Evvelâ Anayasa yapılır.
Bu irâde 1982 Anayasa’sında “Kânunlar, Anayasa’ya aykırı olamaz” şeklinde anlamını buldu.
Anayasa’ya aykırı kânun yapmak
Anayasa’ya karşı cürüm işlemek demekdir ki en ağır cürümlerden birisidir.
Anayasa yapıldıkdan sonra da
Anayasa esâs alınarak kânun, karârnâme, karâr ve benzeri tâli mevzuat yapılır.
Fakat emekli bir Zâbit
Devletin binlerce senelik bu şaşmaz-değişmez töresini tersine çevirdi! Vekilleri merdivene ters bindirdi.
Bu emekli Zâbit
Millî Müdafaa Vekâleti Encümen Reisi sıfatıyla;
Dimağımız ısınmışdır, inşallah!
Konumuz aslında gâyet basit; iki kelimelik bir tâbirden mürekkep; Gedikli Erbaş.
Bu tâbirin askerî mevzuatımıza girişinden başlayıp çıkışına kadar geçdiği mekânlarda bırakdığı izleri tâkip edeceğiz.
Gedikli Erbaş ibâresini peydahlayan mütekâid Zâbit bozuntusu bir Vekil
Meclis’in pırıltılı avizelerinin ışıtdığı geçeneklerinde can havliyle yeldir yepelek kaçacak
Eski Tüfek isimli bir hafiye de
Bu emekli Zâbiti
Sıçdığı yere gadar govalayacak!
Ve nihâyetinde
Oyun bitecek
Perde kapanacak
Ve dahi makâlemizin hitâmına vâsıl olacağız inşallah.
Rahvân koşan beygirin seyrek düşen boku gibi
Bizim cümleler de seyrek düşüyor kağıdın yüzüne.
Okuması fazla yormasa gerek sizleri...
Hakîkât bu minvâl üzere olsa da
Bizim bu makâlemizi keçiboynuzuna benzetebilirsiniz. Bizim için mahzuru yok!
Bir çeki odun yiyeceksiniz!
Lâkin
Bu makâlemizde bir dirhem bal vardır ki
Yediğiniz ikiyüzelli kilo oduna değecek inşallah...
Usûl, esâsa mukaddemdir! Usûlümüz budur.
Esâs ise bizi neticeye götürecek belgeleri sizlere yegân yegân gösdermekdir.
Meselenin bütün safahâtını sizlere kolayca kavratabilmek için
Bu sefer az sözlü fakat çok resimli bir sayfa düzeni tercih etdik.
Siz muhterem kariler önce kısa açıklamayı okuyunuz. Akabinde belgeleri dikkatlice inceleyiniz lutfen.
Hepsi bu kadar.
ATATÜRK’ün tâ 1935 senesinde Asubay dediği
Ve dahi
Bugün Astsubay dediğimiz asker kişilere geçmiş zamânın her behresinde farklı unvânlar yakışdırdılar.
Şimdi bu unvânları târih sırasına göre tesbit edelim hep berâber.
Gedikli Küçük Zâbit unvânının hile nasıl Gedikli Erbaş yapıldığını bu arada gösderelim sizlere.
Küçük Zâbit unvânı Meşrutiyetin ilânından bir sene sonra
Aşağıda gördüğünüz nizamnâme ile Kara Kuvvetlerimizin askerî mevzuatına girdi.
Bu cümleden anlaşılacağı üzere Küçük Zâbit unvânını ordumuza ilk olarak Kara Kuvvetlerimiz kazandırdı.
Ordumuzdaki Gedikli Zâbitlik târihcesini
Niye 1909 senesinde başlatdınız diyenlere fâş eyleyelim.
Biz başlatmadık! Kara Kuvvetleri Komutanlığımız böyle uygun görmüş!
Çünkü aşağıda nazâr eylediğiniz üzere
Kara Astsubay Meslek Yüksek Okulu’nun brövesinde 1909 senesi, Gedikli Zâbitliğin başlangıcı olarak kabul edilmiş.
Gedikli Sınıfı tâbiri Deniz Kuvvetleri Komutanlığımız vasıtasıyla askeriyemize ilk defâ duhûl eyledi.
Bu kânun, bir sene müddet ile sınanmak üzere muvakkat, yâni geçici olarak meriyyete konuldu.
Teşkil edilen bu yeni Gedikli Sınıfı bir sene sınandı. Deniz Kuvvetlerimiz umduğu faydayı temin etdi.
Yukarıda ismini okuduğunuz kânun’un metnini aradım fakat bulamadım. Sizde varsa şu fakire sevâbına yollayınız. Verecek delikli guruşu yok! Fakat duasından nasibinizi bol bol alacağınızdan şüpheniz olmasın!
Yukarıda ikinci sırada gördüğünüz kânun bir sene sınandıkdan sonra ilgâ edildi. Yerine aşağıda gördüğünüz 20.03.1914 târihli Bahriye Efrâd İle Küçük Zâbitan Ve Gedikli Zâbitan Hakkındaki Kânun meriyyete konuldu.
Bahriye Efrâd İle Küçük Zâbitan Ve Gedikli Zâbitan Hakkındaki Kânun;
Sözümüze konu işbu kânun ile Gedikli Zâbitan kavramı 1914 senesinde Türk Deniz (Bahrî) Kuvvetlerimiz vasıtasıyla askerî hukûkumuza duhûl eyledi.
Bu ifâdemizden de anlaşılacağı üzere Gedikli Zâbitan kavramını askeriyemize Deniz Kuvvetlerimiz hediye etdi.
Bu kânun metini de şu fakirin kadifeden kesesinde mevcutdur. Arzu eden varsa bir sûretini bilâ bedel gönderebilir.
Bu kânun ile Küçük Zâbitan tâbiri Kara (Berrî) Kuvvetleri Komutanlığımızda ikinci defâ duhûl eyledi.
Aşağıdaki kânun’a bakdığımızda bu makâlemize konu olan unvânlardan hiçbirisini göremiyoruz.
Bu târihde, bu kânunu hazırlayan zihniyet, asker kişileri bir bütün olarak düşündü. Erkân, ümera, Küçük Zâbit ya da Gedikli Zâbit ayırımı yapmadı. Cumhuriyetin kurucu zihniyeti cephede şehit düşen askerini yek vücud bir teşkilât olarak telâkki etdi hep. Çünkü Cumhuriyetin faziletlerinden birisi de “külfetde ve nimetde birlik olmak” idi. Türkiye’nin BM’ye ve NATO’ya girmesinden sonra geçen her sene Cumhuriyetin bu faziletlerinden birşeyler aldı götürdü.
Bu kânun Gedikli Zâbit tâbirinin Cumhuriyet sonrası Türk Ordu Teşkilâtımızda ilk kez kullanıldığı kânundur.
Aşağıdaki kânun’da bu makâlemize konu olan unvânlardan hiçbirisi yok.
Cumhuriyetin kurucu irâdesi cephede şehit olan askerinin hepsini şefkât ile kucakladı.
O, bu, şu, ast-üst diyerek bölücü tefrika yapmadı.
Kânunların konusunu merâk eden gardeşlerime söyleyelim.
Hemen hepsi özlük veya meslek hakları ile ilgili hususları ihtivâ ediyor.
Aşağıda temâşâ eylediğiniz kânunumuzda
Kıdemlisi ile kıdemsizi ile kaytan bıyıklı, çapkın bakışlı bıçkın Küçük Zâbitler hükümlerini hâlâ sürdürüyor idi ordumuzda.
20 Nisan 1927 târihinde bu kez Gedikli Küçük Zâbit tâbiri hulûl eyledi askerî mevzuatımıza.
1001 sayılı ve 20 Nisan 1927 târihli Gedikli Küçük Zâbit Membalarına Dair Kânun’un meriyyete girmesiyle birlikte aşağıda gördüğünüz iki kânun ilgâ edildi.
Bu kânun, Cumhuriyet sonrası Türk Ordu Teşkilâtında Gedikli Zâbit sınıfını ihdâs eden temel kânundur.
Deniz Kuvvetlerimizin Küçük Zâbitan ve Gedikli Zâbitan ismini verdiği yeni asker sınıfının önemli bir boşluğu doldurduğuna kanaat getiren Kara Kuvvetleri Komutanlığımız
Küçük Zâbitan’lık sınıfını Deniz Kuvvetlerinden 3 ay sonra hemen kendi teşkilâtına dâhil etdi.
Bu târihlerde Hava Kuvvetleri henüz müstakil bir teşkilâta sahip değildi. Asker ihtiyacını Kara ve Deniz Kuvvetlerinden temin ediyordu. Hava Kuvvetlerimizin kendi Küçük Zâbitan’larını yetişdirmesi için birkaç seneye daha ihtiyac var idi.
Aşağıda gördüğünüz Ek kânun ile Gedikli Küçük Zâbit unvânı ordumuzda ilk defâ işitildi.
Gedikli Küçük Zâbit İhzarî Mektepleri Talebelerinin maaşları hakkında benim bulabildiğim ilk kânun.
Aşağıdaki Karârnâmenin ilk cümlesindeki Küçük Zâbit ve Onbaşı Tâlimatnâmesi ibâresine dikkat buyurunuz.
Bu karârnâmede adı geçen tâlimatnâme,
17 Haziran 1928 Târihli ve 6791 Sayılı Küçük Zâbit ve Onbaşı Tâlimatnâmesi’dir. Kânun kitabının birinci sayfasında yazan esâs adı da budur.
Karârnâme’yi Reisicumhur Gâzi M. Kemal’in imzâladığını farketmişsinizdir.
Aşağıdaki tavsırlar, hemen yukarıdaki karârnâmede adı geçen ve kırmızı okun ucunda gösderdiğim 17 Haziran 1928 Târihli ve 6791 Sayılı Küçük Zâbit ve Onbaşı Tâlimatnâmesi’ne aitdir.
Her şey yerli yerinde, basit ve sarih değil mi?
Peki
Basit ve sarih hakîkâtler nasıl bir sahtekârlıklar yumağına tahvil edilmiş acap?
Gösdereceğiz!..
Tercüme konusunda yardımını esirgemeyen Millî Kütüphâne görevlisi Gülçin hanımefendiye teşekkür ederim.
1929 senesinde ordumuz Gedikli Küçük Zâbitler ile yek vücud olmuş! İstiklâl Hârbinin yaralarını sarıyor.
Deniz ve Kara Kuvvetlerimizden 2 sene sonra,
01.06.1929 târihinde bu kez de Hava Kuvvetlerimiz Gedikli sınıfı ile müşerref oldu. Gedikli Küçük Zâbit sınıfını kendi teşkilâtına dâhil etdi.
Böylece iki senelik bir zamân zarfında Gedikli sınıfı ordumuzun her üç kuvvetinde de hayat buldu.
Aşağıda Gedikli Küçük Zâbit sınıfına dâir bir kânun değişikliği görüyorsunuz.
2505 sayılı işbu kânun, ordumuzun muvazzaf Gedikli Küçük Zâbit sınıfı için müteakip senelerde temel kânun kabul edildi. Gedikli Küçük Zâbit sınıfı bu kânun ile iyice olgunlaşdı. Hemen hemen son şeklini aldı.
30 Haziran 1950 târihinde ilgâ edilesiye kadar Gedikli Küçük Zâbit sınıfı hakkında kabul edilen müzeyyel (Ek) kânunlar bu kânun’a atfen yapıldı.
Yukarıda gördüğünüz 2505 sayılı ve 11.06.1934 târihli Gedikli Küçük Zâbit Membalarına Dair Kânun’un yürürlüğe gimesiyle birlikde şu kânunlar ilgâ edildi.
Çünkü 1937 senesinde yapılacak değişiklik ile bu kânun’da mevcut olmayan Gedikli Erbaş tâbirini
Şerefsiz bir emekli zâbit bu kânun’un başlığına kaçak olarak ekleyecek!
Buraya kadar gelmişken öğrenmeden gitmeyin.
Yukarıda gördüğünüz 2505 sayılı Gedikli Küçük Zâbit Membalarına Dair Kânun’u TBMM’ye arzeden Millî Müdafaa Vekâleti Encümen Reisi, biliniz bakalım kim?
İpin ucunu verelim siz yiğit Asubaylara ve Asubay sevdâlılarına; Kendisi; bildik, tanıdık birisi!
Gedikli Küçük Zâbitân sınıfını Gedikli Erbaş’lığa tenzil etmek için yanıp tutuşan bu malûm firavun fâresi
Elinden geleni ardına koymadı.
İçinde Gedikli Zâbit ibâresi gördüğü her kânunu kıtır kıtır kemirmeye pek hevesli olan bu firavun fâresi
Vekilliğinin 5 ve 6ncı dönemine denk gelen 08.02.1935-08.03.1943 târihleri arasında
Millî Müdafaa Vekâleti Encümen Reisliği yapdı.
7 senelik reisliği esnâsında ordumuzun kânunlarında Gedikli Zâbit şeklinde mevcut olan ibâreleri
Binbir sahtekârlık ve dolaplar çevirerek Gedikli Erbaş yapdı.
Aşağıda bu sahtekârlığın bir örneğini görüyorsunuz.
İşbu kânun’un metinine Erbaş ve Gedikli Erbaş tâbirlerini kaçak olarak sokuşdurdu.
Kânun metinin altına da utanmadan sâdece “630 numaralı kânun” dedi.
Vekilleri ayıkdırmamak için bu kânunun açık ismini kasıtlı olarak yazmadı.
Peki,
“630 numaralı” kânun’un adı nedir acap?
Hemen aşağıda “630 numaralı” kânun’un Meclis Zabıtlarında geçen metinini görüyorsunuz.
Bakınız bakalım!
Bu kânun’da Erbaş ya da Gedikli Erbaş şeklinde ibâre var mı?
Meclisde geçirdiği zamân ile yarış tutan şerefsiz, arsız ve kaşalot bir zâbit,
Binbir türlü sahtekârlıklar tezgahlayıp
Kânunlardaki Küçük Zâbit unvanını
1935 senesinde
İşde, böyle Gedikli Erbaş yapdı.
Nasıl ki şey, şey yemekden fariğ olmamış!
Bu firavun fâresi de kânunda sahtekârlık yapmakdan fariğ olmamış!..
Meclise her gitdiğinde asker kânunlarındaki Gedikli Zâbit unvânını silmiş
Ve dahi yerine
Askerî mevuzatımıza gayri meşru olarak sokduğu Gedikli Erbaş unvânını yazmış.
Aşağıda gördüğünüz kânun’u Meclise getiren
Ve dahi
Meclisden “geçiren” kişi
Bu makâlemizde seyretdiğiniz sahtekârlıklar foliminin esas oğlanıdır. (bknz.)
İşbu kânun’a bakdığımızda, bu târihde ve bu kânunda
Gedikli Erbaş denen bir unvân olmadığını görüyoruz.
Eski Tüfek’in gördüğünü
Siz de görüyorsunuz, değil mi?
Şu kırmızı pencerede gördüğünüz alt başlık altında ele alacağımız karârnâme mefhumu hakkında kısa bilgi verelim.
Hükûmetimizin olağanüstü durumlarda müracaat etdiği bir kânun yapma usûlüdür. Bugünkü hukukumuzda Kânun Hükmünde Karârnâme (KHK) ile aynı icrâ kuvvetini hâizdir. Kânun yerine karârnâme neşretmekdeki maksat kısa süre içinde eyleme geçmekdir. Çünkü vakit kayıbını en aza indirmek için çıkartılmak isdenen tasarı encümenlerde tartışılmaz, Meclis’e getirilmez. Bir karârnâmenin konusunu çoğu zamân Bakanlar ve Cumhurbaşkanı hariç kimse bilmeyebilir. Tasarıyı sâdece Bakanlar ve Cumhurbaşkanı imzâlar. Resmî Gazete’de neşredilir ve meriyyete girer.
İşde aşağıda temâşâ eylediğiniz karârnâme de bu usûle göre kısa yoldan yapılıp icrâya konulmuş bir kânundur.
Şimdi gelelim sadede.
Temel hukuk kuralıdır; Kânunsuz hüküm tesis edilemez. Edilirse her zamân yok hükmündedir.
Bu kural dün böyle idi.
Bugün de böyledir.
Hukuk var olduğu sürece bu kural da var olmaya mecburdur. Aksi takdirde hukuk olmaz!
Bu sayfada sözümüze konu olan karârnâmede tam da böyle bir rezâlete imzâ atılmış. Hukuksuz hüküm verilmiş!
Aşağıda gördüğünüz pencerenin içindeki karârnâme ile bir hüküm tesis edilmiş; Gedikli Erbaş.
Bakanların ve Reisicumhur ATATÜRK’ün bu karârnâmeyi imzâlandığı târihde
Askerî hukukumuzda Gedikli Erbaş şeklinde bir mefhum mevcut mu idi? Hayır, mevcut değil idi.
O zamân hukuk, bize şunu emreder; Gedikli Erbaş tâbiri keenlem yekûndur.
İşde, Gedikli Küçük Zâbit ibâresini Gedikli Erbaş şekline çevirmenin ilk hamlesi
Aşağıdaki 2/2476 sayılı karârnâmede gördüğünüz sahtekârlık ile atıldı.
Bu sahtekârlığı yapanlar o kadar fütursuz ve gözü kara davrandılar ki anlatmaya söz yetmez!..
Bu sahtekâr devlet adamları
Çevirdikleri resmî evrakda sahtecilik dümenine
Başvekil İsmet İNÖNÜ’yü
Ve dahi
REİSİCUMHUR K. ATATÜRK’ü bile ortak etdiler.
İşde, can dostlarım!
Zamânın donup kaldığı dem, tam da bu demdir.
Yukarıdaki pencerede gördüğünüz okların ucunda ve kutuların içinde duran ibârelere bâhusus dikkat buyurun.
İlgili mevzuata gidip bakdığımızda bu üç ibâreyi görmemiz icâb eder değill mi, yiğitlerim?
Peki bu ibâreler bu mevzuatda var mı dersiniz?
Gidip bakalım öyleyse!
Dağ yürümezse abdal yürür evvel Allah!
İmdi evvelâ 2505 sayılı kânuna gidelim.
Bakalım Gedikli Erbaş ibâresi bu kânunda mevcut mu?
Buyurun!
İşde 2505 sayılı kânun aşağıda...
Şimdi de
1928 neşetli Erbaş (Küçük Zâbit) ve Onbaşı Yetiştirme Talimatnâmesi’ne bir göz atalım.
Bakalım işbu Talimatnâme’de Erbaş ve Yetiştirme sözcükleri mevcut mu?
Bu suâllerin cevâbına nâil olmak için evden dışarı çıkmak icâb eder!
Hanıma görünmeden sıvışıp evden dışarı çıkabilirsem şâyet bugün
Sizlerden başka bir şey istemem, hani!..
Mâlum, evveli seneden bakiye bir okka yemeklik yağ sipârişi hâlâ askıda...
Çıkalım öyleyse!..
Dağ bize gelmez ise biz dağa varırız!
1928 neşetli Erbaş (Küçük Zâbit) ve Onbaşı Yetiştirme Talimatnâmesi’ni görüp tetkik etmek üzere
Ahmet Davutoğlu’nun eski muhiti
Ve
Balın gatıldığı semte yolladım kendimi.
Git-gel, Balgat; dört saat!
Ve dahi dört bilet!..
İkisini gitmek için,
Sair ikisini de gelmek için...
Dört saati de evrağı tetebbu etmek için harcadım.
Onbeşgünlük ekmek paramızı yola verdik ya! Olsun, sizin gül hatırınız var ortada!
Heyecânlı bir tetkik neticesinde aradığım membayı buldum orada.
Millî kütüphâne demirbaşında bu talimatnâmenin adı şöyle yazıyor;
6791 sayılı ve 17 Haziran 1928 târihli Erbaş (Küçük Zâbit) ve Onbaşı Talimatnâmesi’ni Millî kütüphâne’den temin etdim.
Ve dahi
Şu tavsırları çekdim.
Bu cümlenin altındaki tavsır, ↓ talimatnâmenin birinci sayfası. Buradaki de ↓ kapak tavsırı.
Peki,
Şimdi bu talimatnâmeyi dikkatlice tetkik edelim!
20 sayılı çerçevenin altındaki 2/2476 sayılı karârnâme metininde adı geçen 6791 sayılı talimatnâme’de;
Bu kadar belge ortaya koydukdan sonra bir neticeye varalım;
İstiklâl Madalyası sahibi
Yüce Meclis’de 6 dönem vekillik eden
Tekâüd Zâbit
Ve dahi
Sahtekârlık foliminin esâs oğlanı
Yukarıda gördüğünüz karârnâmede tam dört sahtekârlık yapdı.
İşde, resmî evrakda sahtekârlığın yapıldığı
Ve dahi
Folim karesinin donduğu yer burasıdır, yiğit canlarım!
Yukarıda gördüğünüz Erbaş, Yetiştirme ve Gedikli Erbaş ibâreleri talimatnâme metinine gayri meşru olarak sokuşduruldu böylece!
Kânun’a sokuşdurmak için de bir fırsatını kollayıp başka gayri meşru bir yol bulunacak idi elbet.
Bu sahtekârlığı ATATÜRK fark etseydi bunu yapanların sıfatına tükürmez miydi?
Peki,
Yapılan sahtekârlık bu kadar mı?
Hayır, bu kadar değil!
6791 sayılı ve 17 Haziran 1928 târihli Talimatnâme’ye Erbaş , Yetiştirme ve Gedikli Erbaş ibâreleri kânunsuz bir şekilde eklendi.
Ve Talimatnâme’nin adı “Erbaş (Küçük Zâbit) ve Onbaşı Yetiştirme Talimatnâmesi” oluverdi bir anda.
Bugün dahi devletin kayıtlarında bu talimatnâme, tahrif edilen işde bu gayri meşru ismiyle kayıtlı duruyor.
Aşağıdaki çerçevede gördüğünüz 2/2476 sayılı Karârnâme’nin sol üst tarafında yeşil ve mavi oklar ile işaretlediğim kırmızı kutunun içine dikkatle bakınız.
Çünkü ilk sahtekârlık ve dahi orostopolluk o kırmızı kutunun içinde yatıyor utanmadan sere serpe.
Kaşarlı bir zâbitin gayri meşru olarak peydahlayıp
Askerî mevzuatımızda tam 13 sene boyunca hukuksuz olarak kullanılacak olan Gedikli Erbaş tâbirinin
Sahtekârlık tohumu İşde gördüğünüz bu kırmızı dikdörtgen kutunun içine akıtılmış!
Siz kadim dostlarımın dikkatini burada çok mühim bir hususa çekeyim müsaadenizle. Hemen aşağıdaki sayfaların birinde gördüğünüz 7400 sayılı Karârnâme ve aşağıya yapışdırdığım 2/2476 sayılı Karârnâmenin altındaki imzâlara bâhusus bakınız lutfen.
Gördünüz değil mi? Her iki karârnâmeyi de Başkomutan ATATÜRK imzâlamış.
Aşağıda gördüğünüz 7400 sayılı ve 05 Kasım 1928 târihli Karârnâmeye Küçük Zâbit şeklinde kayıt edilen bu ibâre
Yukarıdaki 2/2476 sayılı ve 04 Mayıs 1935 târihli Karârnâme metinine Erbaş (Küçük Zâbit) şeklinde yazılmış.
Peki,
Bu sualin;
İnsânî,
Aklî,
Ahlâkî
Ve dahi
Hukûkî bir cevâbı yok ne yazık ki...
Kânunsuz hüküm verilmez. Verilse bile o hüküm, keenlem yekûndur. Üsdelik mürûr-u zamâna da uğramaz.
Kânunsuz hüküm verenler de sahtekârdır.
Gülü tarife ne hâcet? Ne çiçekdir, biliriz!..
Sahtekârlığın izahı olur mu Allah aşkına?
1928 senesinden 1935 senesine kadar geçen yedi senede, Gedikli Küçük Zâbit tâbirini Gedikli Erbaş şeklinde değişdiren herhangi bir kânun kabul edilmedi. Bu işde alenen bir orostopolluk yapıldığını isbatlamak için başka söze hâcet var mı?
İşde burada, bir subayın ATATÜRK’e yapdığı hıyanetin belgesini görüyorsunuz.
1935 senesinde Erbaş (Küçük Zâbit) şeklinde yazdıkları ifâdeyi
Bu târihden sonra hazırladıkları bütün kânun metinlerine Gedikli Erbaş şeklinde yazdılar.
Ve bu hile ile;
Bu vesikanın metinindeki bir hususa dikkat ediniz.
Aşağıdaki karârnâmenin sol tarafındaki ikinci kırmızı kutunun içinde gördüğünüz üzere değişiklik yapmak için gündem edilen talimatnâmenin ismi, Küçük Zâbit ve Onbaşı Talimatnâmesi’dir.
Müteakip senelerde Meclise arz edilen değişiklik tekliflerinde bu talimatnâmenin adına Erbaş ve Yetiştirme kelimelerini ilâve edecekler.
Ve sınır tanımaz sahtekârlar talimatnâmenin ismini Erbaş (Küçük Zâbit) ve Onbaşı Yetiştirme Talimatnâmesi şeklinde kânunsuz olarak değişdirecekler.
Sözümüze konu talimatnâmenin 1928 târihli Eski Yazı yazmasının tavsırlarını yukarıdaki sayfalarda iki kere fâş eyledik.
Kelimeleri isrâf etmeyelim!
Tekrâr etmeye hâcet olmasa gerek.
Sizin de evvelden tanıdığınız kaşarlı emekli bir zâbit
Öyle bir açmış ki şeyini!..
O şom ağzının domalmasından Ömer diyeceği tâ o günlerde belliymiş.
Peki, kimdir şom ağzını domaltan bu emekli zâbit dersiniz?..
Gösdereceğiz elbet!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
(*** Devâm edecek)
Kaynak: Makâlede mündericdir.
Olmaz, olmaz deme!
Neler oluyor şu memleketde.
Hiç aklıma gelmezdi. Tasavvur bile edemezdim. Tâ ki duyup, görüp okuyasıya kadar...
Fakat bunlar da oldu!..
Yurt çiftçiliğinin ziraî verimini arttırmak, istihsâlini çeşitlendirmek ve mahsûlun kalitesini yükseltmek amacı ile
ATATÜRK’ün kendi çocuklarından bile esirgediği
Ve dahi
1933 senesinde Türk Milleti’ne bağışladığı tarlanın üzerinde
Önce, binyüzelliküsûr odalı mutantan kaçAK bir kâşânemiz oldu!
Akabinde
Esâretten kurtardığımız bir “Osmanlı Bayrağı” mız oldu!
Yazın yediği hurmalar kimilerinin gıçını gışın tırmaladı...
Bıldır cemaatci zaptiyyeler hırsız siyâsetcileri kovalıyor idi.
Tam 52 hafta devâran etdikden sonra
Keser döndü, hesap döndü!
Bu sene ise hırsız siyâsetciler cemaatci zaptiyyelerin peşine düşdü...
Kimi kumpascı, cemaatci zaptiyyler yağladı tabanları, kaçıyor çil yavrusu gibi sağa sola.
Kimi hırsız siyâsetciler ise mağara-mağara, in-in harâmî-haşhâşi arıyor harâretle...
Atam bilge Yusuf Has Hacip şöyle dedi Eski Tüfek’e; “İki bugra tepişir, köksinekler ezilir!”
Bu edepsizler, hırsızlar, uğursuzlar, kumpascılar, kasetciler tepişiyor
Fakat
Açlık sınırında voltalamakdan gözlerinin feri tükenen bedbaht milletim ise köksinekler gibi ezim ezim eziliyor...
Milyonlar can derdinde, ekmek derdinde, aş derdinde, iş derdinde...
Bugra gibi tepişen bu bir avuç arsız-hırsızlar ise milyon Avro’ları sıfırlama-istifleme-üleşme-üfürme derdinde...
Geçen sene suç üsdü yakalanan geniş omurgalı, aç gursaklı hırsızların
17 Aralık 2013 baskınının öcünü almak üzere cemaat çetelerinin peşinden yeldirdiği şu soğuk şitâ günlerinde
Her ikisi de
Türk Milletine hayırlı, kademli olsun(!)...
Gönülden bir besmele çekip
Sözün dili gara galemi
Şefkâtle ve nâzikce belinden kavradıkdan sonra
Gara mürekkebin sırtına yükleyip de
Bu makâleyi ak kağıda hediye etmeden evvel
Kıymetli sanatcımız Bedia AKARTÜRK’ün
Âdetâ bülbül gibi şakıyıp buğulu ve büyülü sesiyle hayat verdiği türkümüzün
Şu beyiti geliverdi fikrime vehleten...
Bahcalarda hıyar
Nâzik nâzik soyar
Şimdi Nâme duyar
Makâlemizi yazıp, bitirip sizlerle buluşsun diye
emekliassubaylar.org diyârına postaladık çok şükür posdalamasına da
Türkü ile makâle arasındaki münâsebeti şu fakir el-ân kuramadı.
Haydi, yiğitler! Bir el verin bakalım.
Benim yapamadığımı sizler mutlaka yaparsınız.
Bir haber tasavvur ediniz. Başı gıçı nerede belli değil. Haberciliğin en temel unsurlarından mahrûm bırakılmış; kel, kör, öksüz ve dahi yetim bir haber. Üsdelik bir doğrunun içine tam beş dâne yalan gizlemişler.
Bütün bunlar bir yana her gördüğüne kaşık sallayanların hele bir de ağızlarından yumurtaladıkları kuyruklu yalanlar var ki sormayın gitsin. Haber, haber olmadan çıkmış. Hisseli yalanlar kumpanyası oluvermiş.
Bu haberi Eski Tüfek neşretse idi tarih onu mâzur görebilir idi. Ne olsa O, mektebinde okumadı... Fakat bunu yapan Devletin iki önemli teşkilâtı olunca işin rengi, bir lahzada kaka rengi oluveriyor. Hele bu yalan dolan haberi askerlerin başı Genelkurmay Başkanlığı yapıyor ise durum o zamân vahimden de öte tam bir fecaata meylediyor.
Astsubay Rütbelerinin İmlâsı isimli makâlemizde izah etdik. Resimleriyle yegân yegân gösderdik. Fakat kimi kalemli cahillerin ve ensesi yağlı, gafası galın bâzı subaylarımızın aklı almamış olmalı ki gene aynı ahmaklığı yapmışlar.
Türk Ordusunun Asubay rütbelerini doğru dürüst yazmayı beceremediler; sıçdılar, hem de sıvadılar. Bu kez de hudut ötesine gitmişler. İngiliz Ordusunun Asubay rütbesine kaşık sallamışlar.
Bu eblehlik ile iş bitmiyor elbetde. Sıçdıklarının üsdüne tüy dikmekte hudut tanımayan bu ahmaklar muhtemeldir ki bir de İngilizlerin tuzağına düşmüşler. Türk’ün millî şerefini, haysiyetini, bayrağa atfetdiği kutsiyeti ayaklar altına almışlar külliyen.
Kıymetli meslekdaşım Sayın Mete YANIKCI emekliassubaylar.org mecrâsındaki Haberler penceresinde 2 Aralık 2014 tarihinde bir haber neşretdi.
D-349 borda numaralı şanlı TCG KILIÇALİPAŞA muhribinde berâber çalışmakdan iftihar etdiğim Sayın YANIKCI bu haberinde, Genelkurmay Başkanlığı örütbağından aldığı haberleri akdardı bizlere.
Ahşâb teknede hamur yoğurur gibi
Galvaniz leğenin içinde elleriyle hışmalaya hışmalaya yıkayıp
Kengel sakızı gibi apak ağartdıkdan sonra
Kurusun diye
Anacığımın dalbara asdığı kırk yamalı esvâplarımız misâlı
Mete Beyin isimsiz penceresinde sergilendikden sonra bu haber gündemden düşdü düşmesine de...
Dümensiz gayık gibi ak kağıt üzerinde yüzdürmek üzere ahitleşdiği gara galemini eline alan Eski Tüfek de
Hafiyeliğe heves edip işbu haberin peşine düşdü...
Türk Silahlı Kuvvetlerinden Haberler-1 başlığı altında emekliassubaylar.org’da misâfir edilen söze konu bu haberin ilk satırı şöyle ses veriyordu biz karilere;
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet ÖZEL'in Birinci Dünya Savaşı döneminde İngiltere'ye götürülen ve dedesi Başçavuş Edgar TURNER tarafından muhafaza edilen Osmanlı Bayrağını, Türk makamlara teslim eden İngiliz gencine gönderdiği teşekkür ve Çanakkale Savaşları'nın 100'üncü Yıl Dönümü etkinlikleri davet mektubu, Londra Askerî Ataşesi tarafından torunu Jack TURNER'e teslim edilmiştir.
Ben tarihci değilim. Fakat bir yurtdaş olarak bilmekle mükellef olduğumdan daha fazlasını öğrenmeye her zamân gayret etmişimdir. Bu maksatla, haberin kaynağına bakdım. Genelkurmay Başkanlığımız şöyle demiş kendi sayfasında;
Birinci olarak evvelâ; şu pencerede gördüğünüz altı kırmızı cızgılı ibâreye bakalım! Genelkurmay Başkanımız Necdet Bey, haberin bu cümlesinde Türk Milleti dememiş. Türk halkı demiş. Bizim dikkatimizden kaçmadı. Milletimiz de bunu bir kenara yazsın!. Demek ki açılım saçılım tezgahları karargaha sirâyet etmeye başladı. Bu köklü zihniyet değişiminden sonra bakalım daha neler saçılacak ortaya.
Şimdi,
Dört satıra ancak sığdırılan bu uzun, tatsız, üslupsuz ve tumturaklı ifâdenin içindeki saçmalıkları
Ve dahi
Yalanları anlamak için makâlemize konu olan yukarıda gördüğünüz haberin ilk satırındaki şu üç öğeyi cımbızlayalım;
Şimdi de bu haber unsurlarının içindeki taşları ayıklamaya
Ve dahi
Bu haberin içine gizlenen ve tıkır tııkır çalışan saatli bombayı bulmaya gayret edelim.
Biraz tarih bilen herkes farkındadır. Birinci Dünya Savaşında ceddimiz üç kıtada, yedi düvele karşı hârb etdi. Çanakkale’de, Anadolu’nun her köşe bucağında, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Irak’da ve Arap yarımadasında açdığımız sayısı belli olmayan onlarca, belki de yüzlerce cephede düşmanlar ile cenk etdik. Haberin yukarıda okuduğunuz birinci unsurunda Genelkurmay Başkanlığımız, söze konu Osmanlı Bayrağının Birinci Dünya Savaşı döneminde İngiltere’ye götürüldüğünü yazmış. Fakat bayrağın hangi tarihde, hangi cephede ve hangi düşmanın eline geçdiğini söylememiş. Bu haberin en önemli unsurlarını es geçmiş.
Bu kısa girizgahdan sonra şimdi Necdet Beyimize şu suâli tevcih edelim. Necdet Bey, haberde bahsetdiğiniz “Osmanlı Bayrağı”;
BİMER ile dilekce yollasak Bilgi Edinme Kânun’unun meşhur 25 inci maddesine takılıp kalacağız. Biz de çâre olarak 17’lik İngiliz bebesi Jack’ın okuduğu lisenin bu konuda neşretdiği habere bakalım dedik.
Söze konu haberin mavi boyalı kısmına bakınca, Osmanlı Bayrağı’nın;
Böylece, Necdet Beyin haberde söylemediği bir bilgiyi ortaya çıkartdık. Demek ki Osmanlı Bayrağı Birinci Dünya Savaşı esnâsında Arap yarımadasında İngilizler ile harb ederken Şam’da ele geçirilen bir karargahımızda düşmana esir düşmüş. Bu bilgiyi vermekle haberdeki birinci gediği doldurduk vesselâm.
Gelelim ikincisine. Necdet Beyimiz, Osmanlı Bayrağını “Başçavuş” Edgar TURNER muhafaza etdi diyor. Bu haber doğru çünkü yukarıdaki haberde de öyle yazıyor. Fakat Necdet Beyimizin söylemeye dilinin varmadığı bir hakikât daha var bu haberin devâmında. Osmanlı Bayrağını “Başçavuş“ Edgar TURNER muhafaza etmiş etmesine de. Peki, bayrağı İngiliz Edgar’a veren kim? Bu bayrak “Başçavuş” Edgar’ın ellerine gökden zilli zembille inmedi ya? Onu da yukarıdaki haber muşduluyor bize. Osmanlı Bayrağını “Başçavuş” Edgar’a veren kişi O’nun komutanı olan Orgeneral Edmund ALLENBY. Üsdelik dostluklarının bir nişânesi olarak vermiş Edgar “Başçavuş”a. Bu malûmâtı da gene aynı haberin devamından öğrendik. Bir Türk Generalinin arkadaşlığının nişânesi olarak birlikde çalışdığı bir Asubaya böyle bir hediye vermesi mehel mi? Ben, görmedim, duymadım. Varsa söylesinler bu makâlemizde şitâyiş ile yâd edelim.
Böylece haberde mevcut ikinci kara deliği de tenvir etdik evvel Allah.
Sıra, üçüncü hususda; Genelkurmay Başkanlığı örütbağ sayfasında dünya âleme teşhir etdiği haberde İngiliz Asubay Edgar TURNER’in rütbesini “Başçavuş” şeklinde yazmışlar. Torun Jack’ın okulunda münteşir haberde, Edgar TURNER’in rütbesinin “Staff Sergeant” olduğunu bulduk. Bu rütbenin bize göre emsâli, aşağıdaki resimde gördüğünüz üzere “Asubay Üstçavuş ya da Asubay Kıdemli Üstçavuş” olur. Haberi hazırlayan ebleh insanlar bu konuda da yalan söylemişler. İngiliz Asubayın rütbesini “Başçavuş” deyip işkembeden üfürmüşler.
Astsubay Rütbelerinin İmlâsı isimli makâlemizde Asubay rütbe isimlerini her askerin anlayabileceği bir tarzda izah etdik. Burada kelimelere patinaj yapdırmaya hâcet yok. Fakat görünen o ki bu makâlemizi hâla okumayan subaylarımız var. Onlara da okumasını tavsiye edelim. Edelim ki okusunlar. Okusunlar ki öğrensinler. Okumak, öğrenmek insanı ruhen, mânen hem de maddeten zenginleşdirir. Yüceltir. Bir işin ahlaklısını, doğrusunu yapmak da o insanı güzelleşdirir. Doğrusunu yapsınlar!.. Güzel, şerefli, haysiyetli olsun o subaylarımız da.
Resmî örütbağ sayfasında neşretdiği dört satırlık bir habere Necdet Beyin yamadığı saçmalıklar silsilesi bitmek bilmemiş. Okuduğum her cümlesinden şüphe etmeye başlağıdım bu habere ilişdirilen dördüncü saçmalık ise şudur; Habere konu edilen Osmanlı Bayrağını İngilizler, bugün de gündemde olan Suriye’nin Şam Vilâyetinde ele geçirmiş. Kendileri öyle diyor. Dikkat ediniz. Bu olay, Şam’da zuhur etmiş. Fakat Bayrağı iade eden İngilizleri Necdet Beyimiz, Çanakkale’ye dâvet etmiş.
Ve dahi bu kel alâka dâvetiyle Necdet Beyimiz
Suya gaymak tutturmaya çalışmış kendileyin!
Şam nireeeee!..
Çanakkale nireeeee!..
Bu kelâmı sizlere yollayan şu er kişinin aklı, fikri zây eyledi bu haberi okuyunca. Dâvetin esbâb-ı mucibesini çözmeye kâfi gelmedi her ikisi de. Bayrak iadesi konusunda bu iki farklı ülkenin birbirinden iki farklı şehiri arasında Necdet Bey nasıl bir bağlantı kurmuş, ben anlayamadım. Çanakkale topraklarına ayağını bile basmayan İngiliz Asubay Edgar TURNER’in dördüncü göbekden torunu olan Jack bebesi, kendisini Çanakkale’ye çağıran Necdet Beyin dâvetini alınca neler hissetdi acap?..
Dört’den sonra gelir beş; Haberdeki beşinci yalana gelince... 26 Haziran 2014 tarihli haberinde Milliyet gazetesi de dahil olmak üzere kimi gazeteler, torun Jack TURNER’in dedesi olan Asubay Edgar TURNER’in de torununun hâlen devâm etdiği okulundan mezun olduğunu yazıyor. Bu haber de yalan. İşde isbatı. Diyor ki bu belgede; okulumuzun arşivlerinde Edgar TURNER ile ilgili herhangi bir kayıt mevcut değildir.
Peki, dikkatli müdâvimler şöyle bir suâl tevcih edebilir bize; Haileybury Lisesi’nin bu bayrak devir-teslimi ile alâkası nedir? İşde, haberin içine sakladıkları saatli bomba budur can yiğitlerim! Alâkası şöyle oluyor zannımca; Haileybury Lisesi devlet adına devşirme çaşıt yetiştiren bir okuldur. Cüzdanı kabarık ya da İngiliz asillerinin çocuklarını gönderdiği paralı ve seçkinler okuludur. Dördüncü kuşakdan Jack TURNER da bugün itibariyle bu okulun öğrencisidir.
Makâlemizde sözünü etdiğimiz Orgeneral Edmund ALLENBY de bu okulun mezunlarındandır. Arkadaşlıklarının bir nişânesi olarak Asubay Edgar TURNER’a Osmanlı Bayrağını hediye eden kişi de Orgeneral Edmund ALLENBY’nin kendisidir. Lisenin kendi örütbağ sayfasında bunu gururla ilân ediyorlar.
Haileybury Lisesinde 1900’lü senelere kadar İngiltere’nin sömürdüğü ülkelerde görev yapacak çaşıt devlet memurları eğitiliyor idi. Bugün dahi bir bakıma bu görevine hâlâ devâm etmekdedir. Çünkü soğuk nevâle ve sömürgen İngilizler eşeğini daima sağlam kazığa bağlar. Yüzde bir kaybetme ihtimaline dahi fırsat vermeden oyun ve tuzak kurarlar. Bugün böyle bir tezgah tertip etdiler ise bir zaman sonra bunun memleketimize menfi bir tesiri mutlaka olacakdır.
Netice itibariyle, bugün okuduğumuz bayrak devir-teslim dümeniyle İngiliz hükûmeti 2014 senesinde dünyaya yeni bir Lawrence takdim etdi. Dördüncü göbekden Jack TURNER de geleceğin Arabistanlı Lawrence’i namzetlerindendir. Orgeneral ALLENBY’nin okulundan mezun olan 17’lik İngiliz bebesi Jack TURNER’in istikbâlde neler yapacağını yaşayanlar görecek elbet. İşde bu sebepden dolayı Orgeneral ALLENBY ile Jack TURNER arasında tarihî bir görev devir-teslimi yapıldı. Bir başka ifâde ile ALLENBY, TURNER’e el verdi. Bu tezgahda Osmanlı Bayrağı da dolgu malzemesi olarak kullanıldı. Bunu da tarihe biz kayıt edelim.
Demek ki neymiş? “Basında güven” rumuzu ile raflarda müşderi bekleyen Milliyet gazetesinin muhabiri
Sayın Nevsal ELEVLİ’nin Londra’dan gönderdiği bu haber de yalan imiş.
Haberdeki beşden sonraki bit yeniğine gelince; aklımdan geçenler boğazımda düğümleniverdi birden bire...
Hayıflandım... Hayıflandığımdan daha çok sinirlendim... Sinirlendiğimden daha çok öfkelendim, hiddetlendim. Denizli horozu gibi gubarıp taşdım hiddetimden...
Bayrak, bir milletin nâmusudur, hürriyetinin simgesidir. Türk Milleti için Bayrak, kitabımız Yüce Kur’andan sonra gelen en yüce, en mukaddes varlığımızdır.
Türk Milleti;
Bayrak için yaşar,
Bayrak için ölür
Ve dahi
Bayrak için öldürür.
Kut’ül Amâre’deki muazzam zaferimiz hâriç olmak üzere
Arap yarımadasındaki muharebelerin hepsinde mağlup olduğumuz tarihî bir hakikâtdir. İngilizler, Çanakkale’nin intikâmını, çölde bizden geri aldılar. Ve Osmanlı Devletini resmen yıkdılar. Onbinlerce askerimiz esir edildiğine göre Bayrağımız da düşman eline geçmiş olabilir.
Peki
Bugün İngiltere’nin bize teslim etdiği Bayrak konusunda durum ne merkezde acap?..
Tarih Ve Şuur!..
20 nci çağa damgasını vuran iki büyük dünya savaşının ilki olan Birinci Cihân Hârbi; 1914-1918 seneleri arasında cerâyan etdi. 28 temmuz 1914 tarihinde Avrupa’da başlayan savaş kısa sürede bütün dünyaya sirâyet etdi. Bir milyon kilometre kareden fazla toprağımızın elimizden çalınmasına sebep oldu. Mondros Mütârekesini imzâlayan Osmanlı Devleti için Birinci Cihân Hârbi, 30 Ekim 1918 tarihinde sona erdi. Bu savaş, hârb eden Avrupa devletlerinin o vakitlerde dünyanın dört bir bucağında sömürdüğü ve savaş ile hiçbir alâkası olmayan mâsum devletleri de hârbe sokmasından dolayı Cihân Hârbi olarak kabul edildi.
İngiltere, Fransız, İtalya, Avustralya, Hindistan ve hain Şerif Hüseyin’in kışkırtdığı bütün Araplar bir yanda. Diğer yanda ise Osmanlı Devleti, Almanya ve Avusturya İmparatorlukları saf tutup cenk etdik. Arap yarımadasındaki Osmanlı topraklarını savunmaya giden dördüncü, yedinci ve sekizinci ordumuzu düşman devletleri tam bir hezimete uğratıp çoğunu esir etdi. Çanakkale’nin intikâmını Arap çöllerinde aldı. Bu mağlubiyetler silsilesinin bir parçası olarak da İngiliz Orgeneral ALLENBY 1 Ekim 1918 günü Şam’ı işgâl etdi. Çil çil İngiliz altınlarının kişnetdiği hain Arap beygirleri, soğuk nevâle İngilizin kuyruğuna ilişip onbinlerce Mehmetciğimizi kalleşce sırtından hançerledi.
Osmanlı Devletini 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütârekesini imzâlamaya icbâr eden bu mağlubiyet hususunda Halep’den çekdiği telgrafda Padişah Vahideddin’e bakınız Mustafa Kemal ne dedi;
Enver Paşa gibi bir ahmak müdir-i harekât-ı umumiye (genel harekât müdürü) olmasa idi ve burada beş-on bin kişilik bir hey'et-i askeriyenin başında ilk top sadâsında ordusunu bırakıp kaçan ve şahsını kurtarmak için şaşkın tavuk gibi öteye-beriye iltica eden kumandan Cevad Paşa bulunmasa idi. Hiçbir vaziyet-i askeriyeyi (askerî durumu) takdir edemeyen bir Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa bulunmasa idi. Ve bunların başında muharebenin ilk gününden itibaren hiçbir tesir ve nüfuzu kalmayan bir grup karargâhı olmasa idi...
Bu andan sonra, artık sulhten başka yapılacak birşey kalmamıştır.
7 Teşrinevvel 334 (7 Ekim 1918), Halep. Mustafa Kemâl
Ve dahi
Cephe komutanı Ali İhsan Paşa’yı Irak’da oyuna getirerek
Musul’u hile ile elimizden alan İngiltere’yi kasdederek
ATATÜRK şöyle bedduâ etdi “Mâr-ı sermâ dideye (Kış geçirmiş yılana) Rabbim güneş göstermesin!..”
Yukarıda okuduğunuz bilgiler tarihimizin bir parçasıdır. İnkâr da etmiyoruz. Ancak bu mağlubiyetden 96 sene sonra ortaya atılan yalan haberler ve muhtemel tuzaklar hususunda elbetde diyeceklerimiz var.
Savaşma Seviş!
Daha şunun şurasında 100 sene evvel İngiliz milleti ile Çanakkale’de, Irak’da, Filistin’de, Suriye’de, Mısır’da, Libya ve daha birçok cephede hârp etdik. Daha 100 sene evvel bizim vatanımız, bizim toprağımız olan o memleketleri sömürmeye geldiler. Hem kendi nâmusumuz hem de orada yaşayan diğer milletlerin nâmusunu korumak için göğsümüzü siper, canımızı fedâ etdik. 100 sene evvel top ile tüfek ile bomba ile gelip sömürdüler bizi. Şimdi de özelleşdirme, açılım, saçılım dümenleriyle sömürüyorlar. Uludağ’ın suyunu, Susurluk’un yoğurdunu, ayranını, Rize’nin çayını, Giresun’un fındığını, Ege’nin tütününü satın almak için sömürgen batı devletlerine ait şirketlere apaz apaz para ödüyoruz. Borsanın ve bankanın yüzde doksanı, sigorta şirketlerinin yarısından fazlasını batılı devletler ele geçirdi. Sokakda gördüğümüz dükkanların neredeyse yarıdan fazlası yabancı şirketlere ait. Böyle giderse batılı tâcirler yakında bize tâze gevrek çıtır simit satmaya başlayacaklar. Sahil illerimizdeki kimi kasabalara yerleşen yabancıların sayısı kendi insanımızın sayısını geçdi. Belediyeler, su faturasını artık yabancı dillerde hazırlıyor.
Cephelerde süngü süngüye, cana can, dişe diş cenk etdiğimiz İngilizler ile bugün can ciğer kuzu sarması olmanın sebebi nedir? Batı devletlerinin doğuya bakışında dünden bugüne neler değişdi ki şimdi savaşmayı bırakdık sevişmeye yelteniyoruz? Sevişmesine şu fakir de sevişmek ister de? Bugünlerde kendini bilmez devlet adamlarının batı ile sevişmesinde kim gelinlik yapıyor? Ya peki güvey kim acap? Kim, kimin şeyiyle gerdeğe giriyor agalar?
100 sene önce bebesinden dedesine her yaşdan en azından 1.500.000 şehit verdiğimiz millî dâvâmızdan niye çark etdik? 60’lı senelerde uyuşdurucu komasına girip savaşma seviş diyen götü boklu, başı bitli hippi züppelerden ne farkı var bugünkü kimi sünepe devlet adamlarının?
Sen,
Kimin evinde
Kimin yatağında
Kim ile sevişiyorsun bre ahmak?..
Ne demişdi Millî Şâirimiz Âkif Mehmed?
Ders almasını bilmeyenler
Tarihini tekrar yaşar!
Duymadın mı?..
Tarihden ders almamak ahmaklıkdır,
Bilmiyor musun?..
Daha şunun şurasında 11 sene evvel
Askerinden siyâsetcisine kadar kimi ahmak devlet adamları
Kelle hırsızı Avustralya’nın Türkiye’nin kucağına itelediği bir kurukafayı
Sanki DNA’sını tetkik etmiş
Ve dahi
Sanki dedeleri olduğunu keşfetmişler gibi
Alıp getirip Çanakkale şehitliğine devlet töreni ile defnetdiler.
Törende konuşan 2\'nci Kolordu Komutanlığı Kurmay Başkanı Kurmay Albay Ata Nuroğlu şöyle dedi;
‘‘Onu diğer şehit arkadaşlarıyla buluşturduk’’
Bre ahmak!
“O” dediğin kurukafa kimdir?
Senin deden mi yoksa?..
Kurukafanın alnında mı yazıyor?
O’nun Türk şehidine ait bir kurukafa olduğunu nereden, nasıl bildin?..
Şimdi de çıkmış bir İngiliz süt bebesi ortaya
Tereciye maydanoz satar gibi
Türk’e Türk Bayrağı satmaya tevessül ediyor...
Kelle avcısıdır bu insanlar!
Üsdelik oyunları da bitmez...
Evet, garbın tek dişi kalmış canavarı, hiç utanmadan bunu diyebilir.
Sünepe, kutursuz, ahmak, tarih şuurundan mahrum; soysuz, sopsuz, meşrepsiz devlet adamları sâyesinde
Türkiye’ye ilk zokayı yutdurdular nasıl olsa!..
Öyle mi?..
Ölülerini fırında cayır cayır yakmayı marifet belleyen
Nebbaş İngiliz ve Avustralya’lılar
Kemik alıp vermeye çok müştehi iseler şâyet;
Memleketimizi işgal etmeye ve sömürmeye gelen bu milletlerin kendi askerlerine ait olan 250.000 kelle var burada.
Yolu biliyorlar nasıl olsa!... Çeyrek milyon Tomi’yi gömdüğümüz yer...
Gelsinler Çanakkale’ye...
Yüklemesi bizden!
Alıp götürsünler hepsini kendi topraklarına...
Bayrak devir-teslim etmek kepâzeliğine gelince...
Tarihî bir rezâlete ve kepâze bir dâvete imzâ atan Necdet Beyimiz
Şam vilâyetimizi istilâ eden İngilizin torununu kelalâka nevinden Çanakkale’ye dâvet etdi!
Fakat biz o İngilizleri ATATÜRK’ün şehirine çağırıyoruz!
Buyursunlar, gelsinler Ankara’ya...
İtfaiye Meydanındaki bit pazarında beş dânesi bir liraya...
Bizim Pazartesi kibarı kılıklı büyükelçilerimiz ve emireri asker ataşelerimizin yüreği yetmez bunu yapmaya...
İstedikleri kadar satın alıp o bayraklardan o İngilizlere hediye etmesi de Eski Tüfek’den...
Yemişler, içmişler... Ödemişler hesâbı çil çil İngiliz poundlarıyla... Haydi, diyelim herkes kendi kesesinden yedi içdi. Peki, kibar kibar sırıtıp resimciye şirin şirin pozlar vermek de ne oluyor agalar? Kim, hangi utkuyu kutluyor? Türk insanının hicap duyacağı bir konuyu tam bir batı yüzsüzlüğü edâsıyla iftihar edilecek soysuz bir kutlama töreni hâline çevirmişler. Bokunda gırmızı boncuk bulmuş haylaz çocuk hâlet-i ruhu içinde hepsi de cezbeye tutulmuş! Devletimizi temsil eden bu zevât keyifle zıkkımlanırken yabancı gazeteler Türk Bayrağının devir-teslimi konusunda çarşaf çarşaf haberi bütün dünyaya birinci sayfadan fâş eyledi...
Bütün bu kepâzelikler yetmezmiş gibi Haileybury Lisesinin örütbağ sayfasında neşretdikleri haberde şöyle diyor İngilizler; “Birinci Dünya Savaşının yüzüncü yıl dönümünü okulumuzda yapacağımız tören ile kutlayacağız. Osmanlı Bayrağını bu anma töreninde teşhir etdikden sonra Türkiye’ye iade edeceğiz.” Al sana bir kaya, nerene isdersen orana daya! Türkiye’nin düşürüldüğü şu duruma bakar mısınız? Okulda yapdıkları törende ne dedi İngilizler bütün dünyaya?.. Böylesi zelil bir durumdan bir Türk olarak ben hicâp ediyorum. Türkiye’yi temsil eden bu zevât niye böyle sırıtıyor?
Necdet Beyimiz
Eline sahte bir hıyar alıp sokağa fırlayan Jack isimli onyedilik İngiliz bebesine
Tuzluk koşduran şaşkın garson durumuna düşürülmüş!
Karargahı bu konuda Necdet Beye kötü bir oyun oynamış!
Sevinmiyorum böyle olmasına. Bilakis, dayanılmaz bir elem içindeyim. Yüreğim sızlıyor inceden inceye...
Ben de bu ocağın emekli bir Er’iyim nihâyetinde.
Şanlı Türk Ordusunun başkomutanı böyle zelil bir duruma düşmemeliydi.
Hele hele
Yüce Türk Devleti
Sömürgen İngilizlerin nezdinde bayrağına sahip çıkamayan bir ülke durumuna düşürülmüş olmasının acısını ise
Târif etmenin imkânı yok!
Ya Kalp İse?
Benim hazmedemediğim bu hususlar bir yana burada daha da içler acısı bir durum var. Haberde gösterilen Osmanlı Bayrağına dikkatli bakanlar mutlaka fark etmişdir. Bu bayrak, 1918 senesindeki bayraklarımıza pek benzemiyor. İngiliz devlet adamları dünya siyâsetinin en kurnaz, en acımasız, en azılı insanlarıdır. Şeytanın bile aklına gelmeyenler bir bizim kimi subaylarımızın aklına gelir, bir de bu kibirli İngilizlerin... Dost, dostluk, hak, hukuk deyince sâdece kendi mamaları aklına gelir bu milletin. “İngilizlerin daimî dosdu yokdur, sâdece daimî menfaati vardır” diyen Lord PALMERSTON bu milletin adamıdır. Bu zinniyetin bir mahsûlu olarak da bir tek İngilizi yaşatmak için dünyadaki insanların hepsini hiç tereddüt etmeden öldürebilirler. Hem de en vahşi yöntemlerle... Adanın asıl sahibi olan İskoçlar, has, temiz insanlardır, biliyorum. Fakat Almanya’nın Anglo bölgesinden kaçıp bu adayı istilâ eden İngilizlerin gidip karışdırmadığı bir tek memleket, sömürmediği bir tek kıta, fitne fesat ekmedikleri bir avuç toprak parçası yokdur yeryüzünde. Ellerinde hâlâ dünyanın bütün memleketlerinden insanların kanı vardır, ahı vardır. Tuzak, tertip, oyun kurmakda pek mahirdirler. Bu cümleden olmak üzere habere malzeme edilen bayrak hususunda da bir tertip, bir tuzak var gibi geliyor bana. Şâyet iltifat buyurursanız kuşkularımı şöyle ictimâ eyleyeyim kendileyin;
Nasıl mı?
İşde şöyle!..
Onbinlerce kilometre uzakdan ummanlar aşarak geldiler memleketimize. Besmele çekdik önce. Akabinde, Çalap’ın “Kûn!” demesiyle öyle bir Osmanlı tokadı indirdik ki galın esnelerine... Tokadımızın sesi bütün dünyayı mahrekinden oynatdı. Gıçlarına baka baka çekip gitdiler yurdumuzdan. Fakat tatdıkları millet boyu hezimeti böyle arsızca ganimete ve yüzsüzce utkuya tavhil etmek ancak tek dişi kalmış garblıya mahsus bir hasletdir. Gıçlarındaki acı bitmemiş olmalıki bakınız bu insanlar neler yapmışlar...
AVUSTRALYA'da, Çanakkale Savaşları sırasında yaralı Anzak askerini kucağına alıp siperine götürecek kadar mürüvvetli davranan şehitlerimizin kemiklerini sızlatacak bir heykel yapıldığı ortaya çıktı.
Avustralya Savaş Anıtı koleksiyonunda yer alan 'Tahliye' adındaki heykelde; bir Anzak askeri, Gelibolu Yarımadası'nda kırık silah arabasına yaslanıyor ve Türk bayrağını ayakları altına alıyor. Yanında da Türk askerine ait bir kafatası duruyor. Heykel, düşmanın öldürüldüğünü ve toprakların işgal edildiğini simgeliyor.
Çanakkale Deniz Zaferi'nin 99uncu yıldönümü ve Şehitleri Anma Günü törenlerine hazırlanılırken Anzaklar'ın 89 yıllık bir ayıbı ortaya çıktı. Avustralya'nın başkenti Canberra şehrinde bulunan Avustralya Savaş Anıtı Müzesi koleksiyonunda yer alan 'Tahliye' adındaki heykelin, müzeye ait web sitesinde de fotoğraf ve bilgileri yer aldı. Web sitesindeki bilgilere göre Wallace Anderson tarafından 1925 yılında kilden yapılan, 1926 yılında alçıya dökülen ve 1927'de Melbourne'de bronz döküm olarak yenilenen heykel, Avustralya Savaş Anıtı'nca satın alınarak koleksiyona dahil edildi. Web sitesinde yer alan İngilizce bilgilere göre 82 cm. yüksekliğindeki heykelde, bir Anzak askeri bir silah arabasına yaslanıyor ve ayakları altına aldığı Türk bayrağı bulunuyor. Bayrağın yanında ise Türk askerine ait olduğu imâ edilen bir kafatası duruyor. Heykelde, Anzak askerinin yaslandığı silah arabası, savaşı ve Gelibolu'daki yıkımı temsil ediyor. Askerin ayaklarının altına aldığı Türk bayrağı ve kafatası ise işgal edilen toprağı ve öldürülen Türk askerini simgeliyor.
.............. Bu Haber De Diyânet İşleri Başkanlığından .............
Devletimizin iki önemli teşkilâtı olan Genelkurmay Başkanlığımız ve Dışişleri Bakanlığımız,
Meçhûl bir kuru kafatası kemiğine şehit muamelesi yapmış!
Ve dahi
Askerî tören tertipleyip
Çanakkale’deki, şehitliğe defnetmişler...
Bizim payımıza da
Bu şehit meselesine dinimiz ne diyor diye şöyle bir suâl sormak düşdü!
İşde, sual,
İşde, cevâbı...
Din İşleri Yüksek Kurulu ne demiş?
Yorum, size ait!..
İngiliz askerinin Şam Vilâyetini işgal etmesinin ertesi günü,
Avustralya askerinin 2 Ekim 1918 tarihinde gene Şam’da ele geçirdiği ve bugün Avustralya Savaş Müzesinde teşhir etdiği 46 ncı Alay Sancağımız bakınız bugün nasıl görünüyor.
Sizin de yukarıda gördüğünüz üzere Sancağımızın her iki yüzünde de hasret ile geçip giden 96 senenin acı ve teessür dolu derin izleri var. Has ipek kumaş üzerine altın simli ibrişim iplik ile hazırlanan, çok sağlam ve dayanıklı olan bu sancağımız uygun yerde muhafaza edilmesine rağmen 96 senenin yorgunluğunu gizleyemiyor. Altın kafese hapsedilmiş bülbül gibi vatan hasretiyle feryâd-ı figân ediyor âdetâ...
Şimdi de İngilizlerin aynı tarihde Şam’da ele geçirdiğini iddia etdiği Türk Bayrağının bügünkü görünüşüne bakalım hele.
Londra Büyükelçimiz Sayın Ünal ÇEVİKÖZ’e teslim edilen aşağıdaki bayrak, 96 senelik bir bayrağa benziyor mu sizce?
Yukarıda, size göre soldaki resimin solundaki şahıs, Londra Büyükelçimiz Sayın Ünal ÇEVİKÖZ. O’nun yanındaki de İngiliz Piyâde Astsubay Edgar TURNER’in oğlunun torunu, Haileybury Lisesi öğrencisi Jack TURNER. Sağdaki resimin en sağında duran kişi, Okul Müdürü Mr. Joe DAVIS. O’nun sağında duran subayımız da Londra Askerî Ataşe’mizin kendisi. Hepsinin yüzünde gonce güller açmış güneşli bir Londra gününde. İngilizleri anlıyorum da... Bizimkiler niye pişmiş kelle gibi sırıtıyor orada acap? İşde buna bir mânâ veremiyorum. Hakikâten tuhaf ve acaip bir vaziyet...
Yeri gelmişken bir noktaya temâs edeyim müsaadenizle. Okuduğum haberlerin hiçbirinde Askerî Ataşe olan bu subayımızın adını yazmamışlar. Sen, Genelkurmay Başkanlığını ve Türkiye Cumhuriyetini temsil etsin diye bir subayını İngiltere’ye gönderiyorsun. Ve kendi sayfanda neşretdiğin haberde bu subayın adını dahi yazmaya tenezzül etmiyorsun. Bu ayıba sebep olanları da buradan takbih ediyorum. Hepinize yazıklar olsun!..
Gözdür, elbetde yanılabilir... Bu fakir de öyle telâkki etdi. Ve 17’lik İngiliz bebesi Jack’ın elinden bayrağımızı teslim alan Dışişleri Bakanımızın ve dahi Genelkurmay Başkanımızın kapısına kadar gitdi. Daha doğrusu kendisi gitmedi. Dilekcesini yolladı. Dışişleri Bakanımızdan hâlâ cevâb bekliyorum.
Genelkurmay cenâhına gelince... Necdet Bey ile Millî Müdâfaa Caddesindeki karargahında gizlice buluşmamızda ise aramızda şöyle bir muhavere cerâyan eyledi. Aşağıdaki pencerede, Necdet Beye gönderdiğim dilekce suretini görüyorsunuz.
İstidâmız, önce Gönderen Kurumlar ile Alan Kurumlar arasında şöyle bir fasıl ziyâreti yapdı.
Pulsuz gönderdiğim arzuhâlimiz, birinci günün sonunda Necdet Beyimizin eline ulaşdı çok şükür. Fazla uzak değil evlerimiz arasındaki mesâfe. Bir cığara içiminden bir hayli daha kısa... Umdum ki tek satırlık bir cevâp kötelesin bu tarafa. Mutâd olduğu üzere göndermedi Necdet Bey. Çünkü bu suâlimizin cevâbını bilmiyormuş kendileri. Demek ki Necdet Beyimiz esir bayrak konusunu tetkik etmeden İngiliz Jack TURNER’i Çanakkale’ye dâvet eden mektubun altına imzâ atmış. “Tarihde böyle bir hâdise var mı? Arşivimizde esir alınan Bayrağımız hakkında bir kayıt var mı?” demeyi akıl edememiş. Fakat sağolsun, bulmamıza ziyâdesiyle yardım etdiler. Bilmemek değil fakat öğrenmemek ayıp diye düşünmüş olmalı kendileri. Bu saik ile olsa gerek yukarıda temâşâ etdiğiniz üzere ATASE Daire Başkanlığına havâle eyledi dilekcemizi.
Bilenler bilir de... Biz, yenilere anlatalım. ATASE; Askerî Tarih ve Stratejik Etüd (ATASE) Başkanlığı, Genelkurmay Başkanlığına bağlı askerî bir kurumdur. Başkanı da Korgeneral rütbesinde bir subaydır. ATASE, Türk Ordusu’nun ve T.C. Devletinin en önemli arşivinden sorumlu olan devlet dairesidir. Bu dairenin bilmediğini, Türkiye’de kolay kolay kimse bilemez. Burada olmayan belgeyi de başka yerde bulmak pek mümkün değildir. İşde bu kıymetli dairemizden benim e-posda adresime şöyle bir cevâp geldi üç vakit evvel. Aynen yapışdırdım aşağıya.
Posta kutumu açıp da böyle bir cevâb ile karşılaşınca doğrusu şaşakaldım. Posta uzantısı tsk.tr. olan bu cevâbın imzâ satırında ne isim var, ne unvan ne de daire adı var. Sanki meçhul bir mektub gibi geldi bana.
Merâkımı gidermek için, EARSLAN isimli şahısa şöyle bir mektup gönderdim hemen.
EARSLAN isimli kişinin, yukarıda açıkladığım ATASE Dairesinde görevli bir tarihci olduğunu tahmin ediyorum. Askerî intranet devresinden ve kendi hesabından gönderdiği bu cevâbın aslında bir resmiyeti mutlaka var. Bana gönderdiği cevâba ismini yazmayan bu meçhul tarihcimizin kendi irâdesiyle böyle bir cevâp göndermesi mümkün değil. Çünkü intranet üzerinden yazışmak için ancak belli makâmlardaki memurlara yetki ve izin verilir. Bana böyle bir cevâp gönderebildiğine göre demek ki EARSLAN isimli ATASE görevlisi memurumuz yetkili makâmda görevli bir kişi. Bu sebeplerden dolayı Sayın EARSLAN’ın bana gönderdiği ve yukarıda gördüğünüz bu cevabı; ATASE’nin ve dahi dolayısıyla Genelkurmay Başkanlığımızın resmî bir cevâbı olarak kabul ediyorum.
Bütün bunlar bir yana, EARSLAN isimli tarihcimizin bana gönderdiği cevabın tefsiri şöyle oluyor can yiğitler; “İngiliz askerlerinin Şam Vilâyetini işgali esnâsında ele geçirdiğini iddia etdiği Osmanlı Bayrağı hakkında ATASE arşivlerinde herhangi bir kayıt, belge, bilgi yokdur.”
Bana gönderdiği cevâbda bahsetdiği Kânun’un 7nci maddesi öyle diyor çünkü.
Sayın EARSLAN’ın bize gönderdiği evrağın bir resmiyeti olduğuna göre bu cevâbdan şu neticeye varabiliriz;
Olamaz mı?
İngiliz’dir bu...
Yapar mı?
Şeksiz, şüphesiz yapar!..
İngiliz’in çaşıt okulu talebesi olan 17’lik Jack bebesinin ayağına kadar gidip
O bayrağı teslim aldığınız anda
Kış görmüş yılan ile gerdeğe girdiniz!
Ve dahi
O bayrağın, hakikî Osmanlı Bayrağı olduğunu isbatlamakla mükellef oldunuz.
Haydi, çıkın ortaya!..
Ya da deyin ki Eski Tüfek’e
Bunların hepsi aşırı abartılı ihtimâller!
Ben, yanılıyorsam sâdece bir vatandaş kaybeder...
Aguları ben içeyim, bal sizin olsun da!..
Ya bizim iddiamız muhik ise?..
İşde o zaman kıyâmet kopacak demekdir.
Saatli bomba tik-tak, tik-tak ediyor!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
Yukarıdaki resimde
Konuşma baloncuğunun içinde gördüğünüz o selâmlaşma sözü, gerçek değil!
Şimdilik sâdece bir şakadan ibâret!
Sizler kolayca okuyasınız diye
Şu anda açdığınız bu sayfaları makyajlayan
Sitemizin İdârecisi Semih KOÇ
Lâtife etmek gâyesiyle eklemiş oraya!..
Fakat
Önümüzdeki dönemlerde
Resimin size göre sol tarafındaki er kişinin
Teftiş etdiği askerleri “Merhabâ, Memur!” diye selâmladığını duyarsanız
Sakın şaşırmayın!
Niçin şaşırmayalım diyorsanız şâyet
Eski Tüfek bu sualinizden kendisine vazife çıkartır
Ve sebebini
Telgrafın tellerine havâle edip
Küçüklerine bol bol sevgi
Ve dahi
Öğür ve büyüklerine de hörmetlerini ilâve etdikden sonra
Size göndermeyi kendisine görev bilir.
Ordumuzun tepesine tünemiş iki Orgeneral karnından fısladı; üfürdü, geçdi.
Boyalı basın; yazdı, çizdi, çığırdı, geçdi.
Emekli askerlerimiz umursamadı; göz süzdü, burun kıvırdı, dudak bükdü geçdi.
TEMAD, TAS-SEN ve TESUD sâdece bakdı; anlamadı, susdu, geçdi...
Muvazzaf cenâh derseniz; tayin, terfi, telâş, teftiş, takdim, tâlim, tatbikât, tâciz, tekme, tokat... Olmuş ekserisi dilsiz uşak!..
Fakat
Eski Tüfek
Terbiyeli üç maymunu âzad etdi; gözündeki perdeyi kaldırdı, ağzındaki bağı çözdü, kulağındaki tıpayı çıkartdı...
Kalem, kağıt, mürekkep, mum, vakit
Ve dahi uykuya hasret gözlerine
Ucu gırmızı mumla mühürlü bir seferberlik fermânı yollayıp
Hepsini görev başına celp eyledi...
Kimi gomutanlarımızı
Merhabâ, Asker! nidâsından
Merhabâ, Memur! seslenişine götüren yılankavi kıvırmaların
Esbâb-ı mucibesine muttali olmak isteyen can dostlarımıza
Anlatalım!
Buyurun...
T.B.M.M.’nin kabul etdiği bir kânun var.
Biraz mürekkep yalamış herkes bilir.
Devlet memurlarının hizmet şartları, nitelikleri, özlük işleri ve saire hukûkî esaslarını tanzim eden
657 sayılı Devlet Memurları Kânun’u.
Aşağıda gördüğünüz işbu kânunun birinci maddesi
Tâ 1965 senesinden beri şöyle avâz ediyor;
“Subay ve Astsubaylar, memur değildir!”...
Siyâsi cenâhın askere bakış açısı yukarıda gördüğünüz minvâl üzere. Bunu böyle bilelim.
Peki
Asker cenâhında vaziyet nedir?
Bugün itibârıyla
Türk Ordusunda görev yapan takribî 650.000 asker hangi kânunlara tâbi?
Görevlerini hangi kânunlara göre ifâ ediyor dersiniz?
Buyurun, birlikde sayalım;
Asker dediğimiz şahısların tâbi oldukları kânunlar yukarıda gördükleriniz ile mahdûd değil elbetde. Daha onlarcası var.
Biz, konumuz ile alâkalı olan sâdece temel kânunları yazdık buraya.
* * *
Yarım asır önce meriyyete konulan
Ve bugün dahi hâlâ meriyyetde olan işbu kânunlardan gözlerimizi
Bugünlere çevirelim.
Taraf gazetesindeki “derin düşünce” isimli köşesinde
2008 senesinin
Ortagüz ayının dokuzuncu gününde neşretdiği makâlesinde
Rasim Ozan isimli tufeylî
Kendince bir takım cılk bahâneler yumurtaladıkdan sonra
“... Askere gitmeyeceğim! Bu devlete itaat etmeyeceğim!” dedi. (¹)
Tarih, 2010 senesinin dördüncü ayı.
Adı mühim değil,
Günlerden, herhangi bir gün.
Başı gıçı ne tarafa oynadığı belli olmayan Rasim Ozan sıfatlı
Ve
Gazeteci kisveli bu mamacı
İktidar fırkasının çanağından yağlı bir kemik daha aparmak umuduyla
Yal yediği gazeteye çıkıp
Hasbiden ürdü.
Gıçından salyalar saçarak konuşan asker kaçağı bu mamacı gazeteci
Genelkurmay Başkanımız Orgeneral İlker BAŞBUĞ’a
“Sen, devlet memurusun!” dedi. (²)
Fakat
Bu tuzak iftiranın tehlikesini hemen fark eden Orgeneral BAŞBUĞ
Memur sıfatını şiddetle reddetdi...
Sebebini açıkladık!
Asker, niye memur olamaz?
Ya da
Daha doğru bir ifâde ile
Memur, niçin asker olamaz diye!..
Devlet memurluğunu hakir gördüğümüz zehâbına kapılan muhteremler varsa şâyet
Önce
Hemen şu iki satır yukarıdaki cümlemize ilişdirdiğimiz makâlemizi okusunlar
Sonra
Fikirlerini serdetsinler...
Makâlemizin ilk sayfalarında gördüğünüz 657 sayılı Devlet Memurları Kânun’unun
Birinci maddesini delil gösteren Sayın BAŞBUĞ
“Ben, memur değilim! Ben, Türk Milletinin emrinde bir askerim!” dedi.
Sonra da
Memur sıfatını kendisi için “tahkir ve tezyif” telâkki edip
Bu çanak yalayıcı mahlûk hakkında peş peşe tam on dört dava birden açdı.
Diplomat nâmıyla maruf Genelkurmay Başkanımız Orgeneral BAŞBUĞ’un bu şerefli duruşu
Ve dahi
Askerce davranışı ortada dururken
Sınıf arkadaşı
Ve
Silah arkadaşlarını haksız yere hapse atan vatan haini siyâsetci güruhuna tavır koymak için
Makâm ve ikbâl uğruna “memur” olmayı şiddetle reddedip
Genelkurmay Başkanlığı makâmından feragât eden
Orgeneral Erdal CEYLANOĞLU’nun vücudunun üsdüne basarak
Zilli zembille gökden yere indirilen
Ve dahi
Aynı goltuğa gıçını goyan Sucukcu Necdet Bey
Görevinde daha iki seneyi bile ikmâl etmeden
Zihniyet dumuruna düçâr olup
Sayın BAŞBUĞ’un tükürdüğünü yaladı...
Harbiyeye girdiği günden beri
Tam 49 senedir zihin tahtasında yazılı duran “asker” sıfatını
İki elinin on parmağıyla birden siliveren Necdet Bey
“Hayır! Ben, asker değilim!
Ben, devlet memuruyum!” diye fâş eyleyiverdi...
Zihin tahtası orası
Yaz, boz, sil!..
Sil, boz, gene yaz...
Keçe silgi, ak tebeşir, kara tahta yokdur orada nasılsa...
Öyle mi?..
* * *
Deli olduğuna inandırmak için
Sıradan bir adama dahi en az kırk kere deli demek icap eder.
Fakat
Belden kırma fırıldak Rasim’in sâdece bir kerecik “Devlet memurusunuz!” demesiyle
Kendinden pilli Başkanımız Necdet Bey
Şûh bir rakkâse gibi kıvırdı
Ve kendisinin “Devlet memuru” olduğuna inanıverdi...
Peki
Senin emrindeki bir asker,
Senin bu sözünü ciddiye alsa
Ve
Silâhını elinden,
Palaskasını, kütüklüğünü belinden,
Nöbetci kolluğunu kolundan çıkartıp sana verse
Ve dahi
“Mâdem ki sen memursun! Öyleyse ben de memurum! Mesaim bitdi, al şunları, ben eve gidiyorum!” dese?..
Der mi?
Der!..
Verecek cevâbınız var mı muhteremler?
İmam osdurursa
Cemaat ...
* * *
Başkomutan ATATÜRK,
Harb meydanlarında sırtını yasladığı silah arkadaşlarını yanına alıp
Göğsünü gere gere askerlerini selâmlarken
O yeşil gözleri
İftihar, kıvanç ve şefkâtle çakmak çakmak parıldar
Ve
Gözümüzün bebeği Mehmetciklerimize
“Merhabâ, Asker!” der idi.
Çok değil, şunun şurasında,
Başkomutan’ın bu sözleri tarihe yazmasının üzerinden bir asır geçdi, geçmedi...
Askerin
Devlet memuru olmadığı en az yedibin seneden beridir pişmiş çebiş kellesi gibi orta yerde sırıtıp dururken
T.C. Ordusunun tepesinde oturan bu eyyâmcı Bey, Efendi ve Aga tayfası
Yirmibirinci asırın ikinci on senesinde hemencecik irşâd oldular
Ve
Aynı makâmdan şakıyan besleme bağ bülbülleri misâli
“Bizler; asker değiliz, memuruz!” dediler.
Ağızlarından yumurtaladıkları bu cılk kelâm ile
Yedi bin senelik asker,
Yumurtadan cücük çıkartır gibi
Bir günde
Oluverdi Devlet memuru...
Omuzunda dört yıldızlı apolet ile ortalıkda dolaşan bu Bey, Efendi, Aga takımı
En az üç bin senelik şanlı bir tarihin sancağını dalgalandıran Türk Ordusunun komutanı olduklarını unutup
Son birkaç seneden beridir dünya kamuyou önünde
“Ekmek, musaf çarpsın ki bizler asker değiliz, memuruz!” diye gıçlarını yırtıyorlar...
Pekiyi
ATATÜRK,
Tâ 1926 senesinde
T.C. Devletinin Cumhurbaşkanı sıfatıyla
Kendini memur zanneden siz Orgenerallere
Şöyle emretdi;
“Ben, ordu ile küçük rütbelerden beri içten temâsı olan bir askerim!”
ATATÜRK’ün bu emrinden
Haberiniz var mı sayın Beyler, Efendiler, Agalar?..
Şanlı Türk Ordusu’nun tepesini işğal eden siz Orgenerallerin bugün yapdığı bu kıvırganlığı görse idi şâyet
Başkomutan ATATÜRK
Hepinizin yüzüne tükürmez miydi?
* * *
Genelkurmay Başkanı, İkinci Başkan ve Kuvvet Komutanı ağız birliği ederek diyorlar ki “Bizler, Devlet memuruyuz!”.
Peki
Mevzuatımız ne diyor devlet memurları hakkında?
İşde Kânun;
Asker kıyâfeti giyerek “Devlet memuruyum!” diye basının karşısına çıkan siz eyyâm agaları
Yellenerek abdest bozar gibi suskunluğunuzu bozuyorsunuz
Ve dahi
Çok konuşulacak açıklamalar yapıyorsunuz da...
Söyleyin bakalım;
Mâdem ki devlet memurusunuz, konuşmak için Millî Savunma Bakanı’ndan izin aldınız mı?
İsmet Bey’den izin almadıysanız şâyet
Siz devlet memurları
Yukarıdaki Kânun maddesini ihlâl etdiniz... Suç işlediniz!
Devlet memuru olduğunu söyleyen Necdet Bey, Yaşar Efendi, ve dahi Hulusi Aga
Devlet Memurları Kânun’u madde 15 hilâfına davrandılar.
Vicdanlı bir Cumhuriyet Savcısı varsa bu memleketde şâyet
Buradan suç ihbâr ediyorum. Hemen idârî soruşdurma başlatsınlar.
Gelelim meselenin ikinci vechesine
Herhâlde biliyorsunuzdur
Genelkurmay Başkanı, hiçbir Bakana bağlı değil. Doğrudan Başbakana bağlı.
İşde Kânun. Hem de Kânunların Ana’sı.
Şimdi de Anayasa’ya sırtınızı dayayıp
“Genelkurmay Başkanı, Başbakana bağlıdır. Bak, işde Anakânun!
Basına demeç vermek için Bakan’dan izin almak zorunda değildir” diyorsanız şâyet
Hangi sebeple “Bizler, asker değiliz: Hepimiz devlet memuruyuz!” diye yırtınıyorsunuz agalar?..
* * *
Daha ötesi yok!
Mareşâl olacak çapda değil üçü de...
Bir subay için
Orgenerallik en yüksek rütbe,
Kuvvet Komutanlığı, İkinci Başkanlık, Genelkurmay Başkanlığı en yüksek makâm...
Kurt, kocayınca köpeğin maskarası olur! der ebemdedem.
Bizim memur kılıklı Orgenerallerimiz Necdet Bey, Yaşar Efendi ve dahi Hulusi Aga,
Ağızlarından yumurtaladıkları densiz, seviyesiz, ucuz ve hoyrat sözleriyle
Mesleklerinin şâhikasında milletin maskarası oldular!..
Asubay hak arama mücâdelesine tâze bir nefes vermek üzere
Çıkdığımız dönülmez yolculukda
Yazdığımız ilk makâlemizin ismi “Adam Arıyorum, Adam!” idi.
emekliassubaylar.org mecrâsında 10 Temmuz 2012 senesinde neşretmişiz.
Ve dahi
Şu nidâ ile son noktayı koymuşuz makâlemize; “Elimde kandil, gözümde umut; gün ışığında adam arıyorum, adam!”
Yukarıdaki sözünde Emekli Korgeneral Engin ALAN da bizim dediğimizi haykırıyor. Adam mısınız? diye soruyor!
Demek ki o makâmlarda henüz adam yok!
Yazık!..
Şanlı Türk Ordusu adına hicâb edilecek, hakikâten çok elem verici bir vaziyet...
Subay yetişdirmek için seçdiğimiz çocuklarımızın sâdece akıllı olması yeterli değil demek ki!..
Aynı zamanda
Haysiyetli, izzet-i nefsi yüksek, faziletli, vefâ duygusu gelişmiş, mâneviyyâtı sağlam olması gerekiyormuş meğerse...
Askerlik tarihimizin hiçbir döneminde Genelkurmay Başkanı
Kendi sınıf arkadaşları, subayları, asubayları, komutanları tarafından bu kadar tenkit edilmedi...
Sözünün Er’i olması beklenen Orgeneral Necdet ÖZEL’i
Tarih,
Kendi sözünün maskarası olan
Ve dahi
Devlet memuru Necdet Bey olarak tahattur edecek ebediyyen...
* * *
Genelkurmay Başkanlığı makâmındaki minderi kendinden yaylı goltuğunda oturan Necdet Bey
T.B.M.M.’nin emrine karşı geliyor
Ve dahi diyor ki
“Ben; asker değilim, devlet memuruyum!”
Devletin kânunları
“Askerler, özel kânunları hükümlerine tabidir” deyip dururken
Bu Bey, Efendi ve Aga takımının
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kânunlarına ayak direyip
“Hayır! Biz; asker değiliz, devlet memuruyuz! (²)" demekde ısrar etmesini askerlik, haysiyet, gomutanlık, akıl
Ve dahi
Devlet adamlığı ile izah etmenin imkânı yok.
Ömrü boyunca silah arkadaşım dediği askerlere
Kafasına çölmekden saksı düşmüş adam gibi
Durduk yerde memur demek sağlıklı bir ruh hâline işâret etmiyor.
Yalan, dolan, hile, hurda. Farketmez!
İçtimaiyyât kâidesidir.
İnsanlar, ilk duyduğuna inanır. İnandığından da vazgeçirmek kolay değildir.
En az yedi bin seneden beri yüzlerce devlet teşekkül edip askerlik tarihine altın mühürünü vuran
Ve dahi
Dünyanın en büyük, en kuvvetli, en tertipli ve en muzaffer ordularını bağrında büyüten Yüce Türk Milleti
Askerin, Devlet memuru olduğunu da ilk defâ Necdet Bey - Hulusi Aga tayfasından işitdi 2013 senesinde...
Orgeneral rütbesinde iki densizin ağzından dökülen “Asker; Devlet memurudur!” zırvasını
Bakalım akıllı kaç Orgeneral dimağlardan silebilecek.
* * *
Şimdi,
Askerin, asker olduğunu
Devletin bunca kânunu bas bas bağırırken
Nasıl oluyor da Bey, Efendi, Aga taifesi çıkıp ortaya
“Valla billa biz hepimiz Devlet memuruyuz!” diye cıvık cıvık üfürüyorlar?
Bilmemeleri kâbil değil. Öyleyse dertleri nedir Orgeneral rütbesindeki bu subayların?
Acaba bunlardan bâzıları “çiğ yediler” de karnı mı ağrıyor?
Ateş olmayan yerde duman tütmez!
Bakınız, Nisan 2014 tarihinde zamânın Başbakanı R. Tayyip ERDOĞAN ne dedi?
“Genelkurmay Başkanı’nın kaseti var!”
Bildiğim kadarıyla Necdet Bey bu haberi tekzip etmedi. Ya da ben işitmedim.
Tekzip etdiyse şâyet göndersin bize. Sayın Ersen GÜRPINAR hayır demez herhâlde! Bu sayfaya ekleyelim.
Sayın ERDOĞAN’ın bu iddiasının doğru olup olmadığını en iyi Necdet Bey bilir.
Fakat bu iddia hakkında dâva açmadığına göre
Ya da
Hiç olmazsa en azından tekzip etmediğine göre
Acaba Necdet Bey zamânın bir yerlerinde “çiğ” mi yedi?
Necdet Beyin kaseti gerçekden var mı?
Bu kasetle yapılan şantajın neticesi olarak mı “Ben, memurum!” diye avâz avâz bağırıyor?
Yoksa
Birileri kasedi ortaya sürmek tehdidi karşısında Necdet Bey ile asker-memur takası mı etdi?
Kendine özgü;
Nasıl olur da
Garga guşunun bokunu bellediği gibi hep bir ağızdan “Bizler asker değil, memuruz!” diyebilir Allah’ım?
Her geminin sığınacak bir limanı,
Her guşun tüneyecek bir yuvası,
Ve dahi
Her memurun emir alacağı bir âmiri olsa gerekdir.
Orgeneral rütbeli siz askerler mâdem memursunuz da?
Size emir veren âmiriniz kim?..
Bu hakikâti bilenler bugün demeye cesâret edemese de
Tarih bunu bize bir gün elbetde söyleyecek.
* * *
Kaşarlanmış dört yıldızlı Generallerin bu rakkâse kıvırganlığını
İşin sahibi ruhiyatcılara bıralım tetkik, tahlil ve teşhis etsinler...
Biz gelelim kendi konumuza...
Tavırlı, tutarlı, haysiyetli ve kararlı olmak iyidir.
Üsdelik bu hasletlerin hepsi en çok da askerimize yakışır.
Bir fikir serdediyorsa adam şâyet
Diline dolayıp cümle âleme fâş eylediği bu fikrinin
Sefâsını sürer
Ya da
Ceremesini çeker.
Mâdem ki asker kisvesinin içinde ve Orgeneral rütbesindeyken devlet memurluğuna teşne oldular
Öyleyse bundan böyle memur gibi davranırlar herhâlde...
Teftiş etdikleri merâsim kıt’asını selâmlar iken komutanlarımız
Bugüne kadar “Merhabâ, Asker!” diyorlar idi.
Askerin memur olduğunu bu komutanlarımız kendi ağızlarından yumurtaladıklarına göre
Merâsim kıt’asını selâmlar iken
Bugünden kelli
Komutanlarımız askerlerine “Merhabâ, memur!” diyecekler.
* * *
Yumurta.... Afedersiniz,
Söz
Ağzından çıkar mı?
Çıkar!
Ve
Söz,
Adamı gölge gibi takip eder mi?
Sen
Karargahda, kışlada, arâzide, hudut boylarında, uçağın içinde, tankın üstünde, geminin güvertesinde
Askerin karşısına geçerek
Başını bu tarafa çevirip “Asker! Kendini rapor et!” diyorsan
“Burası ana kucağı değil, asker ocağıdır!” diyorsan
Sonra
Harâmî siyâsetci güruhuna şirin görünmek için
Bu kez de gıçını o tarafa gıvırıp
“Ben, devlet memuruyum!”
“Biz, askerler hep beraber devlet memuruyuz!” diyorsan
Senin aklından şüphe etmek hakkım vardır benim...
Sen
Kendinin Devlet memuru olduğuna inanıyorsan bu karar sâdece seni alâkadâr eder.
Huzurunda ağdalı bir temannâ çekip
Yerdeki halıyı öpecek raddeye kadar
Önünde başınızı aşağılara eğdiğiniz siyâsetci güruhunun
Kapıkulu memuru bile olabilirsiniz...
Fakat
Türk Devletinin size emânet etdiği vatan evlâdı askerler
Sizin gibi düşünmüyor!
O askerler,
Orgeneral İlker BAŞBUĞ’un dediği gibi
Türk Milletine hizmet eden Türk askerleridir.
O askerler
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün askerleridir.
Bu bir...
İkinci hususa gelince;
Omuzunda dört yıldız taşıyan bir Orgeneral
Akşam yatağa “asker” olarak girip de
Ertesi sabah aynı yatakda “devlet memuru” olarak uyanıyor ise şâyet
Kendini memur gibi hisseden bu çift cinsiyetli asker kılıklı memurlar
Ya da
Memur kılıklı askerler
Vatanı müdafaa etmek uğruna ölmek ve öldürmek için hazır bekleyen emrindeki askerlere
"Asker, sana ölmeyi emrediyorum!" diyebilir mi?
* * *
Mermisi bitdiği için siperini terk eden askerlerin
Conkbayırında önüne geçen Yarbay Mustafa Kemâl,
Tek dişi kalmış gevurun kurşun sağanağına sırtını yiğitce siper ederek
Çanakkale Harbi’nde
25 Nisan 1915 günü
Askerlerine neyi emretmişdi?
Tahattur edelim!
Bir an dahi tereddüt etmeden Başkomutanın emrine tevekkül ve şevk ile itaat eden askerler
Hemen süngüsünü takıp kibirli İngiliz Tomi’sinin üzerine atıldı!
Mehmetciğin süngüsünün ucunda kendi askerlerinin canhırâş feryâdını ve can cekişmesini
Dürbün ile gemiden seyreden cephe komutanı İngiliz Orgeneral Hamilton’un dudaklarından
Şu veciz sözler dökülüverdi, istemeyerek;
“Gebe dağlar, Türk doğurmaya devâm ediyor!”
Başkomutanın bir emriyle
Sel olup
Yıldırım olup
Şimşek olup
Ve dahi
Ecel olup düşman gevurunun üzerine hücum eden askerlerin hepsi
Şehit olacağını biliyordu.
Ve koca bir Alay’dan sağ kalan olmadı.
Bu Mehmetcikler, 57 inci Alay’ın askerleri idi...
Her komutan, taarruzu emredebilir.
Fakat
Gebe dağların doğurduğu Türk askerine
Ölmeyi emredebilmek için
O kişinin
ATATÜRK olması gerekir!..
* * *
Kuzeyde;
Söz dinlemez bir kısrak gibi hırçın, âsi ve gemalamaz
Fakat
Kale gibi sağlam Karadeniz’e sırtımızı yaslamışız yaslamasına da
Sâir üç cihetimizdeki komşumuz olan ülkelerin hiçbirisi hakkımızda iyi emeller beslemiyor.
Doğuda 4,
Batıda 2,
Güneyde 2 olmak üzere
Tam 8 ülkeyle kara hududumuz var.
Sekiz komşusu olup da
On sekiz, yirmi, otuz, kırk ...
Belki de
Elli sekiz düşmanı olan başka bir memleket yokdur şu dünyada!..
Şimdi
Ateş, burnumuzun dibinde...
Şu anda harbde değiliz fakat harbdeymişiz gibi sivilinden askerinden harp zaiyatı veriyoruz.
İnsanlarımız evinin içinde, çocuklarımız devlet okulunun bahçesinde serseri kurşunlara hedef oluyor.
ATATÜRK’ün tapulu tarlasının üsdüne kaçak olarak inşâ etdikleri
1.000 odalı kâşânelerde ikâmet eyleyip
Hükümeti idâre etdiğini zanneden siyâsetci güruhu
“Ey Esed, Ey Esed! Allah senin canını tez zamanda alsın inşallah!” ilenmeleri eşliğinde
Ucuz, ve âdi siyâsi laflar üfürürken
Ve
Şu cennet memleketimin hâl-i pür melâli bu minvâl üzereyken
Hulusi Aga diyor ki; “Her türlü harbe hazır olmalıyız!”
Peki,
Harbe hazır olalım, olmasına da
Hangi Cumhurbaşkanı ile?
Hangi Başbakan ile?
Millî Savunma Bakanını geçiniz... Hukukcuyum diyor; kitabı yok, adâleti yok! Kayıkcıyım diyor; küreği yok!..
Hangi Genelkurmay Başkanı ile ?
Ve dahi
Hudutda düşmana ilk mermiyi sıkması beklenen
Hangi Kara Kuvvetleri Komutanı ile?..
* * *
Tarih, 2014...
Askerinden siyâsetcisinden kutursuz devlet adamlarının
12 seneden beri icrâ etdikleri sığ, samimiyetsiz ve seviyesiz siyâsetin tabii neticesi olarak
Bugün artık ateş çemberinin ortasındayız!..
Sekiz devlet ile sınır komşusuyuz.
Fakat bugün elli sekiz ülkeyle düşman olduk.
Sıfır sorun hedefiyle yola çıkan Ahmet Davut’un Amerikan mahrecli stratejik derinlik üfürüzmaları yüzünden
Stratejik derinlikli bir kuyunun dibine düşdük!
Ve dahi
Sıfır komşuya geldik dayandık, hamd olsun!..
Şimdi
Gözler, ufukda! Hudutda düşman gözetliyor.
Mermi, namluya sürüldü! İşâret parmakları tetikde.
Asker, teyakkuzda! Emir bekliyor.
“Türk Ordusu’nun dünyanın sekizinci en büyük ordusu olduğunu kaydeden” Hulusi Agam,
Dünyanın en büyük ilk yedi ordusunun hepsinin
Memurlardan değil de
Askerlerden müteşekkil olduğunu biliyor mu acap?..
Orgeneral harbe yeşil ışık yakdı
Ve
Her türlü harbe hazır olmalıyız! diye emir buyurdu buyurmasına da
Harbe kiminle hazır olacaksın?
İkisini de misliyle vurun! diye talimat veriyorsun da
Düşmanı kim vuracak Hulusi Agam?
Sen mi vuracaksın?
Yoksa
Memur mu?
Sabah kışlaya gidiyorsun
Oradaki askerlerin karşısına çıkıp “Sizler, memursunuz!” diyorsun!
Akşam, gazetecileri çağırıyorsun ve
Sabah “memur” dediğin adamları göstererek “Askere talimat verdim!” diyorsun!
Bu hercâîliği bırak!
Asker misin?
Memur musun?
Allah aşkına söyle bana!
Sen nesin, Hulusi Agam?
* * *
Sayılı gündür, tez geçer!..
Dokuz otuz günü kaldı şunun şurasında...
Merhabâ, Memur! ismiyle münteşir işbu makâlemizin
emekliassubaylar.org mecrâsında neşredildiği Koç ayının şu son günlerinde
Ana rahmine düşen en kıvrak, en gürbüz, en kuvvetli, en akıllı ve en hızlı atmık
Âşık’ına bir an evvel kavuşmak isteği ile yanıp tutuşan Mâşuk gibi
Şevk, haz, heyacan, azim, tutku ve dayanılmaz arzuyla
Arkasına bakmadan var gücüyle daha derine doğru yüzüp
Orada kendisini bekleyen yumurtaya yapışarak yekvücud olup da
Ve dahi
O yumurta ile
Rahim ve Rahmân olan Allah’ın izniyle
Ve Allah’ın huzurunda nikâhlandıkdan sonra
Ana rahminin duvarına tutunmayı başaran döllenmiş o yumurta
Teşekkül ve tekemmül ederek
Ete kemiğe bürünüp de
Dokuz ay misâfir edildiği ana rahminden dışarı çıkarak
İlk nefeslerini almak için
Hekimin sevecen şamarını gıçına aşketdikden sonra
Dünyaya henüz gözlerini açmadan
İlk çığlıklarını atdıkları günlerde
Necdet Bey’in dört senelik saltanatı hitâm bulacak!
Ve föter şapkayı giyecek.
Başkanlık sırası sana geliyor...
Haa!..
Şimdiden hatırlatalım
Memur,
Sekiz-beş çalışır,
Fazla mesai nedir bilmez,
Akşam saat 5 oldu mu odasını terk edip evine gider.
Silah dayasan alnı çatının ortasına, durduramazsın!
Hattâ
Memur;
Ölmek nedir,
Öldürmek nedir, bilmez...
Değil senin emrinle ölmeyi, öldürmeyi
Sana selâm bile vermez!
Türk Milletinin şerefli bir askeri olan ATATÜRK
Asker gibi düşündü
Ve dahi
Asker gibi davrandı hep.
Sen,
Otel lobisindeki masanın etrafında otururken
Siviller ile birlikte işret eyleyip
Şen kahkahalar atabilirsin!(³)
Fakat
Sen,
Memur gibi düşünüp de
Eski Tüfek’in müseccel bir vecizidir;
“Aptallar, yanılarak öğrenir!”
Bu sözlerimi
Kulağına küpe et Hulusi Agam!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
5802 sayılı ve
1951 tarihli Astsubay Kânun’unun ışıltılı sularında
Sazan balığı arayan Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar ismiyle mâruf
5 tefrikalık makâlemizin hitâmına nihâyet vâsıl olduk!
Son ve beşincisi olan bu bölümümüze mürekkep üflemeden önce
Şâyet iltifat buyurursanız
İlk dört bölümde hangi konuları fâş eyledik, bir görelim can dostlarım!
Birinci bölümde;
İkinci bölümde;
Üçüncü bölümde;
Dördüncü bölümde;
Bu Kânun’u sabır ile un eyleyip kalburda eledik, eledik, eledik...
Ve
Turpun en irisini heybeye değil
Fakat
Şu anda kıraat etdiğiniz işbu bölüme sakladık!
Makâle külliyâtımızın sonuncusu ve beşincisi olan bu bölümde ise evvel Allah;
Bugün Astsubay unvanıyla bilinen asker kişilere yapılan haksızlıkları keşfetmekle bitiremedim. Bulduklarım elimde… Henüz bulamadılarım kim bilir nerede?..
Ben yazmaya çalışıyorum. Sizler de hayretle okuyup şaşırıyorsunuz.
Fakat Astsubaylara yapılan haksızlıklar silsilesinin
Bugüne kadar bulduklarımdan daha fazla olduğundan hiç şüphe etmiyorum.
Beşincisini okuduğunuz Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar tamgalı işbu tefrikamızda
Şu satırlara kadar okuduğunuz bilgileri sâdece bir bölümlük bir makâlede anlatırım sizlere diyerek başladım çalışmaya...
Okudukca çoğaldı,
Buldukca üredi,
Yazdıkca uzadı...
Beş, on, yirmi, otuz, kırk…
Bu bölümü bu kadar uzatmak istemezdim.
Lâkin bulduklarımı yazmazsam mesleğime haksızlık, meslekdaşlarıma da saygısızlık etmiş olurdum.
Meseleye bu saik ile temâs eden Eski Tüfek
Hasretle ol şeb gâh uyuyup gâhi uyanırken
Mebzul miktarda kuyruk yağı bulmuş gedâ kasab misâli
Mürekkebi üflemekde pek cömert davrandı sizin anlayacağınız…
Bu bölümü emekliassubaylar.org konağında
Sayın Semih KOÇ
Bakalım kaç sayfada iskân edecek.
Övüneceğimiz, sevineceğimiz bir şeyler bulmak umudum hâb-ı hayâl oldu. Neşve aradıkca nâmertlik çıkdı karşıma.
Hâl böyle olunca da
Derdi dağları aşan Şâir Âli Efendi’nin o bildik beyiti zihnimde cezbeye tutulup
Vecd ile raksetmeye başladı göynümüm köşe bucaklarında;
Neşve tahsil etdiğin o sâgâr da senden gamlıdır,
Bir dokun, bin âh işit kâse-i fağfurdan…
Şâir, dokunur dokunmaz sâgâr inlemiş ya!
Astsubayların meselesi de işde aynı minval üzere…
Hattâ bizim dertlerimiz,
Daha dokunmadan dertli dertli inileyiveriyor!...
Allah sıhhatli ve uzun ömürler versin kendisine...
Mevlâna Hazretleri diyârından muhterem büyüğümüz
Hava Emekli Astsubayı Sayın Tayyar YILDIRIM ile bugüne kadar 4 kere buluşmak imkânım oldu Seymenler şehrinde.
Bu sene üçüncüsünü kutladığımız 17 Ekim Dünya Astsubaylar Günü faaliyetleri kapsamında
Başkanımız Sayın Ahmet KESER’in yerlisinden yabancısından yaklaşık 750 misafirin şerefine verdiği kabulde bir araya geldik Tayyar Bey ile...
Kısa bir hasbıhâlden sonra evvelki buluşmalarımızda mûtad olduğu üzere gene şöyle sitem eyledi kendisi bana;
“İyi güzel de Şükrü kardeşim! Yazıların çok uzun!.. Biraz daha gayret etsen hani! Makâleyi yazdığın kağıdın bir ucu tâ Konya’ya erişecek! Kısa tut da şunları Allah aşkına, herkes okusun!”
TEMAD Konya İl Başkanımız Sayın YILDIRIM’ın bu tavsiyesinin başımızın üstünde yeri var elbetde. Kendisinin yazdıklarını okudum tek tek. Hakikâten Tayyar Bey kısa, kolay okunan ve çok lezzetli yazılar yazabilmiş! Bunu yapabildiği için de huzurlarınızda kendisine hayranlığımı ifade edeyim müsaadenizle...
Eski Tüfek,
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar hüviyetli muhammes işbu makâlemizde
186 seneden beri öksüz kalmış bir mevzuya el atdı kendileyin.
Biricik kellesini koltuğuna alıp vatan hizmetine koşan iki sınıf askerden birisi olan Subaylarımız
186 seneden beri tam maaş ile emekli olmayı kendine hak bellemişken
Biricik kellesini koltuğuna alıp
Aynı vatanın hizmetine koşan öteki(!) sınıf asker olan biz Astsubyaların tam maaş ile emeklilik hakkını
Birileri tam 64 sene evvel gasbetmiş!
Bu haksızlığa, bu vefâsızlığa, bu kadirbilmezliğe, şu şerefsizliğe sebep olan ve imzâ atanlar hakkında yazılacak bir makâleye
Söyler misiniz Sayın YILDIRIM,
Vicdâni ahlâk,
Silâh arkadaşlığı,
Allah korkusu şöyle dursun
Kâğıt mı yeter,
Mürekkep mi?..
5802 sayılı Astsubay Kânun tasarısı 1951 senesinde komisyonda müzâkere edilirken yapılan konuşmalarda bir emâre göremedim. Fakat söze konu Kânun’un kabul edildiği yıllarda Türkiye’nin NATO’ya girmesi için çoğu siyasetci ve Subay yaltakcıların şahsî menfaatleri için gizli kapaklı tezgâhlar çevirdiğini söylemeye hâcet yok!
Hâl böyle olunca da gıçına bile Amerikan donu giymeye müptelâ Conisever Subaylarımız
Ordumuzun teşkilât yapısında köklü bir değişiklik yapdılar.
Buradan varmak istediğim netice şudur. Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıyla birlikte ordu teşkilâtımızın da Coni’nin rahatlıkla nüfuz edebileceği ve kullanabileceği şekilde tanzim edilmesi gündeme geldi.
Silâhından, kıyâfetinden donuna, çorabına, şapkasına kadar; hattâ uygun adım yürüyüşüne kadar Coni’ye öykünen subaylarımız askerî mevzuâtımızı da Coni’ye uydurmaya yeltendi. Astsubay Kânun’u konusunda da bu hâkikatler ayniyle vâkidir. Şöyle ki 1951 senesinde çıkartılan Astsubay Kânun’unun esâsını ve ruhunu Coni’nin askerî mevzuâtından aldığı ayan beyan ortadadır.
Eşit fırsat, şeffaf rekâbet, sürekli ve dikey terfi temeline oturtulan Amerikan askerî teşklilâtının 5802 sayılı Astsubay Kânun’una kısmen yansıdığını komisyondaki konuşmalardan anlıyoruz.
Şöyle ki; Millî Savunma Komisyonunun hazırladığı Kânun Tasarısında o zamanlarda “Gedikli Erbaş” dedikleri asker kişilere yeni bir unvan olarak “Gedikli Küçük Zabit” ismi verildi. Astsubay sınıfının olmadığı Amerikan ordusunda bu tâbir, Warrant Officer ibâresinin kaba bir tercümesinden başka bir şey değildir. Warrant Officer’lik unvanı, bilindiği üzere bizdeki astsubayların üstünde, subayların altında bir konumdadır. Dikey terfi silsilesi içinde Gedikli Erbaş Coni’lerin terfi edebileceği bir unvandır.
Düşünebiliyor musunuz, 1951 senesinde ordumuzda astsubayların subay olması öngörülüyor. Ve 5802 sayılı Astsubay Kânun’u için işde Genelkurmay Başkanımız bu maksatla T.B.M.M.’deki vekillerden rey istiyor.
Astsubay Kânun’u Meclis’de müzâkere edilirken vicdân, akıl ve şeref sahibi hamiyyetperver vekiller de yok değildi elbetde. Kendisi emekli bir subay olan Elazığ mebusu Sayın M. Şevki YAZMAN, kânun müzâkere edilirken Meclis’de şu önemli açıklamayı tarihe şerh düşdü;
Emekli subay Sayın YAZMAN, o vakitlerde “Gedikli Erbaş” denilen ve “Astsubay” unvanı verilen asker kişilerin
Terfi ederek mutlaka “Subaylık” mertebesine yükseltilmesi şartını Meclis’de mertce ve açıkca söyledi.
Bugün itibariyle hâlâ T.B.M.M. milletvekili sıfatını taşıyan;
Ordumuz
Bugün hâlâ ayakda durabiliyorsa
İşde bu
Sayın Şevki YAZMAN gibi mert, dürüst, şerefli, yiğit, vefâlı, nâmuslu, sözüne sâdık, vatansever subaylarımız sâyesindedir. Bu nitelikleri haiz subaylarımızın ordumuzdaki sayısı herkesin bildiğinden bile çok fazla, biliyoruz!
Hepsine selâm olsun!..
Gönlümüz, ruhumuz ve yüreğimiz onlarla...
Meclis’de müzâkere edilen kânun tasarısında Astsubay unvanı verilen askerlerin
Belli bir süre görev yapdıkdan sonra muhakkak “Subaylığa” yükseltilmesi gerektiği konusunda
Zamânın Başbakanı rahmetli Adnan MENDERES de kendi şerhini açıkca ortaya koydu.
Bu maksatla Meclis Başkanlığına takdim etdiği Kânun Tasarısında bu konuda bakınız Sayın MENDERES neler dedi;
Gördünüz, okudunuz ve anladınız, değil mi?..
Zamânın Başbakanı Sayın MENDERES
Astsubay Kânun’unu yukarıdaki tasarıda okuduğunuz bu şart ile imzâladı.
Ne diyor Sayın MENDERES? “Astsubayların subaylığa yükseltilmeleri esas olarak alındığından ...”
Fakat Kânun’un bu hükmünü Genelkurmay Başkanlarıı hiçbir zamân işletmedi.
Astsubayların belli bir süre görev yapdıkdan sonra subaylığa terfi etmesine imkân verecek iç düzenlemeleri
Zamânın Genelkurmay Başkanı Org. Mehmet Nuri YAMUT yapmadı.
Kendisinden sonra görev alan halefleri de bu Kânun kabul edildikten sonra kasden yapmadı.
Ve Kânun’u bu yönüyle kelimenin tam anlamıyla iğdiş etdiler.
Astsubaylık tarihinde Astsubaylara şu tarihe kadar en büyük kötülüğü yapan kişi,
Sağ tarafınızda tavsırını gördüğünüz işde şu subaydır.
Zottirik Kenan bile ikinci sırada gelir!..
Kendisine birinci sırada yer tutan bu subay;
Ordu içine çöreklenmiş korkak, haysiyetsiz, yüreksiz ve maslahatcı üç beş subay
Kendilerini astsubaylar ile çetin bir rekâbetden korumak için bu Kânun’u delinmez bir zırh olarak kullandı.
Subay ismini verdikleri sahte cennete kendilerini kapatıp kapısını da sıkıca kapatdı. Arkasından kilitledikleri bu sahte cennetin kapısını bugüne kadar kimseye açmadılar.
Bu sahte cenneti, silâh arkadaşları olan astsubaylar ile paylaşmayı hazmedemeyen bâzı subaylar
Daha güçlü, sürekli, dikey ve şeffaf rekâbet imkânı veren, birlik ruhu daha kuvvetli, çalışma şevki ve harp etme azmi yüksek bir ordu teşkil edilmesine bugüne kadar bilerek ve isteyerek engel oldular.
Ordumuzun bugün itibariyle içine yuvarlandığı fesat uçurumuna bakıldığında bu subayların başarılı oldukları gün gibi ortada duruyor.
Mahkemedeki ifâdesinde inkâr etse de Başbakan Sayın Adnan MENDERES’e atfedilen bir söz vardır. “Ben orduyu, Astsubaylar ile de idâre ederim!” dediği söylenir. Astsubay Kânun’una karşı gösterdiği müspet ve şefkât dolu bu tavrına bakılırsa rahmetli MENDERES’in böyle bir söz irâd etmiş olması da gâyet muhtemel görünüyor.
Kimbilir!..
Rahmetli MENDERES belki de kimi subayların kendisine karşı beslediği hasmâne tutumu hissetmiş ve böyle bir Kânun hazırlamışdır.
Olamaz mı?
1951 senesinde meriyyete giren 5802 sayılı Astsubay Kânun’u madde 20’de bakınız neler yazıyor.
Makâlemizin önceki bölümlerinde defalarca ifâde etdik. Astsubay Kânun’unun temelinde, astsubayların belli bir süre görev yapdıkdan sonra subaylığa terfi ettirilmesi şartı vardır. Astsubay Kânun’unun yukarıda gördüğünüz maddesinde 1951 senesinde bu hak teslim edidi ve kararlı bir şekilde kânun’a işlendi.
Yukarıdaki sayfalarda şu dakikaya kadar görüp okuduğunuz üzere
5802 sayılı Astsubay Kânun tasarısındaki Gerekce ve Kânun metninde
Astsubayların belli bir süre görev yapdıkdan sonra subaylığa yükselmeleri esâs alınmış idi.
Fakat bu kânun meriyyete girdikten sonra 27 Mayıs 1960 subay darbesi vurdu Astsubayları bu kez.
Darbeci subaylar aşağıda gördüğünüz 926 sayılı TSK Personel Kânun’u ile 1967’de önce Astsubay Kânun’unu ilgâ etdiler.
Zamânın darbeci Genelkurmay Başkanı Org. Ahmet Cemal TURAL bu kânun’a “ince bir balans ayarı” yapdı. (3) Bu ayar ile Astsubayların Subaylığa yükselmesini sözde yeni esâslara bağladı. Bir başka ifâdeyle astsubayların Subaylığa yükselmelerinin önüne aşılmaz bir duvar ördü.
Bütün bunların üsdüne bir de tüy diken Aristo’cu subaylar
1935 senesindeki 2 sınıflı teşkilâtdan
Sanki marifetmiş gibi
1961 senesinde 3 sınıflı ordu teşkilâtına yöneldiler...
Kendi sınırları içine hapsedilen ve dikey terfi imkânı bulamadığından cinnet geçiren Astsubay zümresinin yanına
Mağdur edilmiş ikinci bir sınıf olarak bu kez de Erbaş’ları dahil etdiler.
Yakın zamanlarda teşkil etdikleri Sözleşmeli Subay/Astsubay/Er sınıfları ile de ordumuzdaki bölünmeye zirve yapdırdılar.
Muvazzaf asker sınıfının sayısı böylece 2’den 6’ya yükseltildi. Fakat subaylar hariç diğer sınıfların hepsi gene kendi rütbe ve sınıflarının içine hapsedildi. Kendi dertleriyle başbaşa bırakıldı.
Mesleğe Astsubay başla, Astsubay bitir.
Erbaş olarak asker ol, Erbaş olarak emekli ol...
Hindistan’da bile artık çökmeye yüz tutan kast düzeninden ne farkı var bunun?
Daha çok sınıf, daha çok ayrışma, daha çok dert...
Bundan daha güzel “Divide E Impera” olabilir mi?
Aristo bile bu kadarını hayâl edemezdi.
Ve “bir hak ver fakat karşılığında en az ve mutlaka bir hak geri al!” ilkesi gene tekerrür etdi.
Yukarıdaki kânun sayfalarında gördüğünüz üzere
Erbaş’lıkdan Astsubaylığa terfi(!) ettirilen asker kişilerin elinden bu kez de Subaylığa yükselme hakkı geri alındı.
Böylece;
Aşağıda gördüğünüz 1967 tarihli kânun mucibince
Subay olmak isteyen Astsubayın önüne 4 şart konuldu...
TEMAD’a verdiği 04 Mayıs 2012 tarihli e-muhtırasında Necdet Bey,
“Subaylığa geçiş miktarının” “%15’den %25’e” çıkartıldığını” yumurtalamışdı.
Beyim, muhtırada bahsetdiğin
%15 rakamı ne idi ki?
%25 dediğin rakam ne oldu?
Söyle de bilelim!..
Bermutâd,
Necdet Bey söylemedi!
Fakat ben sual yolladım kendisine...
Ucu gırmızı mumlu bir istidâ gönderip
Dedim ki;
Tam 21 gece ve 22 gündüz düşündükden sonra
Hemen aşağıdaki çerçevenin içinde siyah beyaz vesikalık tavsırını gördüğünüz Necdet Bey
Şöyle bir cevâb yolladı bana.
Subay olarak sen tâ 1826 senesinden beri “tam maaş” ile emekli oluyorsan
63 seneden beridir neredeyse “çeyrek maaş” ile emekli etdiğin Astsubayların
Hâlinden memnun olmasını bekleyemezsin!
Hayat denen mefhum
Hakikâtler üzerinde devinir.
Leylek lakırdısı
İnsan eylemez!
Tekeden teleme çıkartmaz,
Geniş garınlı
Goca mideli
Geri kafalı siyâsetci ağzıyla sıkılmış palavradan öte bir mânâ ifâde etmez.
Nefes soluduğumuz şu 2014 senesi itibariyle ordumuzda
Astsubayların subaylığa yükselmeleri için
Değil bu engelleri aşmaları
Ağızlarıyla angıt guşu tutmaları bile yeterli olmayacak bundan kelli.
Astsubayların Subaylığa yükselmesini Genelkurmay Başkanları o kadar zorlaşdırdı ki.
“Subay olmak için Astsubaylardan istenen şartlar” listesine
Bu kez de “subay olmaya engel hâller” listesini eklediler.
Harb okuluna girişde aradıkları koşullardan bile daha fazlasını
Subay olmak isteyen Astsubayların önüne koyuyorlar.
Astsubaylıkdan subaylığa terfi şartlarını düzenleyen 926 sayılı TSK Personel Kânun’unun 109’uncu maddesinde;
Astsubayı asla Subay yapmam demenin başka yolu olabilir mi?
21 Mayıs 1952 tarihli Astsubay Yönetmeliğine göre
O vakit ordumuzda görevli bir Astsubaya dikey terfi fırsatı veren üç tercih hakkı var idi;
Bugün meriyyetde olan 926 sayılı TSK Personel Kânun’unda bile Astsubayların bu kadar tercih hakkı yok!
Her türlü sınavı kazanarak Astsubaylıkdan Subaylığa terfi eden Teğmenleri kıdem sırasında bakınız tâ nereye yazdılar;
Bu sıralamayı yapan Aristo’cu akl-ı evvel subaylar
Biraz daha cebretseler
Teğmen olan Astsubayları
Yedek subay dedikleri Asteğmenin altına yazacaklar!.
Dedikleri her şeyi yapdı. Subay nasbedildi. Fakat aldığı sicil numarasında bile Asubay olduğunu yüzüne vurdular. Hatırladığım kadarıyla Asubaydan Subaylığa terfi edenlerin sicilleri Asubay anlamına gelen ‘A-’ ile başlıyor. Deniz kuvvetlerinde ise sâdece Asubaylıkdan Subaylığa terfi edenlerin sicilleri Güverte anlamına gelen ‘G-’ ile başlıyor.
Kara Kuvvetlerinden bir arkadaşım sınavları kazandı ve Teğmenliğe terfi etdi. Subay olmasına rağmen sicil numarası “A” harfi ile başlıyordu. Sebebini sordum. “Subay oldum. Fakat bana hâlâ Astsubay muamelesi yapıyorlar!” dedi...
Subaylığa terfi edebilmek için
Subayların iki dodağının arasından çıkan her şeyi ferman belleyip hepsini başarıyla yapdı.
İbrişimden ince iplik olup iğne deliğinden geçdi
Deve olup hendek atladı
Cin olup şişeden çıkdı
Zağanos olup ağzıyla anka guşu yakaladı
Fakat
Sicil numarası almaya gelince
Subay olamadı...
1935 senesinde ATATÜRK’ün kendi eliyle ‘Asubay’ şeklinde türetdiği kelimeye
Astsubay dedikleri askerler için çıkartdıkları kânun ile
1951 senesinde yapılan al takke ver külâh faslında
5802 sayılı Astsubay Kânun’una aşağıdaki hükümler dâhil edildi:
Yukarıda gördüğünüz kânun ile
Ve dahi şunlar yapıldı;
Aslında 5802 sayılı Astsubay Kânun’u ile bir değil fakat iki asker sınıfı teşkil edildi. İkinci asker sınıfının adı da Subaylık.
Burada tuhaf olan durum ise şudur. 5802 sayılı Kânun, Astsubay Kânun’udur. Fakat yeni bir sınıf olan Subay sınıfının, Astsubay Kânun’u ile teşkil edilmesi hayli dikkat çeken bir hususdur.
Sen ‘Astsubaylar’ için bir kânun kabul ediyorsun. Bu kânun’un içine de yeni teşkil etdiğin ‘Subay’ sınıfını sokuşduruyorsun. Kendi kânunları dururken Subayların, Astsubay Kânun’una saklanmaları hayra alâmet değil! Bu ürkekliği ifâde edecek kelime bulamıyorum. Zamânın Genelkurmay Başkanı Orgeneral M. Nuri YAMUT’un böyle hülleli bir yol tutması tuhaf görünüyor.
Biz Genelkurmay Başkanlarımızı goltuklarında oturur zannederdik. Meğer yeni sınıf asker peydahlamak için gurka yatarlar imiş. Gurkdan kalkdıklarında, hemen oracıkda yeni sınıf askerleri çıkartdılar.
Tarih, bu sene 2014. Bu tarih itibariyle ordumuzda birbirinden tamemen farklı tam 7 (yedi) sınıf asker görev yapıyor. Bunların hepsi de muvazzaf. Bu sayıya sözleşmeli subay ve astsubayı da dahil edersek rakkam 9 oluyor. Her biri kendi içine kapanmış, birbirinden tamamen kopartılmış, birbirini umursamayan ve hattâ görmezden gelen tam 9 sınıf asker.
Şunca ömrün sahibiyim.
Girş çıkış tam 34 sene hizmet etdim ordumuza. General/Amiral unvanı ile bilinen muvazzaf bir asker sınıfına hiç rastlamadım bugüne kadar.
Genelkurmay Başkanımız Necdet Bey’e sordum. Böyle bir asker sınıfı hangi mevzuatda yazıyor diye.
Biliniz bakalım ne yapdı Necdet Bey?..
1951 senesinde
T.C. Ordumuzun tarihinde ilk defa “Astsubaylık” unvanı verilen yeni bir asker sınıfı teşkil edildi. Yapılan bu rütbe/sınıf tanzimiyle ordumuzdaki yekpâre teşkilât yapısı paramparça edildi.
Osmanlı Devletinden miras aldığımız “Er’likden Generalliğe” terfi imkânı veren teşkilât yapısı terkedildi. Astsubay ve Subay sınıfı arasına kalın ve aşılmaz duvarlar inşâ edildi. Her biri kendi içine hapsedilmiş iki ayrı sınıf türetildi. Subay sınıfı devletin her türlü imkânı ile beslenip büyütüldü. Astsubaylar ise Subayların bu saltanatını, karın tokluğuna muhafıza eden askerleri oldu.
Bugün dahi sıkıntısını yaşadığımız ayrışma-bölünme-ötekileşdirme
Ve bunun neticesi olarak da 2002 senesinden itibaren ordumuzun itildidiği parçalanma-dağılma sürecine giden yollar açıldı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin
ATATÜRK’ün oturtduğu mahrekden uzaklaşdırılması ve
Sömürgen devletlerin çekim alanına girmesini araştırmak isteyecek hamiyyetperver bilim adamları
Ordumuzdaki bu ağulu ve kumpasvârî yapılanmada ihânetinin derin ve silinmez ayak izlerini bulabilirler.
Kasapdaki ete
Bir kelle acı soğan dahi doğramayan Köstebek Hilmi
Türk’ün tarihinde
Türk Askerinin başına ilk defa çuval geçirtdi.
Üsdelik müttefik belleyip goynuna tünediği Coni’ye yapdırdı bunu.
Sonra
Türk Milleti,
Coni’den özür dilemesini beklerken
Hâfıza dumuruna uğrayan bu köstebek
Üç bin senelik şanlı bir tarihin sancağını dalgalandıran Türk Ordusunun komutanı olduğunu unutup
Yüzü hiç kızarmadan çıkıp meydâne
Soyu sopu iki yüz senelik bir devlet’e “büyük devlet” diyecek kadar alçaldı ve
“Coni, büyük devletdir. Özür dilemeler büyük olaylarda olur!” diye yumurtalayıverdi ağzından. (4)
Sokak arkadaşlarının Köstebek dediği Hilmi’ye
Bu sebepden dolayı “başına çuval giyen Paşa” lakâbını lâyık gördü Türk Milleti...
Üç beş vakit önce ahiret dolmuşunun en ön koltuğunda
Azrail (as)’ın kendisine sessizce sâdece gidiş bileti kesdiği paşamız
Goltuğunda bir sene daha oturmak bahasına
Çifte vatandaş çilli Başbakan Tansu’yu kasdederek;
“Tansu Hanım takk diye emrediyor,
Ben de şakk diye yapıyorum!” diyen Genelkurmay Başkanı Doğan GÜREŞ’in gıçına
Etekli bir vekilimiz İmran AYKUT, etek giydirdi...
Ve Türk Milleti bu paşamıza “Gıçına etek giyen Paşa” unvanını lâyık gördü. (5)
Memur, kalemini,
Asker; silâhını konuşdurur!..
Memurun mahâreti kaleminin ucunda,
Askerin celâdeti silâhının ucundadır...
Memur, kendisi için yaşar ya da yaşatır
Fakat
Asker;
Vatanı için ölür,
Vatanı için öldürür.
Askerin sanatı, savaş; vazifesi, ölmek ve öldürmekdir...
Bu hususiyetlerinden dolayı
Askerlik mesleğini dünyadaki hiçbir meslek ile kıyaslamanın imkânı yokdur!
Çünkü askerin vazifesi, düşman denen insanları öldürmekdir.
Görevi insan öldürmek olan başka bir meslek var mı şu dâr-ı dünyada?
Hele bir Türk subayının kamuoyu önüne çıkıp da kendi askerleri için
“Bizler memuruz!” dediği görülmüş, duyulmuş değildir.
Fakat, O yapdı!...
Şu lafa bakar mısınız?..
Aşağıdaki konuşmasında, “Asker, memurdur!” diyor.
Hulusi Agamız, devletin kendisini
Vatan uğruna ölmek ve
Düşmanları öldürmek için beslediğinin hâlâ farkında değil demek ki...
Yiğitlik, vurmayınan,
Agalık da vermeyinen...
Şimdi imtihan sırası sende Hulusi Aga!..
Bakalım bu millet sana hangi lakâbı münasip görecek!...
Şu anda 2014 senesini idrâk ediyoruz.
Aradan 63 sene geçmesine rağmen astsubayların subaylığa terfi etmeleri
Subaylar için hâlâ tam anlamıyla bir kâbus değil mi?
Rekâbetsiz bir ortamda masada kalem oynatarak ya da elleri gıçında dolaşarak terfi etmekden hangi subay vazgeçer?
Generallik/amirallik makâmlarını astsubaylar ile paylaşmayı
Hele hele
O yumuşak goltuklarını
Astsubaylara kapdırmaya hangi subay tahammül edebilir?
Eh, peki yiğidim!
Mâdem ki vaziyet bu kadar berbad öyleyse olmayacak duaya niçin âmin diyorsun, diyenleri duyar gibiyim.
Olmayacak duaya âmin demek bizim işimiz değil!
Demeye niyetimiz de yok!
Biz,
Olanlardan bahsediyor ve
Ordumuzda olacakları muştuluyoruz.
Leyleğin ömrü lakırtı ile geçer.
Genelkurmay Başkan’ının bir fincan acı gayfesini içip irşâd olduğunu zanneden bizim boyalı cilâlı gazetecilerimiz de
Biz astsubayları Genelkurmay Başkanlarının yalan-dolan pamuk helvâ dadında kof lakırtılarıyla avutadursun.
Bakınız Con’in ordusunda neler oluyor!
Zamânında uygun fırsat bulamayan
Ya da
Mesleğe iyi başlangıç yapamayan Erat’ın
Yeni bir fırsatı hak etdiğine inanmak gibi son derece insanî bir gerekceyle hareket eden Coni’nin Genelkurmay Başkanları
Kendi Er’lerine Orgeneral/Oramiralliğe kadar terfi etmek fırsatı verebiliyor.
Er olarak askerliğe başlayan askerler;
Subay,
Kuvvet Komutanı,
Hattâ
Genelkurmay Başkanı dahi olabiliyor.
Bu kural bizim subayların yapdığı gibi labada-hindiba-ebegümeci salatası değil!
Lafda kalmıyor.
İşde örneği;
J. Mike BOORDA, lise eğitimini yarıda bırakıp 1956 senesinde Coni’lerin Deniz Kuvvetlerine Er olarak girdi. Özgürlükler ve sonsuz fırsatlar ülkesinde Kânun’larının kendisine tanıdığı eşit, sürekli ve şeffaf terfi hakkını kullandı. Önce Astsubay oldu. Sonra da subay. Ve Oramiralliğe kadar terfi etdi. Harp okulu mezunu denizci subaylardan daha zeki ve kabiliyetliydi.
Oramiral BOORDA, 1994 senesinde Coni’lerin Deniz Kuvvetleri Komutanı oldu.
BOORDA, öğrencilik döneminde kifâyetli eğitim imkânı bulamayan askerleri kendilerini gelişdirmesi yönünde sürekli olarak teşvik etdi. Mesleğinde yükselecek yeteneği haiz Erlerin ve Astsubayların ordudaki en yüksek rütbelere ve makâmlara kadar yükselmesini samimî olarak destekledi. Deniz Erlerine bu eğitim fırsatını vermek üzere kendisinin STA-21 adını verdiği eğitim müfredatını tatbik etmeye başladı. Çünkü sürekli, şeffaf ve eşit fırsatlar verilen rekâbet ortamında yerine göre Er’lerin ya da Astsubayların dahi kahraman olabileceğini kendisi harp meydanlarında bizzat yaşadı ve gördü.
Yurtdışı görevindeyken Napoli’de bu subay ile defalarca biraraya geldik. Törenlerde, toplantılarda sohbet etdik. Tavsırında görüldüğü gibi kendisi temiz yüzlü, son derece kibar, mütevazı, neş’eli ve insan canlısı bir subay idi. O zaman Oramiral idi. Sohbetlerinde Er’likden Astsubaylığa ve sonra da Oramiralliğe kadar nasıl terfi etdiğini iftiharla anlatırdı.
Tek örnek bu değil elbet!
Larry D. Welch, 1951 senesinde Hava Kuvvetlerine Er rütbesiyle girdi. 1960 senesinde başlatılan “Er’likden Orgeneralliğe Terfi” düzenlemesi kapsamında Orgeneralliğe kadar terfi etdi. Harp okulu mezunu binlerce havacı subayın arasından sıyrılıp 1986 senesinde Coni’nin Hava Kuvvetlerine Komutan oldu.
John SHALİKASHVİLİ, 1958 senesinde Kara Kuvvetlerine Er olarak girdi. Orgeneralliğe kadar terfi etdi. Harp okulu mezunu binlerce subaya nal toplatan Gürcü John, 1993 senesinde Coni’lere Genelkurmay Başkanı oldu. (bkz.)
Yukarıda anlattıklarımız çok uzaklarda zuhur etmiyor! Atlantik deryâsının hemen öteki yamacında... Karargâhda kendi yıldızlarını parlatmakla meşgul olan Conisever subaylarımızın bu olup bitenlerden haberi var mı? Var elbet!..
Peki bu konu hakkında ortaya dökecek bir tek fikirleri var mı acap? Mamayı sâdece kendi midelerine akıtan subaylarımız bu çeşmenin suyunun bir 60 sene daha böyle çağıldaya çağıldaya haksızlığa akacağına gerçekden inanıyorlar mı?
Ağzının sularını akıtarak peşinden koşduğun adamlar kendi erlerine “orgeneralliğe” kadar terfi imkânı veriyor. Peki sen ne yapıyorsun? Kendine ezel-ebed “baş” lığı hak ve layık gördün. Ayaklar, baş olamaz dedin utanmadan. Harbiye’de, birinci sınıf iaşeler ile büyütüldün. Cumhurbaşkanı olacaksın ninnileriyle uyutuldun.
Peki,
Orası tâ Atlantik ötesi...
Sen buralardan haber ver!
Şimdi,
2014 senesinin şu günlerinde yaşayan Astsubayların vaziyeti
1908 senesinde ordumuzda görev yapan Erlerden bile daha da kötüdür desem?
İtimat buyurur musunuz?..
Önümüzü görebilmek için arkamıza doğru bakmamızın şart olduğunu makâlemizin birinci bölümünde söyledik.
İtimat buyurmayan sınasın!
Tuhaf da olsa gerçek vaziyet bu! Böyle yapıyoruz hepimiz.
Önemine binaen başka bir örnekle konumuzu berkitelim ve
Evvel’in ağulu sularında başlayan hak arama yolculuğumuza
Âhir’e doğru devâm edelim.
Arabanızın sürücü koltuğuna oturduğunuzda, bakınız!
Karşınızda kaç ayna var?
Dikkat etdiniz mi?
Bu aynalar hangi istikâmeti gösteriyor?
Tekrar sayalım;
Etdi tam 3 ayna.
Hepsi de sürdüğümüz aracın
Önünü değil fakat arka tarafını kolaçan etmek için.
Yanlış mı?
İşde meydan! Haydi bakalım. Sökün dikiz aynalarının hepsini ve çıkın yola!..
Gevur bu! Elzem olmasa imâl etdiği arabalara fazladan bir tek vida takmaz.
Akış sırası itibâriyle aslında olup bitmesine rağmen geçmişde kaldığını zannetdiğimiz zamân ve olaylar silsilesi, biz farkına varamasak bile önümüzdeki zamân ve olaylar dizisini şekillendirir.
İşde sırf bu yüzdendir ki aracımızı kullanırken bir kez önümüze, ileriye doğru bakarız.
Fakat geriye doğru ise üç kere bakarız.
Üç ayrı dikiz aynası ile arkamızdaki olayları takip etmek istediğimize göre
Geçmişde kalan durumların
Geleceğimizi biçimlendirmede aslında önümüzdeki vaziyetden daha önemli olduğunu sessizce itiraf ederiz.
Şimdi, bu sessiz itirafımızı ete kemiğe büründürelim.
Her üç dikiz aynasına bakalım...
Ve
Bugün önümüzde duran hakikatler kadar önemli bir hakikati
Geçmişden alıp gözümüzün ve aklımızın önüne koyalım hep beraber.
1826 senesinden 1908 senesine kadar ordumuzda tatbik edilen
Âsakir-i Mansure-i Muhammediye isimli Kânûn’a bir dikiz atalım şöyle.
Bugün Coni’nin ordusunda mevcut olan terfi silsilesinin neredeyse aynısı.
Kendi ordularında bugün geçerli olan terfi esaslarını Coni’ler kimbilir belki de biz Türklerden aşırdı?..
Ya da
Velev desek ki
Osmanlı Ordusunda Küçük Zâbit Mekteplerinden 1910’lu senelerde mezun edilen
Küçük Zâbit ya da bugünün tabiriyle Astsubayların
General rütbesine kadar yükseldiğini fâş eylesek?!!
İkinci Meşrutiyet’in ilânından hemen sonra
Büyük Osmanlı Devletimizin açdığı Küçük Zabit (Astsubay) Okullarından Onbaşı ve Çavuş rütbesiyle mezun oldular.
Tek dişi kalmış garbî canavarların
Memleketimizi paylaşmak için peydahladıkları Birinci Cihân ve Balkan Hârblerinde
Yurdumuzu müdafaa etmek için ATATÜRK ile beraber her cephelere koşdular.
Bu Küçük Zâbitlerin
Çoğu, geri gelmedi...
Mukaddes bildikleri vatanlarını uğruna gözlerini kırpmadan şahâdet şerbetini içdiler...
Bugün kimilerinin burun kıvırdığı ve inkâr etmeye yeltendiği Osmanlı Devletinin yetişdirdiği Küçük Zâbitlerin
Memleket müdafaasında ordumuzun vurucu gücünü teşkli etdiğini ATATÜRK bizzat gördü.
Onbaşı ve Çavuş rütbesiyle cephelere koşup
Yedi düvel ile cenk eden Küçük Zâbitlerden
Gâzi olanların hemen hepsi Zâbitliğe terfi etdi. Ve üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı olarak geri geldiler.
Çok başarılı Küçük Zâbitleri bizzat tespit eden ATATÜRK,
Onları önce zâbitliğe terfi ettirdi
Sonra da
Erkan-ı Hârbiye’de kurmaylık eğitimine gönderdi.
Ve bu Küçük Zâbitler
Kurmay Subay oldular...
ATATÜRK,
Küçük Zâbitleri
Zâbitlerden hiçbir zaman ayrı tutmadı.
ATATÜRK,
Küçük Zâbitleri, ordunun müstakbel Zâbitleri olarak gördü hep.
ATATÜRK,
Küçük Zâbitlere sürekli ve dikey terfi imkânları verdi. Onları Zâbitliğe yükselmeleri için eğitdi, ödüllendirdi, teşvik etdi.
Başkomutan’ın dikey terfi imkânı verdiği Küçük Zâbitlerin (Astsubayların) çoğu
Cumhuriyet Ordusunda Albay rütbesine kadar yükseldi.
Ve hattâ
General rütbesine kadar terfi etdiler...
Şimdiki Genelkurmay Başkanımız Necdet Bey’in boynunda
7 yabancı memleketden aldığı tam 7 dâne çil çil madalya var.
Liyâkat madalyalarını boynuna takması için Genelkurmay Başkanlarımız
Yabancı devlet adamlarının huzurunda başlarını öne eğmekde tereddüt etmiyor.
O ülkelerin ordularında neler oluyor?
Astsubayların hak ve hukuku nicedir?
Ve dahi
Senin ataların neler yapmışlar?
Madalyayı boynunuza takdırırken öne eğdiğiniz başınızı şöyle bir kaldırıp da
O ülkenin astsubaylarının durumuna
Ya da
Atalarınızın 100 sene evvel yapdıklarına niye bakmazsınız?
Atatürk size, akıl ve bilimi mirâs bırakdı.
Fakat sizlerden kimileri
Devletin mamalarının mirâs bırakıldığını farz ve kabul etdiniz.
5802 sayılı Astsubay Kânun tasarısı, her astsubayın bir zaman sonra subay olmasını şart koşdu. Fakat Genelkurmay Başkanlarımız, astsubayların subaylığa geçişini kasıtlı olarak zorlaşdırdı. Hattâ zımnen engelledi. Kânun’un yürürlükden kaldırıldığı 1967 senesine kadar subaylığa terfi ettirlen astsubay sayısı iki elin parmaklarından fazla değildir. Belli sınıflardan her sene üç-beş astsubayı göstermelik olarak subaylığa terfi ettiren Genelkurmay Başkanlarımız
Subay sınıfını tam anlamıyla ipekden bir koza içinde korumaya aldı.
Her türlü rekâbete kapalı olan mevcut terfi esasına göre teğmen olarak göreve başlayan subaylar
Otursalar bile albay rütbesine kadar yükselmeyi daha mezun olduğu gün cebine indiriyor.
Astsubay rütbesindeki askerleri 5802 sayılı Kânun’un içine hapseden Genelkurmay Başkanları rekâbete kapalı bir ortamda dikensiz gül bahçesinde askerlik yapmanın tadını çıkartıyor. İtiyad hâline getirdikleri subay darbeleriyle devlet erkini eline geçiren arsız ve darbeci subaylar devletin her türlü imkânını kendi midesine akıtarak da imtiyazlı bir duruma geldiler.
Genelkurmay Başkanlarımız,
Subaylar lehine tam bir imtiyazlılar ordusu peydahlıyorlar...
Hani ordumuz, milletimizin bağrından çıkıp gelmişdi sayın başkanlarım?
Kimi Subaylarımız hep;
Askerin üstünde üst asker,
Memurun üstünde üst memur,
Siyâsetin üsdünde üst siyâsetci,
Devletin üstünde devlet oldular.
Sömürgen batı medeniyetinin icâdı olan “Divide Et Impera” yönteminin başka bir çeşidini Hulusi Agam tatbik ediyor bugünlerde...
“Sizden daha kötü durumda olan vatandaşlara bakın ve hâlinize şükredin!” demiş agamız. Bu yöntemin adı da herhâlde “sınıf kılıfıyla sömürü!” olsa gerekdir. (bkz.)
Gerek biz Astsubaylara çaycı diyen İkinci Başkan Yaşar Efendinin
Gerekse Hulusi Aga’nın bugünlerde tatbik etdiği sınıf sömürüsünü geçmiş tarihlerde de başka subaylar fakat gene aynı yöntemlerle tatbik etdiler.
Ve ordumuzun bir tarafını çeşitli isimlerle hep baskı altında tutdular.
Bu maddî ve mânevi dayatmaların adı;
Bugünün Genelkurmay Başkanı Necdet Bey ve şürekâsı;
İçinde yaşadığımız şu 2014 senesinde dahi astsubayların tepesinde hoyratca sallandırıyor.
Cesur, temkinli, sabırlı ve azimli bir kişiliğe sahip idi. 28 Temmuz 1808 tarihinde padişahlık tahtına oturduğunda 23 yaşındaydı. Zeki ve bilgili bir insan olan 30 uncu padişahımız Sultan İkinci Mahmud, Avrupa'daki çağdaşlaşma faaliyetlerini yakından takip etdi. Adâlet işlerine büyük ehemmiyet Verdi. Yeni kânun ve tüzükler hazırlatdı. Bu sebepden dolayı millet kendisine "Adlî" unvanını verdi.
Sultan İkinci Mahmud; Osmanlı Ordusunun terfi, tayin ve özlük haklarını tanzim eden bir kânûn irat etdi. Bugün bizim bildiğimiz İç Hizmet ve Personel Kânûn’unun birleşimi olan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye Kânûnnâmesi isimli kânun ile aynı zamanda emeklilik maaşları askerî mevzuatıma ilk defa duhûl eyledi.
7 Temmuz 1826 tarihli söze konu işbu Kânûnnâme ile
Büyük Osmanlı Devlet Ordusunda askerlerimiz
İhtiyarlayıncaya kadar vazife yapdıkdan sonra
Rütbesine bakılmaksızın hepsi “tam maaş” ile emekli ediliyor idi.
Bu bilgiyi aşağıda gördüğünüz kânûn hükmünden öğreniyoruz.
Büyük Osmanlı Devleti ömrünü tamamlayıp da
Tarihdeki yerini Türkiye Cumhriyeti’ne emânet etdikden sonra
Başda ATATÜRK olmak üzere Cumhuriyeti’n kurucu irâdesi bile
O tarihde Küçük Zâbit unvanı verilen Astsubayların
Tam maaş ile emeklilik hakkına dokunmadı.
Astsubayların bu mukaddes hakkına saygı gösteren Cumhuriyet’in mümtaz devlet adamlarından
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK,
Başbakan İsmet İNÖNÜ
Ve
Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi ÇAKMAK
1929 senesinde kabul etdikleri yeni kânun ile
Padişahımız Sultan İkinci Mahmud’un fermânına saygı gösterdi.
Tam 11 sene sonra
O vakitlerde Gedikli Erbaş dedikleri Astsubayların emeklilik maaşı tekrar Meclis gündemine geldi.
Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ
Başbakan Refik SAYDAM
Ve
Efsanevî asker
Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi ÇAKMAK
Hem Padişahımız Sultan İkinci Mahmud’un
Hem de Başkomutan ATATÜRK’ün vasiyetine dokunmadı.
Astsubayları “tam maaş” ile emekli etmeye devâm etdiler.
Cumhuriyet sonrasında yaşadığımız açlı, yokluk ve kıtlık dönemlerinde bile devletimiz
Emekli etdiği Gedikli Küçük Zâbit,
Gedikli Erbaş
Ya da bugünkü unvanıyla
Astsubay dediğimiz askerlerine “tam maaş” bağladı.
Fakat
1950 senesine geldiğimizde
Ordumuzu idâre eden NATO’cu ve Aristo’cu Subaylarımız
Hem Padişahımız Sultan İkinci Mahmud’un
Hem Cumhurbaşkanı ATATÜRK’ün
Ve dahi Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ’nün bu emânetine hıyânet etdiler...
Önce
Gedikli Küçük Zâbitleri, Gedikli Erbaş yapdılar 1950 senesinde
Sonra
Gedikli Erbaşları bu kez de Astsubay yapdılar 1951’de.
Ve
Astsubay unvanını verdikleri askerlerin emekli maaşlarının “yarısını” gasp etdiler.
1967 senesinde gasp edilen subaylığa terfi hakkımızı da elimizden aldılar.
Bugün Astsubay unvanı taşıyan asker kişiler
23 Mart 1950 tarihini asla unutmasınlar.
Astsubaylık şuurunu yüreğinde ve Astsubaylık mühürünü alnında şerefle taşıyan her meslekdaşımız şunu çok iyi bilsin!
Türkiye Cumhuriyeti ordusunda Astsubay haklarının gasp edilmesinin başlangıç tarihi 23 Mart 1950’dir.
Hâfıza-i beşer, nisyân ile mâlûl ise şâyet
5619 sayılı Kânun ile bu tarihde neler olduğunu muhakkak tekrar etmemiz gerekir.
1. “Tam maaş” ile emekli hakkımızı şöyle gasp etdiler;
İşde burada gördüğünüz işlem,
Astsubaylara 64 seneden beri yapılmış en büyük haksızlık ve ihânetdir.
Bunu yapan asker ise yukarıda sağ tarafda tavsırını gördüğünüz
Zamânın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mehmet Nuri YAMUT’dur.
2. Sınıfımızı Gedikli Subaylıkdan Gedikli Erbaş’lığa tenzil etdiler.
Özellikle 1950 senesinden buyana Astsubay haklarındaki değişmelere bakıldığında
Verilen bir hak karşılığında başka bir hakkın mutlak suretde geri alındığını görüyoruz.
Meclis, bir kânun kabul etmiş. Bu kânun ile Astsubay denen asker kişilere yeni bir hak verilmiş.
Fakat o tarihe kadar mevcut olan başka bir hak, aynı kânun ile geri alınmış.
Bir başka ifâdeyle bir hak vermiş ve bunun karşılığında elimizden başka bir hakkı geri alınmış.
Son 60 seneden beridir Astsubay haklarındaki savrulmalara bakdığımızda
Kenya Cumhuriyetinin kurucusu ve
ilk Cumhurbaşkanı olan Jomo KENYATTA’nın anlatdığı ibretlik bir kıssa aklıma geldi.
Teveccüh buyurursanız şâyet hatırlatalım.
Bakınız, Sayın KENYATTA ne dedi bu hususda;
“Papaz cübbesi giymiş Avrupa’lı hıristiyan sömürgeciler memleketimize geldiklerinde
Onların avucunda İncil vardı,
Bizim avucumuzda ise topraklarımız...
Bize, “gözlerinizi kapatın ve dua edin!” dediler.
O papazlara inandık, ve dediklerini yapdık!..
Bir vakit sonra gözlerimizi açtığımızda bir de gördük ki
Onların İncil’i bizim avucumuzda idi.
Bizim topraklarımız da Avrupalı sömürgeci papazların avucunda... (6)
T.C. Ordusunda biz astsubayların vaziyeti
Tam da zenci Jomo’nun ifâde etdiği minval üzeredir.
Genelkurmay Başkanlarımız biz Astsubaylara bir hak verdiklerinde
Gördük ki karşılığında mutlaka başka bir hakkı geri aldılar.
Dün; Küçük Zâbit,
Gedikli Küçük Zâbit,
1950 senesinde Gedikli Erbaş unvanı verillen
1951 senesinden beri de bugün hâlâ Astsubay denilen asker kişilerin;
Peki,
Bütün haksızlıklardan bir çırpıda kurtulmanın yolu var mı?
Evet!..
Bilmediğimiz, anlamadığımız şeyleri benimsemeyiz ve korkarız onlardan.
Gördüğümüzü anlarsak şâyet sahipleniriz.
El, kantar; göz, terâzi dedik ve
Tarihin tozlu, rutubetli dehlizinde
Unutulmaya yüz tutmuş 1951 tarihli ve 5802 Astsubay Kânun’unu
2014 senesi itibariyle
Vicdânımız ve aklımızın emrine râm olup
Sabır ve sebât ile sonuçlandırdığımız bu tetkik neticesinde
El yordamıyla ölçdük
Parmak hesâbı ile saydık!..
Kayıtcının görevi
Bakıp, görüp, bulup, anlayıp, kayıt etmekdir.
Eski Tüfek, vazifesini yapdı!..
5802 sayılı Astsubay Kânun’u ile 1951 senesinde Gedikli Erbaşlara verilen Subay olma hakkını aradı, buldu, anladı...
Aradığımızı biliyor idik,
Ve nihâyet
Bulduğumuzu anladık!..
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Mehmet Nuri YAMUT
Millî Savunma Bakanı Ahmet Hulusi KÖYMEN
Ve dahi
Başbakanı Adnan MENDERES’in
Biz Astsubaylara söz verdiği
Subay olmak hakkı
Tam 63 sene sonra
Bugün tekrar bizim oldu!..
Bunca zamândan beridir T.C. Ordusunun Astsubaylarına revâ görülen;
63 sene Evvel’de bizden gasp edilen bu hakkımızı
Âhir’e bırakmıyor
Ve
Biz Astsubaylar
Subay olmak hakkımızı
Bugün hemen geri istiyoruz!..
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
Kaynak:
|
Okumak için resimleri tıklayınız!
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -1-
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -2-
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -3-
Ya nasip deyip akabinde
Ucu yemsiz oltamızı sarkıtdığımız 5802 sayılı Astsubay Kânun’unun ışıltılı sularında
Gezinmeye sabır ile devâm edeceğiz.
Fakat
Devriyemize kısa bir ihtiyaç molası verip
Bir sitemimi yolluyorum siz kıymetli müdâvimlere...
Yine geldi çatdı bilmem kaçıncı Dünya Ayaktopu Müsâbakası...
İşi gücü bırakdık
Gözümüzü Brezilya’ya çevirdik!
Oynayanı da
Ömründe ayağına hiç top değmeyeni de
Bir ay boyunca
Herkes top konuşacak
Her yer top kokacak.
Herkes top satacak
Herkes top alacak...
Memleketimin güzel insanları
Saatini maça göre ayarladı.
Yemek saati, topa göre
Uyuma saati, topa göre
Uyanma saati, topa göre
İftar saati olmasa da
Sahur saati, topa göre...
İş
Aş
Borç harç
Alış veriş
Fiş piriz...
Gezmeler tozmalar gene topa göre ayarlandı.
Kimisi
İşini gücünü başka günlere tehir etdi.
Harç bitmedi, yapı paydos da edilmedi
Fakat
Kimisi de
Maçlar bitesiye kadar çalışmamaya karar verdi.
Yurdumda
Nefesler tutuldu
12 Haziran-13 Temmuz 2014 tarihleri arasında
Herkes saatini topa göre ayarladı...
Meselenin tuhaf
Ve bir o kadar da acıklı tarafı ise
Bu kadar gürültüsü kopartılan bu ayaktopu yarışında
Memleketimiz Türkiye yok!..
Portekiz Coimbra Üniversitesi’nde iktisât profesörüyken 1928’de Mâliye Bakanlığına atandı. Bir fırsatını bulup 1933 senesinde iktidarı ele geçirdi. 1974 senesine kadar ülkesini zorbalıkla idâre etdi.
İktidarda kaldığı 40 sene boyunca Portekiz vatandaşlarını 3F kuralı ile yönetdiğini itiraf etdi; Fiesta, Fado, Futbol...
O’nun adı Antonio SALAZAR idi.
Fiesta; çok uluslu şirketlerin insanlara dayatdığı bitip tükenmek bilmeyen aşırı harcamalar ve eğlence düşkünlüğü demek idi. Bir başka ifadeyle isder kazan isder kazanma. Fakat mutlaka harca!..
Fado; hiçbir sanat değeri ve anlamı olmayan müziği anlatıyordu. Bizdeki arabesk müziğin diğer adı.
Futbolu ise anlatmaya değmez!
Komşusu Portekiz’deki 3F mikrobu İspanya’ya da bulaşdı. Futbolun insanları yönlendirmede çok etkili bir araç olduğunu farkeden sâdece SALAZAR değildi.
İspanyol diktatör Franco da futbolun kitleleri yönlendirmede üstün gücüne inanan bir devlet adamıydı.
1939′da Demokratik Cumhuriyetin yıkılmasıyla sonuçlanan ve üç yıl süren İspanya İç Savaşı‘nda milliyetci güçlere önderlik etdi. Kazandığı iç savaşın ardından tam 36 yıl boyunca, hastalanıp 1975 yılında ölünceye kadar ülkesini zorbalıkla yönetdi.
Komşusu SALAZAR’dan daha büyük düşündü. O’na göre bütün stadyumlar birer “uyku tulumuydu” ve bu “uyku tulumları” ne kadar büyük olursa, içine o kadar çok insan atmak mümkün olabilecekdi. Bu sebepden dolayı hemen büyük stadlar yapılmasını emretti. 27 Ekim 1944′te, Banco Mercantil e Industrial’e talimat vererek, 80 bin kişilik Santiago Bernabeu inşaatını başlattı. 75.145 kişilik yapılan bu stad tam üç senede tamamlandı.
Fakat bu kadar büyük bir stad dahi O’na yetmedi. Daha büyük stad, daha büyük “uyku tulumu”, daha büyük “uyku tulumu” da “uyuyan daha çok insan” demekdi. 1954 yılında bu stad büyütdü ve tam 125.000 kişiyi uyutmaya başladı.
O’nun adı darbeci subay Francisco Franco idi.
Futbol ile oyalanan vatandaşlar böylece siyâsetden uzak tutuldu. Ve siyâsetciler ülkeyi kendi keyiflerine göre hovardaca idâre etmenin keyfini çıkardılar.
İnsanları futbol ile uyutup yöneten zihniyetler için stadlar birer “uyku tulumu” olarak kırklı ellili senelerde uzun süre hizmet etdi. Ve sancılı da olsa Avrupa, bu hastalıkdan yakın zamânda kurtuldu.
Fakat aynı dümen ve aynı tezgah benim memleketimde
İçinde yaşadığımız şu 2014 senesinde hâlâ hükmünü sürdürüyor.
Hem de Avrupa’dakinden çok daha şiddetli bir şekilde...
75.000 kişilik TT Arenayı yapdık, bitirdik çok şükür!
Bakalım bu stadı ne zaman 125.000’e çıkartacağız!..
Fasişt diktatör SALAZAR Portekiz’i,
Darbeci subay FRANCO ise İspanya’yı 3F ile uyutdu, avutdu ve yönetdi; Futbol, Fiesta ve Fado...
Benim memleketim Türkiye’yi ise 3T ile uyutuyorlar; Top, Tütün ve Televizyon.
Dördüncü T olan Turgut da cabası...
Topcu denen 22 dâne adam
Uzatmaları hâriç
Tam bir buçuk saat boyunca meşin bir yuvarlağın peşinden koşacak.
Bıyıklısından, bıyıksızından milyonlarca adam da
Kimisi evinde
Kimisi de köy meydanında, kahvehânede, çay bahçesinde, avluda, çardakda oturup
Bu topculara bakacak...
Âzad edilmek vaadiyle kölelerin
Arena denen meydanlarda
Birbirleriyle
Veya
Aslan ile ölümüne dövüşdürülmesi gibi vahşi bir oyun...
Baban bir yana
Git!
Dedene sor!
Ayaktopu nedir, bilmeden bu dünyadan geldi geçdi. Hiçbir şey de kaybetmedi.
Kölelerin arenada aslan ile dövüşdürülmesi biteli 500 sene oldu
Peki
Meşin yuvarlak uğruna bugün senin bu kadar kudurman niye?..
Nöbetden, teftişden, geçici görevden, tatbikatdan, fazla mesaiden, uçuşdan, dalışdan, seyirden fırsat bulup
Atmışsın kendini akşam eve yorgun argın
Hapur hupur şapur şupur kısa bir akşam yemeği faslından sonra
Etrâfındaki insanların daha gözlerinin içine bile bakmadan
Miskinler tekkesinin münzevi dervişi gibi
Soyutlayıp kendini
Soğuk, hissis, tatsız, kokusuz, cansız
İki buutlu camdan mamûl dünyaya hapsedip
Aptal kutusunun karşısındaki koltuğun üsdüne atıp kendini löngedenek
Patates gibi köskelmişsin.
Bardak bardak çay, ucuzundan hapaz hapaz çekirdek...
Tuzu kuru olanlar da çeşit çeşit kuruyemiş, tabak tabak meyveyi
Ölügötüne pambık deper gibi yolluyorsun peşpeşe mideye...
Gevurun sabun köpüğü dediği cinsden
Ucuz, ruhsuz, âdisinden, edepsizinden bitmez tükenmez televizyon dizileri, folimlerinin
Daha birisi bitmeden ötekini oynatıyorlar
Ya da
Dünyayı morfinleyen dana derisinden meşin bir yuvarlak...
Ve bunun etrafında
Eyyâmın bâhurunda
Gıçını büvelek böcüğü sokmuş deli danalardan da beter
Hasan Sabbah’ın afyonlanmış fedâileri gibi
Amaçsız bir şekilde oraya buraya koşuşduran topcular...
Televizyoncusu
Çenesi düşük, arsız, pişkin yorumcusu
Reklâmcısı
Şapkacısı
Çorapcısı
Atletcisi
Sucusu
Şemsiyecisi
Çekirdekcisi
Kurabiyecisi
Kokoreccisi
Köftecisi
Kesdânecisi
Kaşkolcusu...
Hepsi el birliği etmişler
Malı götürüyorlar.
İştahla söğüşlüyorlar seni be kardeşim!..
Hele bir de avuç dolusu para verip seyretmeye gitmişsen
Yandı gitdi gülüm keten halva!
Yiyorsun, yemek için para veriyorsun
İçiyorsun, içmek için para veriyorsun
İşiyorsun, işemek için gene para veriyorsun
Donuna kaçıra kaçıra helâ kuyruğunda beklemesi de cabadan.
Bacasız, dumansız sanayii buna derim ben!
Amigo, şetâretden lasdik top gibi zıp zıp zıplıyor. Bahşişler cebinden dışarı taşmış.
Menecerler mutlu, paraları avuç dolusuyla alıyorlar.
Her ne demekse teknik direktörler mes’ut! Niye olmasın ki? Torba torba kazanıyorlar.
Topcu dersen ağzı sevinçden ıhlara vadisi gibi olmuş! Alt dodağı yerde, öteki gökde. Çuval çuval götürüyor paraları...
İçmek için su,
Yemek için zeytin, pendir alıyorsun yüzde 8 KDV ödüyorsun
Çocuğuna süt alıyorsun yüzde 8 KDV ödüyorsun.
Temizlenmek için sabun alıyorsun yüzde 18 KDV ödüyorsun,
Fakat
Milyon dolarlar verip yerlisinden ecnebisinden topcu alıp-satıyorsun KDV yüzde sıfır!
Bu memlekete bu kadar kötülük yeter de artar bile...
Asgarî ücretin yarısını vergi olarak geri alan Çankaya’nın şişmanı Conisever Turgut ÖZAL
Milleti afyonlayıp mışıl mışıl uyutmalarının ödülü olarak
Topcuların aldıkları çuval dolusu paralardan bir tek kuruş vergi kesmedi.
Büyük Turgut’dan sonra o koltuğa oturan Başbakanların hepsi
Vatandaşları uyuşdurup oyalasınlar diye
Bu topculardan hâlâ tek guruş vergi almıyor, biliyor musun?
İyi kötü, az çok, Allah ne verdiyse doldurdukdan sonra mideni
Daha şükür Ya Rab! demeden
Kasılıp aptal kutusunun karşısına
Nefes nefes çekiyorsun ağulu boz dumanı içine...
Körpe çocuğunun tâze ciğerine duman doldurduğuna kör bakıp
Yarısını yukarıdan üfürüyorsun; ağızdan, burundan...
Diğer yarısını da
Aşağıdan dehliyorsun dışarı; dübürden!
Kokusu taaaa buralara kadar geldi
Cayır cayır
Yelleniyorsun mütemâdiyen be kardeşim...
Kendi ülkesinde yiyecek ekmek bulamayan insan bozması yamyamlar
Senin ülkende top koşdurmak bahânesiyle
Malı götürüp
Senin memleketinin her türlü nimetinden doya doya nasiplenirken
Sen
Siftini siftini
Yutkunuyorsun sâdece...
Sen
Guruldayan midenin sesine sağır olurken
Ve
Okaaça Okaaça! diyerek onun kapısının önünde nefes tüketip
Dilenci edâsıyla bağırırken
Ya da
Pascal, Pascal bizi diskoya götür! diye ucuz yalvarışlar haykırıp
Küçülüyorsun!
Saf olma!
Pascal seni diskoya niye götürsün?
O
Kimleri götüreceğini senden iyi biliyor...
Senin ülkendeki elin cibilliyetsiz gevuruna
Sen, makbul insan muamelesi yaparken
Sen kendini
Kendi ülkende köle yerine koyduğunun farkında bile değilsin.
Yazık!..
Kendi yurdumuzda bile
Çoğu Türk dahi olmayan
Soysuz, sopsuz, sünnetsiz, meşrepsiz
Zencisinden, sarısından yamyamına kadar ne idiğü belli olmayan topcular
Dar alanda top yuvarlayıp
Senin sırtından servet kazanıyor.
Ayağına belki de bir kere dahi bile olsun top değmeyen
Sen
Ne yapıyorsun be yiğidim?
Gasıla gasıla gömülüp oturduğun gadife goltukda
Osdura osdura
“Gooooooooooooooooooooooooooool!” diye bağırıp
Dübürünün damarı çatlayıncaya gadar gıçını yırtıyorsun!
Ya da
Pişmiş kelle gibi
Bu da mı gol değil, bu da mı gol değil diyerek
Dudulaşıyorsun!
Ayıp be garındaşım!
Yakışmıyor sana vallahi!
Aptal kutusuna bakmakla adam olunsaydı
Dünyadaki yekûn mahlûkâtın hepsi iki ayak üstünde yürür idi.
Top yuvarlayan hokkabazları seyretmekle gönenseydi Âdemoğlu
Dünyadaki bu rezilliği, şu sefâleti görmezdi gözlerimiz...
Senin ağzını açarak, gıçını yırtarak bakdığın o Brezilya’da
Açlıkdan ölmemek için
Fırından bir dilim guru ekmek çalan beşinde, onundaki tâze çocukları
O memleketin kahraman(!) polisleri sokak ortasında köpek gibi öldürüp
O körpe cesetleri leş sürükler gibi yerde sürükleyip
Sonra da götürüp
Çöp niyetine çöp varillerine atıyor.
Gel!
Vazgeç gönüllü olarak morfinlenmekden!
Dur!
Ve düşün bir hele!
Ne yapdığını idrâk et artık!
Ayık be garındaşım!
Git!
Ufkunu nar kabuğu gibi patlatacak bir şey yap be yiğidim!..
Al!
Meselâ
Mutlaka bulursun
Ara!
Seni heyecanlandıracak, hislerini coşduracak bir kitap oku
Ruhunu besleyecek bir türkü, şarkı dinle
O kadar medenî cesâretin
Ve hele de mârifetin var ise
Bir müzik âleti çal veya türkü söyle!
Böyle yaparsan beni de çağır yanına
Meşk eyleyelim seninle!
Ya da
Her Astsubay sanatkârdır. Kendi mesleğinin ustasıdır.
Yalan mı?
Ne bileyim, sanatını konuşdur. Sana zevk verecek birşeyler yap. Mesleğinle ilgili bir şeyler icâd et. Edersin sen!..
Meselâ
Al eline kalemi
Birisine,
Söz temsil şu kelâmı dökdüren fakire
İki cümle karala...
En iyisi
Al gözünün bebeği eşini, çocuğunu karşına
Tut ellerini sımsıkıca...
Doya doya bak gözlerinin içine
Çocuk ol!
Onlarla birlikde, çocukluğunu yaşa.
Hanım ol!
Yemek pişir, ev süpür, çamaşır yıka eşin ile birlikde.
Hem de hergün yap bunları.
Top denen o mel’un meşin yuvarlağa aval aval bakmakdan daha eftâldir!
Bu gerçeği anla artık lutfen...
Çünkü
Onların elini tutabileceğin
Gözlerinin içine doya doya bakabileceğin günlerin sayılı be gardeşim!
Biz Türkler,
Dünyanın en çok televizyon seyreden ikinci milleti olduk.
Gözümüz aydın!..
Peki,
Düşündün mü hiç?
Niye böyle oldu?
Sen
En kıymetli sermâyen olan ömrünü, emeğini ve aklını
Aptal kutusu karşısında bedavadan öğütürken
Dünyada en fazla televizyon seyreden ülkenin insanları ne yapdı?
Ay’a ayak basdı...
Dünyayı istilâ etdi,
Gözüne kesdirdiği devletlerin iliğini kemiğini kanırta kanırta sömürüyor.
Bir okka mazota sen beş lira veriyorsun
Coni kendi eyâletinde
Sâdece 1 lira veriyor be can dostum.
Nüfusu, dünya nüfusunun sâdece yüzde beşi
Fakat
Dünyada üretilen mazotun tam dörtde birini onlar içiyor.
Bu da ediyor
Nüfusunun tam beş katı...
İşde sırf bundan dolayı
Sen kendi ülkende
Mazotu benzini damla damla kokluyorsun
Coni ise
Dört buçuk okka demek olan galon galon içiyor...
Dünyanın en çok televizyon seyreden o insanları
Şimdi de uzayı zapdetmeye çalışıyor!
Sen de
O’nun imâl etdiği televizyona bakıyorsun aval aval!
Elindeki telefon
Dizindeki bilgisayar
Kolundaki saat
Gözündeki gözlük
Cebindeki cıgara
Ayağındaki ayakkabı
Gıçındaki pontul...
Hepsini
Televizyona en çok bakan o insanlar yapdı?
Ve sana satdı...
Peki
Sen
Ne yapıyorsun?
Sen
Neredesin be garındaşım?
Oturduğun yer ahır sekisi,
Çığırdığın Istanbul türküsü...
Daha şunun şurasında 30 sene evvel Türkiye
Dünyanın en iyi tütününü üretiyordu.
Türk tütünü içmek Avrupalılar için bir övünç ve itibar meselesi idi.
Bir gün
Turgut ÖZAL denen bir adam geldi bu topraklara
Gerdanı boyundan uzun bu götlü göbekli adam
Türk çiftcisine tütün ekmeyi yasakladı.
Toprak bizim, tohum bizim, güneş bizim, su bizim, çiftci bizim.
Elin gıçı boklu gevurunun emrine boyun eğen Turgut denen insan ucubesi adam
Tütün ekmeyi yasakladı kendi memleketimizde.
Dünyanın en iyi tütününü üreten insanımız
Artık dünyanın öbür ucundan,
Dünyanın en kötü, en zehirli, en çok kanser yapan tütününü Coni’den satın alıyor!
Üsdelik çil çil yeşilleri tomar tomar vererek...
Gıçınıza gınayı yakın gaaari!..
Önce
Seni kanser yapacak cıgarayı satıyor sana
Sonra da
Kanser ilacını...
Coni’nin yapıp satdığı cıgaraya para veriyorsun
Tam 20 milyar lira...
İçiyorsun, kanser oluyorsun.
Tedâvi olmak için ilaç satın alıp gene para veriyorsun
Tam 12 milyar lira.
Cem’an yekûnu eder 32 milyar lira...
Senin kendi askerine bir senede verdiğin paradan
Çok daha fazlasını
Sen
Önce cıgara içip kanser olmak için
Sonra da ilaç almak için
Coni’nin avucuna döküyorsun.
Askerine 20 milyar lira veriyorsun
Fakat
Cıgara ve ilaç için
Coni’ye her sene 32 milyar lira veriyorsun.
Adam cıgarayı kendi icâd etdi.
Fakat artık kendisi içmiyor.
Dünyanın en çok televizyon seyreden insanları
Aynı zamânda dünyanın en zengin memleketi oldu.
Biliyor musun be garındaşım?
Ya sen?
Sen ne yapıyorsun?
Ne ile meşgulsun?
Ey Türk Milleti?..
Cebinde Asubay kimliği taşıyan yiğit meslekdaşlarıma sesleniyorum!
Bilmem kaçıncısı oynanan Dünya Top Yarışmasında
O meşin topun peşinde koşduran milyar liralık ecnebî topcuları seyretmek için ayırdığınız zamânın
Sâdece yarısını
Bu makâleyi okumak için ayırmaya mecbursunuz.
Şu mübârek Ramazân-ı Şerifde
Göz nuru döküp
Eyyâmın bâhurunda kurdeşen olmak bahasına
Asubay haklarını gasp etmek için çevirilen orostopollukları ortaya çıkartan er kişi olarak
Sizden bunu istemeye hakkım var.
Sizi, bu hususda
Önce
Yüce Rabbime
Sonra da
Kendi temiz, sağlam vicdânınıza havâle ediyorum!..
Siz can dostlarımıza şunu imdiden hatırlatalım
Bilesiniz ki
Turpun en irisi
Makâlemizin beşinci ve son bölümünde!..
Sitem dolu işbu girizgâhdan sonra
İmdi girelim mevzumuza...
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar levhası altında ictimâ eylediğimiz 5 bölümlük işbu makâlemizin
Birinci bölümünde;
İkinci bölümünde;
Üçüncü bölümünde;
Şu anda okuduğunuz dördüncü bölümünde ise;
Genelkurmay Başkanımız Orgeneral M. Nuri YAMUT
1950 senesinde ‘Gedikli Zâbitliği’ elinden aldığı askerlere
Kuvvetli bir dirsek atıp
İki sınıf birden aşağıya itekledi ve ‘Gedikli Erbaş’ yapdı.
Daha bir sene bile dolmamışdı ki yapdığı kânun tam anlamıyla dibe vurdu. Ordunun asıl yükünü çeken orta sınıf askerliğe hiç rağbet eden olmadı. Gedikli Erbaş yapacak genç bulamadı. Kendilerini akıllı, Türk gençlerini ahmak zanneden goca gıçlı gomutanlarımız rezil rüsvâ oldu. Ordumuzu değil fakat önce zevâhiri, sonra da kendi koltuklarını kurtarmak için alelâcele bir kânun hazırladılar.
Bir günde iki sınıf aşağı itekleyip Gedikli Erbaşlığa tenzil etdikleri askerleri
Bu kez de ikrâh ederek bir sınıf yukarı çekdiler.
Gedikli Erbaşlara 1951 senesinde bu kez de “Astsubay” unvanı verdiler.
İki geri, bir ileri...
Bu değişim-dönüşüm-başkalaşım sürecini evvelki bölümlerde açıkladık.
Coni’nın aklıyla hareket eden omuzu püsküllü NATO’cu gomutanlarımız
Bakdılar ki bu yapdıklarıyla aslında sıçıp sıvamışlar! Daha bir sene bile geçmeden orduyu bitirdiler. Gedikli Erbaş yapacak genç bulamadılar. Sokaklarda bir tellâl çağırtmadıkları kaldı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral M. Nuri YAMUT’un başını çekdiği bu sünepe subaylar güruhu zevâhiri kurtarmak için bu kez başka bir tezgah çevirdiler. Gedikli Erbaş Kânun’unu yalayıp boyayıp parlatdılar. Astsubay Kânun’u adı altında cilâlı bir ambalaj ile tekrar piyasaya sürdüler.
Yapdığı bu doldur-boşalt; yap-boz; indir-bindir tezgahıyla Orgeneral M. Nuri YAMUT, bugün Astsubay denen asker kişilere Cumhuriyet tarihinin en büyük kötülüğünü yapdı. Tarih bu hakikâtı bugün farketdi ve böylece kayıt etdi.
‘Gedikli Erbaşlar’ 1951 senesinde ‘Astsubaylığa’ terfi(!) etdirildi.
Ve
Bu kânun ile aynı zamânda Astsubay denilen asker kişilere 2 sene eğitim verilmesi de hüküm altına alındı.
Bizim bu bölümde asıl mürekkep damlatmak istediğimiz mesele işde budur can dostlarım. Bu cümleden olmak üzere, Astsubay Kânun’u ile Astsubaylara verilecek iki senelik eğitim aşağıdaki madde ile hüküm altına alındı.
Bu hüküm ile T.C. devleti, Astsubay unvanı verdiği askerlere iki sene eğitim vereceğini taahhüt ve beyân etdi.
1956 neşetli Jandarma Astsubay Sayın Mehmet KAYALI
Kânun’un bu hükmü mubicince
1953 senesinde intisâb etdiği Jandarma Astsubay Sınıf Okulunda
1 senesi ihtisâs eğitimi olmak üzere
Toplam olarak 3 sene tahsil aldıkdan sonra
1956 senesinde Jandarma Astsubay Onbaşı rütbesiyle mezun olan ilk Astsubaylarımızdandır.
Devlet idâresinin üzerine çöreklenen NATO’cu mamacı subay güruhunun adâleti bakınız o tarihlerde nasıl tecelli etdi;
Gel de
Hayıra yor bu rüyâyı!..
O tarihe kadar 1 sene olan eski unvanıyla Gedikli Erbaş, yeni unvanıyla Astsubay olan askerlerin eğitim süresi 2 seneye çıkartıldı çıkartılmasına da...
Bu kez de başka bir yasak duvarı örüldü Astsubayların burnunun dibine.
Astsubay Kânun’unun 23 üncü maddesine sıkışdırılan tek cümlelik bir hüküm ile
Astsubayların yüksek tahsil görmesi yasaklandı.
Nasıl?
Bir şey veriyorsan
Karşılığında muhakkak bir şey almalısın!
Tam bir beyaz adam-kızılderili pazarlığı değil mi?
Peki
Nedir beyaz adam-kızılderili pazarlığı?
Duydunuz mu?
Bugün değil Nii York,
Coni’nin memleketinin en değerli bölgesi olan Manhattan adasını
Amerika kıtasını istilâ eden Avrupalı beyaz adam
O vakitlerde o adanın sahibi olan Lenape kızılderili reisinden
Kaç paraya satın aldı biliyor musunuz?
Sâdece 60 Gulden’e...
60 Gulden’in bugünkü karşılığı ise
Sâdece 24 Coni Doları...
Üsdelik Beyaz adam
Ucunu gösderdiği Gulden’leri kızılderiliye vermedi.
Para yerine incik-cincik-boncuk ve dahi
Bir kaç şişe de ateş suyu verdi. Hepsi o kadar.
Karşılığında ise
Binlerce seneden beridir kızılderili atalarının yaşadığı bu adayı kızılderili reisinin elinden aldı.
Biliyor musunuz?
Bugün bu adada yaşayan insanların sâdece yüzde yarımı kızılderili...
Öldürmek için masraf edip bomba atmaya ne hâcet var!
Utanması olmayanlar için
Şeref, namus ve haysiyet fukarası olanlar için
İnsanları kandırmanın bedeli sıfır lira nasıl olsa...
Peki
Bu kıssanın konumuz ile bağlantısı nedir?
Gedikli Erbaşlıkdan Astsubaylığa terfi(!) ettirilen asker kişilere
Orgeneral M. Nuri YAMUT’un yapdığı da
İşde tam burada olduğu gibi ahlâksız bir pazarlıkdan ibâret.
İşde, Astsubaylara kendi parasıyla bile olsa yüksek tahsili yasaklayan kânun maddesi.
Astsubay Kânun’u madde 23 ile yukarıda mezkur “Astsubaylar hakkında uygulanacak” hüküm,
Aşağıda gördüğünüz “yüksek tahsil” yasağı idi.
Genelkurmay Başkanımız
Subaylara serbest
Fakat
Astsubaylara yassak etdiği yüksek tahsil meselesinin bir yerlerden patlak vereceğini sezmişdi.
Hiçbir Kânun’unun Anayasa’nın üzerinde olamayacağını bilen
Ve yüksek tahsil yapmanın faziletine inanıp yola çıkan Astsubaylar olacakdı elbet.
Tıpkı Subayların yapdığı gibi
Tıbbıyeden doktor
Fakülteden mühendis
Ya da
Subayların mezun olduğu mülkiyeden hukuk diplomasını alıp gelen Astsubayların
Genelkurmayın kapısına dayanacağını biliyordu.
İşde bu neticeyi bekleyen subaylarımız tedbiri taa başından aldılar.
Tıpkı düşman mevzilerinin önüne hendek kazıp mayın döşeyip
Bir de dikenli tel çeker gibi
Yüksek tahsil yapan Astsubayların önüne de hemen bir mânia koydular.
Üsdelik 1951’de 2 seneye yükseltilen Astsubayların tahsil süresini
27 Mayıs’ın darbeci subayları 1964 senesinde tekrar 1 seneye düşürdü.
Ben de 1 senelik eğitim veren Deniz Astsubay Sınıf Okulundan mezun olan bir Astsubayım.
Kıymetli meslekdaşım Sayın Aydın KULAK,
Subay darbeleri Astsubayları iki kere vurmuşdur diyorsa
İşde bunun en güzel örneklerinden birisi de
Eğitim konusunda Astsubaylara vurulan darbelerdir.
Genelkurmay Başkanımız
Kendi parası ile yüksek tahsil yapmayı 1951 senesinde yasaklar iken
Bu arada subaylarımız ne yapıyordu?
Elleri şeker, dilleri lokum mu eziyordu?
Sağ tarafınızda temâşa etdiğiniz sararıp solmuş siyah beyaz resim çerçevesine sıkışıp kalmış
Genelkurmay Başkanımız
Orgeneral M. Kâzım ORBAY’ın 1945 senesinde kabul etdirdiği aşağıda gördüğünüz Kânun ile
Subaylarımız;
Harp okulu mezunu olan hâkim kisveli Abdullah Bey,
İşde bu kânun’un bir mahsulü olarak
Bugün Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkanlığı koltuğunda sanatını icrâ eyliyor. (bknz.)
Genelkurmay Başkanımızın kabul etdirdiği yukarıda gördüğünüz kânun’un “Geçici maddesiyle”
Subaylara
Genelkurmay Başkanımızın verebileceği başka haklar olsa onu da verecekdi subaylarına. Fakat o kötü canından gayrı verebileceği başka bir şeyi de kalmamışdı aslında...
Fakat sıra Astsubay denen askerlere gelince
Asubayların hâriç tutulduğu 24 üncü maddenin yukarıda gördüğünüz (d) fıkrası
Hemen onun üsdündeki kânun maddesiydi.
Tefsir edelim bu ifadeyi;
Subaya serbest,
Asubaya yasak!
Bu hakkını kullanmak için pusuda bekleyen
Harbiyeli Abdullah,
Devletin parasıyla okuyup mülkiyeden mezun oldu.
MYO’lu Abdullah da okuyup aynı mülkiyeden diploma aldı.
Üsdelik kendi parasıyla okuyup mezun oldu...
Genelkurmay Başkanımız;
İnsanız ya!
Dayanılmaz bir öğrenme isteği var içimizde.
Her şeyi öğrenmek isteyenler kahrından ölmeyi göze alabilmeli.
Ben de
Ölmek yerine
Öğrenmeyi tercih etdim.
Bu saik ile
Def çalıp ayı oynatır gibi
Raksetdirdim ucu gara galemi
Ak gerdanlı kâğıdın üstünde...
Ve
Merak buyurup öğrenmek için
Bir sual yolladım Necdet beye.
Dedim ki;
4 aydan ziyâde bir süre düşündü
Ve sonra
Şöyle bir cevâp gönderdi sayın gomutanımız.
601 282 sayılı BİMER Müracaatı
Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. (Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.)
11 Kasım 2013, 9:56 AM
To: Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Başvurunuz, 4982 sayılı Bilgi edinme Hakkı Kanunu’nun “Kurum İçi Düzenlemeler” başlıklı 25’inci maddesi kapsamında değerlendirilmiştir.
Erinmeyip açıp bakdım
Yukarıda tarassut eylediğiniz Bilgi Edinme Kânun’u madde 25 şöyle diyor;
Geven otu geveler gibi ağzında gevelediği cevâbını özetler isek şöyle dedi bana;
“Devletin parasıyla kaç dâne subaya kaç sene yüksek tahsil hakkı vereceğimi ben bilirim.
Sen Asubaysın, böyle işlere burnunu sokma! Haydi bakayım, sen kışlada talime; Uygun adım! Marş, marş!..”
Böylesi basit ve mâsum bir suale dahi cevâp veremiyorsa
Demek ki
Subaylara devletin parası ile ikrâm edilen yüksek tahsil hakkında
Karargâhda arz-ı endâm eyleyen gomutanlarımızdan
Bâzılarının gıçı çakıldak dolu...
Şâyet
Biz, bir aile isek
Çünkü
Gomutanlarımız böyle diyorlar ise
Ve bu ailenin iki efrâdı subay ve asubaylar ise
Ve şâyet subaylar hem devletten maaş alıp hem de kendi namlarına yüksek tahsil yapıyorlar ise
Ailenin öteki ferdi olan Asubaylara kendi parasıyla yüksek tahsil yapmayı tam 50 sene boyunca niçin yasakladınız?
Bugün şâyet birileri hâlâ “biz bir aileyiz!” diyorsa
Bu Kânunlara ve yapılan bu haksızlıklara bakıp
Söylediğini bir kez daha düşünsün!..
Bu Kânunlar ilgâ edildi. Bugün artık Asubaylara yüksek tahsil yasağı yokdur diyebilirsiniz.
Bu kısmen de olsa doğru da
Ben hâlâ bana 30 sene evvel yapılan haksızlığın acısını çekiyorum. Ben hâlâ bu Kânunların mağduruyum.
Mânevî mağduriyetimi kimse ödeyemez. Onu Allah’a havâle etdim.
İntibâkların Seyir Defteri tabelalı makâlemizde teşhir etdik.
Muvazzaflar bir yana
Emekli her Asubay meslekdaşımızın ayrı, farklı ve yürek yakan mağduriyeti var.
Hangisine sorsan uğradığı başka bir haksızlıkdan bahsediyor.
Neredeyse hergün yeni bir haksızlığın örtüsünü kaldırıyoruz.
Bok çukuru gibi karışdırdıkca insanın burnunun direğini kıran yeni kokular yayılıyor ortalığa
Hepsinin uğradığı haksızlık, maruz kaldığı hukuksuzluk elvan çeşit.
Çünkü özlük hakları bakımından Asubayların bugünkü durumu yamalı bohçadan kötüdür.
Peki bu maddî mağduriyetimizi bir nebze de olsa telâfi etmek için
Bugünkü subay gomutanlarımız ne yapıyorlar?..
Bugüne kadar bilerek ve isdereyek yapmadıkları
Bugünden sonra yapmayacaklarının habercisidir bizce...
Biz alırsak, o başka!..
Türkiye’de ilk Meslek Yüksek Okulları 1975 senesinde eğitime başladı. Bu cümleden olmak üzere Sayın Ersen GÜRPINAR, Urfa Meslek Yüksek Okulu 1979 senesi mezunlarındandır.
Lise mezunu gençlerimiz 2002 senesine kadar 1 senelik eğitim aldıktan sonra Asubay nasbediliyorlar idi.
Asubay Sınıf Okullarının ismi Nisan 2002 senesinde Astsubay Meslek Yüksek Okulu (AMYO) olarak değiştirildi ve,
Tahsil süresi de 2 seneye yükseltildi.
Ve 2 senelik eğitime ancak 2003 senesinde başlayabildiler.
Hem de YÖK’den tam 28 sene sonra.
Asubayların tahsil seviyesini 2 seneye yükseltmekle matah bir iş yapdığı zehâbına kapılan Genelkurmay Başkanımız Necdet Bey dönüp 1951 senesine bir baksa!
Ve o tarihlerde bile Asubayın eğitim süresinin 2 sene olduğunu görse kendisini nasıl hisseder?
Tam 51 sene kovaladıkdan sonra yakaladığı etli kıl yumağının
Aslında kendi kuyruğu olduğunu fark eden köpek kıssasını hatırlar mı acap?..
Konu,
O saate kadar Gedikli Erbaş denilen ve Kânun kabul edildikten sonra “Astsubay” unvanı verilen asker kişiler.
Fakat Kânun hakkındaki görüşmelere sâdece vekiller ve emekli subaylar iştirâk etdi.
Kendileri hakkında Kânun kabul edilirken Gedikli Erbaş denilen bu askerlerden bir tek kişiyi Meclise çağırmadılar. Meclisdeki bu toplantıya iştirak eden vekillerden hiçbirisi de bu askerlerin derdini, isteğini, itirazını kendi ağzından dinlemeyi akıl edemedi. Emekli bir hâkim subayın verdiği yalan bilgiye istinâden Asubay sınıfını teşkil etdiler.
Yeni teşekkül etdikleri Asubaylık sınıfının bir rütbesi için
Komisyondaki konuşması esnâsında
Deniz Kuvvetlerinden emekli subay Rifat ÖZDEŞ
Pîr olmadan aşka geldi ve
Şöyle dedi;
“(Başgedikli) unvanı yeni kanunla (kıdemli başçavuş) oluyor. Bunun mânevi zevki çok büyüktür arkadaşlar!”
Genelkurmay Başkanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı yeni bir Kânun yapmış. Eski Kânun’da “Başgedikli” dediğin asker kişilere yeni Kânun’da “Kıdemli başçavuş” diyeceksin!..
Ve yapdığın bu tenzil-i rütbe ile iftihar edeceksin!..
Öyle mi, emekli subay Rifat ÖZDEŞ?..
Sayın Ersen GÜRPINAR’ın deyişiyle
Kıdemli Başçavuş kadar daş düşsün senin başına inşallah!..
Dünyanın gelmiş geçmiş en aptal kadını olarak gösterilen Fransa kraliçesi Mari Antuvanet,
Yiyecek bir dilim kuru ekmeği olmadığı için sokağa dökülüp isyân eden kendi vatandaşlarına
“Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” dedi.
Ve sarfetdiği bu sözüyle Mari Antuvanet
Dünyanın en aptal kraliçesi unvanını aldı.
Kendisi subay olduğu hâlde paldımı aşarak
Astsubay sınıfı hakkında sarfetdiği bu edepsiz, saygısız ve
Bu pişkin sözüyle Rifat ÖZDEŞ
Türk Ordusunun en aptal denizci subayı unvanını aldı!..
Makâlemizin şu ana kadar okuduğunuz dördüncü bölümünde
5802 sayılı ve
1951 tarihli Astsubay Kânun’u ile
Asubay unvanı verdikleri biz asker kişilere
Genelkurmay Başkanı Orgeneral M.Nuri YAMUT’un yapdığı orostopolluğu
Şöyle özetleyebiliriz.
Şimdi
Parmaklarımızla bir hesap yapsak
5802 sayılı Astsubay Kânun’u ile
Asubayların kazandıklarını ve kaybetdiklerini teker teker yazsak
Ve
Mahsuplaşsak!
Söyleyiniz bakalım yiğit yârenler!
Mütebâki nedir?
Bu kânundan kârlı çıkan kim?
Asubaylar mı?
Subaylar mı?
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
(*** Devâm edecek)
Kaynakca beşinci ve son bölümdedir.
Okumak için resimleri tıklayınız!
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -1-
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -2-
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -3-
5802 sayılı ve 1951 tarihli Astsubay Kânun’unun
Goca gafalı
Geniş gırtlaklı
Derin mideli
İri dişli
Aç gözlü
Ve dahi
Üsdüne üstlük
Yalancı sazan balıklarının
Fütursuzca, ahlâksızca, edepsizce ve aynı zamânda
Kânunsuzca voltalar atdığı ağulu sularını
Oltamızın ucundaki yemsiz zoka ile tarassuta
Hakkımızın tahakkukuna olan sarsılmaz inancımızın bize verdiği
Azim, şevk, umut ve ilhâm ile devâm ediyoruz can dostlarım.
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar künyeli 5 bölümlük makâlemizin
Birinci bölümünde;
“Gedikli Erbaş” dedikleri askerlerden bir kişiyi dahi kimsenin Meclis’deki toplantıya dâvet etmediğini açıkladık.
İkinci bölümünde;
Şu anda kıraat etdiğiniz üçüncü bölümünde ise;
Evvel’den Âhire Işıltılı Yansımalar ismiyle maruf beş bölümlük işbu makâlemizin
Okuduğunuz şu üçüncüsünün esas oğlanı Asubay kelimesi idi.
Asubay
Ve
Bu kelimeden türetilen Assubay ve Astsubay kelimeleri konusunda
Geriye dönüp bakdığımızda
Arkamızda bilinmedik hiçbir şey bırakmayacağız.
Şemsipaşa bosdanından körpe bir kelek kopardır gibi
Mâzinin marazlı mahzenlerine cebren ve hileyle sindirilip saklanmış bütün hakikâti
Kulağından nâzikce
Fakat sımsıkı kavrayıp
Günün yüzüne çıkartacağız.
Makâlemizin bu bölümünü okuyup son cümlesine vâsıl oldukdan sonra
Şimdi
Neredeyse 80 seneden beridir
Dizinde mütemâdiyen sallayıp yalandan nenniler söyleyerek
Tarihin
Ancak 2014 senesinin Kiraz ayına kadar uyutabildiği hakikâtleri
Ve
Asubay kelimesine
Önce
‘s’
Sonra da
‘t’ ekleyen sahtekârları
Şâyet iltifat buyurursanız
Sırasıyla fâş eyleyelim yiğitler.
Saatli Maarif takviminin
Üçüncü sınıf saman kâğıdından mâmûl o samanî meşhur yaprağı
1938 senesinin
Kiraz ayının
Gündönümünden sonraki altıncı gününü gösteriyordu.
ATATÜRK hayatta idi.
1935 senesinde meriyyetde olan aşağıda gördüğünüz 2771 sayılı Ordu Dâhili Hizmet Kânun’una göre
O vakitlerde ordu teşkilâtımızda iki muvazzaf asker sınıfı mevcut idi.
Bunlar;
Subaylar da kendi içinde 3 sınıfda tefrik edilmiş idi.
Bu sınıflar;
Bu sınıflardan birincisi olan aşağıda kahverengi çerçeve içinde görünen ‘Asubay’ tâbirinin “mânâsında” değişiklik yapmak hâsıl oldu. Sene, gene aynı sene idi.
Zamânın Başbakanı Sayın Celâl BAYAR Hükûmetinin Meclis’e arz etdiği kânun tasarısında bu husus açıkca görülüyor.
Tek maksat bu idi...
Bu cümleden olmak üzere
Sayın Celâl BAYAR hükûmetinin kânun teklifindeki metin aşağıdaki gibiydi.
Yukarıdaki kânun teklifi metninde sizin de gördüğünüz üzere ‘Asubay’ kelimesinin adı bile geçmiyor.
Fakat
Millî Savunma Komisyonu,
Hükûmetin bu teklifinin hâricinde olmak üzere
O vakit Ordu Dâhili Hizmet Kânun’unun ikinci maddesinde ‘Asubay’ şeklinde mevcut olan kelimeye ‘s’ ilâve etdi
Ve
Kânun metninde ‘Assubay’ olarak değişdirdi.
Yapılan bu değişikliğin kânun’un asıl maksadı ile hiçbir alâkası yok idi.
Kurnaz bir subay yapdığı orostopolluk ile
Asubay kelimesine ‘s’ harfi ilâve edilmesini Meclis’den kaçırdı.
Bu yapılan tam anlamıyla bir sahtekârlık idi.
Ve böylece Millî Savunma Komisyonu
Başbakan Sayın Celâl BAYAR’ı açık olarak aldatdı.
Komisyonun başındaki subay da
Bâdem bıyıklı Mirlivâ Kâzım idi.
Yukarıda gördüğünüz ‘Asubay’ sınıfına dahil olan rütbeler, mevcut kânunda “Yarsubay, asteğmen, teğmen, yüzbaşı” idi.
Aşağıda gördüğünüz 3387 sayılı ve 16.5.1938 tarihli Kânun ile yapılan değişiklik neticesinde
‘Asubay’ sınıfına ait rütbeler “Asteğmen, teğmen, üstteğmen, yüzbaşı” olarak değişdirildi.
Asıl maksat ‘Asubay’ tâbirinin “mânâsında” değişiklik yapmak idi.
Bunu yapdılar.
Fakat bunu yaparken aslında bir başka değişiklik daha yapdılar. Asubay kelimesinin imlâsında...
Mirlivâ Kâzım, kelimedeki ‘s’ harfinin yanına kaçak olarak bir ‘s’ ilâve edip ‘Assubay’ yapdı.
Kolay anlaşılması için yapılan bu sahtekârlığı şöyle özetleyelim;
Fakat
Eller kalkdı, Eller indi.
Bir maddelik bu kânun’un kabul edilmesiyle
2771 sayılı Ordu Dâhili Hizmet Kânun’unun sâdece ikinci maddesi değişdirildi.
Bu değişiklik ‘Asubay’ kelimesinin sâdece mânâsında yapılacakdı. Bunu yapdılar.
Fakat bu arada bir dalavere çevirdiller. ‘Asubay’ kelimesinin imlâsını da değişdirdiler.
Bu maddedeki ‘Asubay’ kelimesi hiçbir hukûkî, aklî ve ilmî gerekcesi ortaya konulmadan ‘Assubay’ olarak kânunlaşdı.
Tam bir yalan dolan ve subayların çevirdiği sahtekârlık var bu işin içinde...
Ve böylece
Asubay tâbiri
Kânunsuz bir şekilde
Assubay oluverdi.
Aklımız bize burada şu suali soruyor; ‘Üstsubaylar’ tâbirini niye ‘Üssubay’ şeklinde tâdil etmediler?
Yukarıdaki sahtekârlığı çeviren subaylar kendi kuyruklarına basmadılar. Ve bu kelimeye dokunmadılar.
İşde cevâbı...
Kendi hazırladığı askerî terimler kitabında ATATÜRK,
‘Üstsubay’ tâbirinin imlâsına dokunmadı. Aşağıda gördüğünüz üzere aynen muhâfaza etdi.
5802 sayılı Astsubay Kânun’u 1951 senesinde Meclis’de müzâkere edilirken
Kastamonu vekili, Millî Savunma Komisyon Sözcüsü ve emekli hâkim subay olan Rıfat TAŞKIN
‘Astsubay’ tâbirinin İçhizmet Kânun’umuzda o tarihde zâten mevcut olduğunu iddia etdi ve yalan söyledi.
Şimdi gözlerimizi Meclis tutanaklarına çevireceğiz.
Ve hukukcu subay Rıfat TAŞKIN’ın yapdığı bu sahtekarlığın izlerini süreceğiz...
Hazırladığı Astsubay Kânun’u tasarısında Millî Savunma Komisyonu, söze konu bu kelimeyi raporuna önce “Ast subay” şeklinde kayıt etdi.
Ve raporun ilerleyen bölümlerinde bu sözcüğü hep “Astsubay” şeklinde yazdı.
İşde ‘Astsubay’ tâbiri devletimizin resmî kayıtlarına ilk defâ 18 Haziran 1951 tarihinde bu şekilde duhûl eyledi.
Sonra,
Kânun tasarısı hem Bütçe hem de Meclis komisyonunda müzâkere edildi. Müzâkerede söz alan Millî Savunma Komisyonu Sözcüsü emekli hâkim subay Rıfat TAŞKIN isimli vekil, komisyon görüşme tutanağına kaydedilen konuşmasında şöyle dedi. “Astsubay tâbiri bizim İçhizmet Kanunumuzda mevcuttur.”
İşde o ifâdesi...
Vekil, hukukcu ve subay da olsa bir insanın yalan söylediğini ortaya dökmek hoş bir iş değil.
Hazzetmediği söylemeliyim.
Fakat insanoğlu bu, çiğ süt emmiş!..
Vekil de olsa
Hukukcu da olsa
Subay da olsa
Yalan söyleyebiliyor...
Çünkü hamurunda çiğ süt var!
İşde bu minvâl üzere
Rıfat TAŞKIN isimli subayın bahsetdiği Kânun’a bakdığımızda kendisinin âşikâre yalan söylediğini görüyoruz.
Ve
Bu kez de;
Yalan ise yalandır!
Başka ne diyeceğiz?
Hukukcu subay Rıfat TAŞKIN’ın “Astsubay” tâbiri için kaynak gösderdiği 3387 sayılı Kânun’un ilgili kısmını kesdik biçdik.
Kolay anlaşılacak bir şekilde aşağıya yapışdırdık.
Bir dikiz atınız bakalım hele yiğitler!..
Yalancı Rıfat TAŞKIN’ın iddia etdiği gibi
“Astsubay tâbiri bizim İçhizmet Kânunumuzda o tarihde mevcut muymuş?”
Sarı renkli kutunun içine nazâr eylerseniz şâyet
Emekli subay Rıfat TAŞKIN’ın yalan söylediğini siz de görürsünüz. Rıfat TAŞKIN’ın “Astsubay tâbiri bizim İçhizmet Kânunumuzda var” dediği tarihde İçhizmet Kânun’unun aşağıda gördüğünüz maddesi meriyyetdeydi.
İşde isbatı...
Hâlbuki Rıfat TAŞKIN’ın Meclis’de bahsetdiği Kânun’da o tarihde mevcut olan kelime, “Astsubay” değildi.
Bu kelimenin ‘t’ siz yazılmış biçimi olan “Assubay” idi.
Üsdelik yukarıdaki kânun maddesinde görüldüğü üzere
Bu sözcük o tarihde “Asteğmen, Teğmen, Üstteğmen ve Yüzbaşı” rütbesindeki subayları tavsif etmekte idi.
Kânun maddesinde “Üstteğmen” kelimesinin çift “t” ile yazıldığını farketmişsinizdir!
Bir başka ifâde ile Askerî Yargıtay’dan emekli Hâkim Korgeneral Rıfat, komisyona yalan bilgi verdi.
Komisyon üyesi vekilleri alenen kandıran Rıfat TAŞKIN, bu kelimenin “Astsubay” olduğunu söyledi.
Tabi ki söylediği bu ifâde ucuz bir yalandan ibâret idi.
Ucu sipsivri, keskin ve yemsiz zokamıza
Bu kez
Vekil, hâkim ve korgeneral unvanlı subay Rıfat takıldı!
Sağ cenâhınızda bir gazete haberi var.
Özetle şöyle yazıyor; “Astsubayların dil kurumuna (kuralına demek istemiş) aykırı olduğu gerekcesiyle meslek isimlerindeki “T” harfinin kaldırılması için yaptığı başvuruya Millî Savunma Bakanlığı’ndan olumsuz yanıt geldi.”
MSB ‘Astsubay’ ifadesinin literatüre (her ne demekse! “askerî mevzuâta” diyememiş) ilk kez 2 Temmuz 1951’den itibaren girdiğini ve uygun olduğunu belirtti.”
Peki, tamam M.S.B.’nin cevâbını aldık ve kabul etdik.
Kabul etmesine etdik de yiğit Astsubaylar
Bugün itibâriyle
Devletin belgeleri üzerinden ortaya dökdüğümüz bu sahtekârlıkları kim yapdı?
Zamânın M.S.B. Komisyon üyesi subaylar.
Doğru mu?
Evet, doğru.
Belgeler, kânunlar, Meclis Tutanakları hepsi bu sahtekârlığı isbatlıyor.
Şimdi sual sorma sırası bizde
ATATÜRK’ün bize emânet etdiği ‘Asubay’ kelimesine
Zamânın Başbakanlarının haberi ve onayı var mı?
El cevâp yok!
Bugün M.S.B. koltuğunda oturan Sayın Bakanın
Kendi komisyonunun tezgahladığı bu sahtekârlıklardan haberi var mı?
El cevâp yok!
Astsubaylara yapılan haksızlıkları açıkladığımız makâlelerimizin üslubunun sert olduğunu söyleyen dostlarımız var.
Bize yapılan haksızlıklar karşısında susup da dilsiz şeytana yoldaş mı olalım yârenler?
İşde, Meclis çatısı altında yapılan bu orostopollukları gözler önüne serdik.
Üsdelik bunlar sâdece arayıp bulabildiklerimiz...
Uğratıldığımız haksızlıkları anlatmak için kullandığımız üslup, bu sahtekârlıklar karşısında keten halvadan bile hafif kalır.
Netice itibâriyle
Eski Tüfek diyor ki;
T.C. Cumhurbaşkanı ATATÜRK,
Akıl ve bilimi kendine kılavuz edinip
1935 senesinde
Asubay tâbirinin izâhını şiir gibi yapdı. Makâlemizin ikinci bölümünde bu hususu teşrih ve ispat etdik.
ATATÜRK’ün teşkil etdiği Türk Dil Kurumu’unun
Bugünkü dilbilimcilerinin
İlmi ve aklı ise
Sâdece
‘Teamül’ demeye,
“Gelenek” demeye
“Kakafoni” demeye yetdi ancak.
Senin teâmül dediğin şeyin aslının
Subayların çevirdiği sahtekârlık çarkı olduğunu işde sana gösterdik.
Bugüne kadar uydurduğunuz ‘teamül’, “gelenek” ve “kakafoni” yalanları şimdi kabak gibi başınızda patladı!..
Türk Dil Kurumu olarak sen
Ve
Millî Savunma Bakanı olarak sen
Bu sahtekârlığın belgelerini görünce şimdi ne diyeceksin bakalım?
Savundukları Astsubay tâbirinin
Askerî mevzuâtımıza sahtekârlıklar ile, hülle ile girdiğini öğrenince ne yapacaklar acap?
ATATÜRK’ün türetdiği bir kelime hakkında hiçbir devlet memurunun laf geveleme hakkı olamaz!
Asubay kelimesi konusunda ATATÜRK’ün irâdesi ve emri ortada dururken
‘Teamül’ erir, ‘gelenek’ parçalanır, “kakafoni” toz olur, kül olur!
ATATÜRK,
Asubay kelimesini
Önce Assubay
Ve sonra da Astsubay şeklinde değişdiren memurları ve subayları bugün görse idi
Hepsinin yüzüne tükürürdü.
M.S.B.’nin
TDK’yı arkasına alıp
TEMAD’ın isteğine verdiği bu ucuz cevapda ileri sürdüğü gerekcelerin hepsi
Bugün ortaya dökdüğümüz belgelerden sonra temelinden çürüdü ve boşa düşdü.
Çünkü ortada sahtekârlıklar var.
Yalan dolan üzerine binâ inşâ edilmez.
Fikir beyân edilmez.
Karar verilmez.
Kânun ise hiç yapılamaz...
Meclis çatısı altında kendi subaylarının çevirdiği bu dolapları bugün öğrendikden sonra
Kendisi de aynı zamânda bir hukukcu olan
Bakanımız Sayın İsmet YILMAZ yukarıdaki kararını derhâl gözden geçirmelidir.
Çünkü
Kânunsuz tesis edilen hüküm
Keenlem yekûndur.
Hem de
Mürur-i zamân işlemez!
Devlet hizmetinde devâmlılık esâsdır.
Tam 100 sene evvel yapıldığı iddia edilen
Sözde bilmem ne için
Başbakan ERDOĞAN
Ordumuzu arkadan hançerleyen Ermeni komitacılara tâziye dilemedi mi?
63 sene evvel, 76 sene evvel devletin memurları ve subayları sahtekârlık yapmışsa
Bunun mesuliyeti bugün o koltukda oturan haleflerine aitdir.
Sayın Millî Savunma Bakanı, subayların yapdığı bu sahtekârlıkdan kendini sıyıramaz.
Devlet memurluğu, bunu icâb etdirir.
Akıl ve bilimadamlığı ile uzak yakın hiçbir alâkası olmayan
Yukarıdaki bu mesnetsiz açıklamaları bir kenâra bırakıp
Millî Savunma Komisyonunun
1938 ve 1951 tarihlerinde
T.B.M.M. çatısı altında çevirdiği dolapların ve sahtekârlığın hesâbını vermelidir.
ATATÜRK’ün bizzat kendisinin türetdiği “Asubay” kelimesine bakınız subaylar neler etdiler;
Bu iki subay
Yapdıkları bu sahtekârlık ile hukukumuzdaki tanımıyla “Evrakda sahtecilik” suçunu işlediler!
Böylece “Asubay” terimi;
1938 senesinde
Mirlivâ Kâzım
1951 senesinde ise
Koramiral Rıfat isimli subay
Ucu sipsivri ve yemsiz zokamıza hasbîden takıldı.
Makâlemizin bu kısımında bugün bir hakikâti daha sizlere muştulayalım.
bakınız hangi fırınlarda yanıp pişerek günümüze kadar geldi.
Şöyle ki;
1951 senesinden beridir de bu kelime askerî mevzuâtımızda “Astsubay” şeklinde arz-ı endâm ediyor.
Bütün bu eklemeler ve anlam tadilâtı yapılırken Meclis’de bunun sebebini kimse sormadı.
Hâlbuki Asubay tâbiri;
Kendini bilmez bir iki subayın ihânetine mâruz kaldı ve tahrip edildi.
Erinmedik, yerinmedik. Bize 4 EGO biletine mâl olan kısa bir ziyârete çıkdık. Türk Dil Kurumu’nun Kavaklıdere’deki Merkezine gitdik. 1983 senesine kadar Türk Dil Kurumu’nun neşretdiği 8 sözlüğün hepsini yeğân yegân tetkik etdik. Ve aşağıdaki tabloyu hazırladık.
Bu tabloda görüldüğü üzere TDK, söze konu bu kelimeyi neşretdiği sözlüklere hep Assubay olarak yazdı. Taa ki 1980 Zottirik Kenan darbesine kadar.
Neşredilmesi 1983 senesine denk gelen darbe sonrası ilk Türkce sözlükde ise bu kelime emir-gomuta zenciri dâhilinde birden bire Astsubay oluverdi.
Dikkatli okurlarımızın burada şöyle bir sual sorması gerekir. Mâdem ki kelimenin aslı Asubay. Ve bu tâbiri ATATÜRK türetdi de. TDK’nun sözlüğünde Asubay niçin yok? Önce bu suali soranları tebrik edelim ve açıklayalım yiğitlerim.
Türk Dil Kurumu, ilk Türkce sözlüğü yukarıdaki tabloda gördüğünüz üzere 1944 senesinde neşretdi. 1938 senesinde Asubay kelimesi, Assubay yapıldı. Hikâyesini yukarıda izah etdik. Türk Dil Kurumu, kânun’da Assubay şeklinde yazan bu kelimeyi, hazırladığı ilk Türkce sözlüğe 1944 senesinde Kânun’da yazıldığı şekliyle, Assubay olarak dâhil etdi. İşde sırf bu sebepdendir ki Asubay kelimesi TDK’nın sözlüğünde hiç yer almadı.
Yukarıda ortaya dökdüğümüz bilgi ve belgelere bakıldığında TDK’nın bugüne kadar beyân etdiği açıklamaların ilmî ve aklî bir veçhesinin, doğru bir mesnedinin ve hattâ hiç kıymetinin olmadığını görüyoruz.
Meclis çatısı altında Asubay kelimesi hakkında yapılan sahtekârlıkları ortaya çıkartdıkdan sonra Türk Dil Kurumu’nun Assubay ve Astsubay kelimeleri konusunda bugüne kadar piyasaya sürdüğü ucuz ve mesnetsiz açıklamaların hiçbir değeri ve önemi olamaz.
İşin doğrusunu söylemek gerekirse
Türk Dil Kurumu, Astsubay kelimesi konusunda bugüne kadar üfürdüğü savunmalarda
12 Eylül 1980 Zottirik Kenan darbesinin ayak izlerini gizlemekde tam anlamıyla çuvallamışdır.
Astsubay tâbiri üzerindeki bütün bu ameliyâtları Genelkurmay Başkanlarımız askerlik sanatı, bilim, akıl, vicdân, vefâ, hukuk, kânun ve ahlâk mefhumlarını umursamadan kendi paşa keyiflerine göre yapdı;
Netice itibâriyle askerî mevzuatımıza 1935 senesinde duhûl eyleyen ‘Asubay’ terimi;
Kıymetli meslekdaşım Sayın Aydın KULAK’ın deyişiyle
Subay darbeleri Astsubay unvanlı askerleri iki kere
Sahtekâr subaylar da
ATATÜRK’ün bize emânet etdiği Asubay tâbirini iki kere vurdu!
2014 senesinin Kiraz ayı itibâriyle
Hem
Assubay
Hem de
Astsubay terimlerinin taşları yerinden oynadı.
Okgalı bir Osmanlı tokadı aşk etdik ve temellerini yıkdık.
Bu sözcükler artık ayar tutmaz.
Küçük Zâbit,
Gedikli Zâbit,
Gedikli Küçük Zâbit,
Gedikli Küçük Subay,
Gedikli Subay,
Gedikli Erbaş,
Asubay,
Assubay
Ya da
Bugün bildiğimiz şekliyle
Astsubay...
İşbu makâlemizin maksadı
Herhangi bir kelimeye takılıp küp çürütmek değildir.
Bu unvanların hepsi
Biz Türk askerinin ruhuna, canevine ve alnına vurulmuş Peygamber mühürüdür.
Hepsi bizimdir!
Hepsiyle müşerref oluruz.
Bu kısa bilgiden murâdımız şudur canlarım
İçi iyi doldurulduğu sürece bize verilen unvanların hepsine de hörmet ve muhabbet ile bakarız.
Ancak ne var ki
Hem son 65 seneden beridir
Hem de bugün
Biz Astsubaylar konusunda kabul edilen Kânunlarda
Askerlik, bilim, akıl, hukuk, kânun, ahlâk, vicdân, arkadaşlık, vefâ ne arar!..
Ayının kırk türküsü var
Kırkı da ahlat üsdüne!..
İşde esâs mesele budur yiğit Astsubaylarım!
Şimdi,
Can silahdaşlarım!
Arabanızın sileceğinin ön camınızı silip tâzelediği gibi
Dimağınızı şöyle bir silip tâzeleyiniz.
Ya da
İstanbul’un Kısıklı’sındaki üç katlı bir saray yavrusunda
2013 senesinin karakış fırtınasından altı gün sonra
Birilerinin kamyonlarla taşıya taşıya bitiremediği dolarları, dolmazları ve avroları, mavroları ‘sıfırladığı’ gibi
Zihninizi şöyle bir anlığına sıfırlayınız...
Ve
Buraya kadar ifşâ etdiğimiz bilgi ve belgeler tahtında şu tespitleri ortaya koyalım;
Genelkurmay Başkanının emir-komutasında hareket eden subayların çevirdiği bütün orostopollukların arasındaki tek gerçek şudur;
5802 sayılı kânun mucibince
1951 senesinden beridir
Biz asker kişilerin unvanı, hukûkî olarak ‘Astsubay’ dır.
Ancak ne var ki kânun’un bu hükmü bir yalanlar silsilesi üzerine inşâ edildi.
İsder ‘Assubay’ deyiniz
İsder ‘Astsubay’ deyiniz
Farketmez!
Her iki tâbir de keenlem yekûndur.
Belgeleri yukarıda ortaya dökdük
Sahtekâr subayları suçüsdü yakaladık!
Ve
Astsubayların gözlerinin önünde
65 seneden beridir arsızca sırıtıp duran
Zulmet perdesini yırtdık!
Büyüleri bozduk!
Yukarıda gördüğünüz belgeleri ortaya dökdükten sonra
2014 Kiraz ayı itibâriyle
Her iki sözcüğün meşruiyeti ve mevcudiyeti boşa düşdü.
Hem
‘Assubay’ tâbiri
Hem de
‘Astsubay’ tâbiri
İlimden, akıldan ve haysiyetden mahrum sahtekâr subayların peydahladığı sahte ve uyduruk sözcüklerdir.
Her ikisi de ATATÜRK’ün emânetine yapılmış hıyânetdir.
Şimdi,
Geliniz ATATÜRK’ün askeriyemize 1935 senesinde hediye etdiği
‘Asubay’ kelimesinin aklî ve ilmî izahâtına bir daha bakalım.
Aynı cümleden olmak üzere bakınız ATATÜRK Asteğmen tâbirinin imlâsını nasıl izâh etdi.
Asubay kelimesi ile aynı yönteme göre türetilen ve izâh edilen Asteğmen kelimesine 1935 senesinden beri kimse dokunmadı.
Fakat aynı gerekceler ile türetilen Asubay kelimesine memurundan subayına kadar müdahâle etmeyen kalmadı.
ATATÜRK;
Yukarıda gözetlediğiniz
Asubay tâbirini
Hem kendisi türetdi
Hem de kendisi izâh etdi.
Bugünün tarihinde Astsubay unvanı taşıyan biz askerler,
ATATÜRK’ün bize emâneti olan Asubay kelimesini
Haysiyet fukarası ve sahtekâların tâdil ve tevil etmesini
Tarih, ilim, akıl ve millet önünde şiddetle takbih ediyor
Ve
Kökden reddediyoruz.
Biz,
Asubay kelimesinin
1935 senesinden 1951 senesine kadar mâruz kaldığı tâdil, tevil, tebdil ve tecâvüzün tarihini yazdık.
Bugüne kadar meçhul, muamma, muallak, müphem, meşum olan bir meseleyi gün ışığına çıkartdık.
Bir sahkekârlığın parmak izlerinin sahiplerini kulağından tutup tarih önünde teşhir etdik.
Aynı zamânda
Makâlemizin buraya kadarki bölümlerinde ortaya dökdüğümüz devlet belgeleriyle
Assubay ve Astsubay tâbirlerinin kânunsuz, temelsiz, soysuz sopsup, uyduruk olduğunu ispatladık!
Ve
Çok sinsi ve gizli tezgahlar kurularak unutturulmak istenen Asubay kelimesine
Tâze hava dolu yeni bir hayat bûsesi verip canlandırdık.
2014 senesi
Kiraz ayının
Gündönümünü idrâk etdiğimiz şu günlerde
Assubay
Ve
Astsubay
Unvanları meşruiyetini kaybetdi.
Herkes bilsin ki
Artık
Asubay unvanı bizimdir!
ATATÜRK;
“En hakîki mürşit, ilimdir” dedi.
Türk Milletine
Ve tabi ki
Türk Ordusuna
Mirâs olarak
Bilimi ve akılı bırakdı.
Türk Ordusu;
ATATÜRK’ün mirâsı olan akıl ve bilime
Ve
ATATÜRK’ün bize emâneti olan
Asubay tâbirine
Sahip çıkmaya
Ve
Sahibine iade etmeye mecburdur.
ATATÜRK’ün bu mukaddes emânetine
Eski Tüfek olarak ben de sahip çıkıyor
Ve
Bugüne kadar Astsubay olan unvanımı
Bugünden kelli
Asubay olarak değişdiriyorum.
Şükrü IRBIK
(E) SG Tls.Asb. III Kad.Kd.Bçvş.
(*** Devâm edecek)
Kaynakca beşinci ve son bölümdedir.
Okumak için resimleri tıklayınız!
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -1-
Evvel’den Ȃhire Işıltılı Yansımalar -2-